AKP YALANLARI
  TSK YA SAVAS ACTILAR
 
SIYONIZMDEN TÜRKIYE IÇIN BASKA SINSI PLAN: VATAN HAINI MASALARINI KULLANARAK TÜRK ORDUSUNU YIPRATMAK!!!

SİYONİZMDEN TÜRKİYE İÇİN BAŞKA SİNSİ PLAN:

AMAC

TÜRK ORDUSUNA KARŞI PSİKOLOJİK SAVAŞ!!!

SİYONİZME HİZMET EDEN, VATAN HAİNİ MAŞALARINI KULLANARAK; TÜRK ORDUSUNU KARALAYAYIP, YIPRATMAK!!!

BU BÖLÜMÜ DAHA İYİ ANLAMAK İÇİN OKUMANIZI ÖNERDİĞİMİZ SAYFA:

TÜRKİYE'NİN MASONİK-SİYONİST DÜZEN'DEKİ YERİ

 

"DERİN DEVLET" DEDİKLERİ

M.Kemal SALLI

28 Haziran 2007

 

Dr. Kumkale, gazetemizde yazdigi makalelerde ve Beynimizi Kimler Nasil Yönetiyor adli kitabinda, güçlü ülkelerin ele geçirmeyi hedefledikleri ülkelere karsi uyguladiklari psikolojik savas yöntemlerini ve Türkiye'de bu saldirilari bosa çikarma amaciyla yapilan çalismalari ayrintilari ile anlatiyor.

...

DR. KUMKALE, Psikolojik Harekât'in bir ülke için ne kadar önemli oldugunu taze bir örnekle, "Kurtlar Vadisi Irak" filmi örnegi ile anlatiyor. Hepimizi heyecanlandiran, biraz da yüregimizi soguttugunu sandigimiz bu film, aslinda, Türk Silahli Kuvvetlerini güçsüz, beceriksiz göstermeyi hedefleyen küresel psikolojik harekâtçilarin- kendi açilarindan- basarili bir uygulamasidir. Türk ordusunun 11 seçkin askerinin yapamadigini Polat Alemdar ve üç arkadasi kolayca becerebilmektedir! Süleymaniye'de 11 seçkin askerinin basina çuval geçirilmekle, ordu-millet karakterindeki insanlarin gururu kirilmaktadir. Milletin bilinçaltindaki o abidenin, a sahane imajin, senaryosu ustaca kurgulanmis bir filmle dinamitlenmesi gibi, Hrant Dink'in katilinin iki güvenlik mensubu arasinda çekilen bayrakli görüntülerinin TGTR ekranlarinda tekrar tekrar gösterilmesi, diger televizyon kanallarina bedelsiz verilmesi de ayni psikolojik savasin bir baska uygulamasidir.


"Iste PSIKOLOJIK HAREKÂT budur. Iyi planlanip, uzman kisilerce uygulandiginda basarisi katlanarak büyümektedir.

"Derin devlet kavramiyla aslinda hedef alinan, derin devlet suçlamasiyla milletin gözünden düsürülmek istenen birim, Türk Silahli Kuvvetler bünyesinde görev yapan Özel Kuvvetler Komutanligi'dir."

Genelkurmay Baskanligi'na bagli olarak görev yapan Özel Kuvvetler, yapacaklari çok özel görevler nedeniyle, çok özel sekilde yetistirilen seçkin askerlerden olusur.

"Özel Kuvvetler; ülkemizin herhangi bir düsman bölgesi düsman isgali altina girdigi takdirde, bu topraklarda kalan Türkler tarafindan düsman kuvvetlerine karsi örgütlü ve planli olarak karsi konulmasi ve cephe gerisinde uygulayacagi gerilla eylemleri ile düsmana azami zarar verdirilmesi için baris zamaninda yapilacak hazirliklari yürüten askeri bir birliktir.

Çok seçkin subay-astsubay ve uzman personelden olusan birlik, yukarda belirttigim ana görevi disinda, yurtiçinde herhangi bir askeri birligin kabiliyetini asan özel görevleri de yerine getirir. Uçak kaçirmalar, sabotajlar, anarsi ve terör örgütlerine karsi düzenlenecek nokta operasyonlarinda basari ile görev alan Özel Kuvvetler, halk arasinda 'bordo bereliler' olarak isim yapmislardir. Bu birliklerde görev alma ayricaligina erismis rütbeli personelin, kamuoyu nezdinde, kendilerine ve ailelerine gurur verecek hakli, üstün bir yeri vardir."

Özel Kuvvetler, 12000 yillik tarihimizin her asamasinda, Cumhuriyet öncesinde de, Cumhuriyet sonrasinda da, degisik ad ve yapilanmalarla, Türk'ün yurt edindigi genis cografyalarin her parselinde etkin görevler üstlenmislerdir. Daha sonralari tümen seviyesinde örgütlenen Özel Kuvvetler, özel durumlarda savasma konusunda, dünyanin en iyi yetistirilmis askeri gücü oldugunu defalarca kanitlamistir.

Küresel gücün BOP kapsamindaki cografyada yapmayi düsündügü uygulamalar önündeki en büyük engel, Türk Silahli Kuvvetleri ve özellikle TSK bünyesinde görev yapan Özel Kuvvetler'dir. Kurulus amaci ve görevleri yasalarla belirlenen Özel Kuvvetler'in, her türlü yasa disi olaylari planlayan bir suç örgütü olarak gösterilmesi, küresel çapta planlanmis bir Psikolojik Harekât'tir.

Dr. Kumkale, Beynimizi Kimler Nasil Yönetiyorlar adli kitabinda, "düsmanlarimizin bizi bizden iyi tanidiklarini, bu yüzden ünü dünyaya yayilmis güçlü Türk ordusu ile çatisma riskine girmeden", kaleyi içten fethetme usullerini kullandiklarini vurgulayarak, "Bunun da adi psikolojik savastir" diyor.

"Aslinda bu etkili ve endirekt olarak hedefe giderek basarili sonuçlar alinmasi kaçinilmaz olan bu savas sekli yeni ve bilinmeyen bir sey degildi. 

Dünyanin en eski savas metotlarindan biri olan psikolojik savas (psikolojik harekât) insanlik tarihinin bilinen en eski devirlerinden beri kullaniliyordu ve hedefi dogrudan insan beyinleriydi." 

(...) "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulus dönemlerinden baslamak üzere, Türk halki üzerinde acimasiz ve sinsi psikolojik savas taktikleri uygulanmaktadir. Toplumun bütün kesimleri bu acimasiz ve sinsi fakat çok tesirli savasin etkisi alanindadir."

(...)"Insanlarimizin beyinleri, bilinçli sekilde sürdürülen planli ve programli yikici propagandanin bütün saldirilarina karsi korumasiz birakilmistir. Sonunda, dünyanin kendi kendine yetebilen birkaç ülkesinden biri olan, 600 yil dünyaya hükmetmis bir dünya devleti olusturan Türk milleti, kendi kendini yönetemez duruma gelmistir."

(...) "Dünyayi yeniden yapilandirmak için birçok proje üretip bunlari birbiri pesi sira yürürlüge sokan küresel güçler, bulundugumuz cografyada bizim gibi potansiyele sahip güçlü bir ülke istememektedir."

Bu hedefin önünde en büyük engel olarak Türk Silahli Kuvvetleri görülmektedir. O nedenle, toplumu sarsan her olumsuz gelisme, "derin devlet" suçlamasi ile ordu ile iliskilendirilmeye çalisilmaktadir.

Dr. Kumkale, ordumuzu yipratmaya yönelik Psikolojik Harekat'in argümanlarini söyle özetliyor:

"*Asker mafyalasmistir. Faili meçhul cinayetlerde parmagi vardir.

*Ordu içinde çeteler vardir ve bunlar kendi baslarina buyruk illegal isler yapmaktadir.

*Bazi ordu mensuplari, kara para aklama, uyusturucu ve silah ticaretine bulasmistir. Bu isleri, ordu içindeki görev geregi olan gizli çalisan birimler, gizlilik ve dokunulmazlik örtüsü altinda yapmaktadir."

Jeo-politik konumu ve tarihsel mirasi nedeniyle yasadigimiz topraklar ve de bizler her zaman küresel güç olma iddiasinda olanlarin boy hedefi olmusuzdur. 

5 bin devletçikten olusan yeni bir dünya haritasi olusturma pesinde olanlar, Türk Silahli Kuvvetlerini yipratmak için her firsati degerlendirmek isteyeceklerdir.

 

SON ZAMANLARDA GIDEREK DERINLESEN "DERIN DEVLET" TARTISMALARININ ARKASINDAKI GERÇEKLERI GÖREBILMEK IÇIN, DR.TAHIR TAMER KUMKALE'NIN YAZILARINI, ÖZELLIKLE DE "BEYNIMIZI KIMLER VE NASIL YÖNETIYORLAR" ADLI KITABINI OKUMALIYIZ, OKUTMALIYIZ. 


Medyamizin yabanci sermayenin eline geçmesinde bir sakinca görmeyenlere, rekabet ortaminin kalitenin yükselmesini saglayacagini savunanlara sormak isteriz: Hirant Dink'in öldürülmesinin ardindan, "derin devlet" tartismalarin, TGRT ekranlarinda defalarca yayinlanan ve diger kanallara ücretsiz servis edilen o malum görüntüler esliginde derinlesmesinin nedeni nedir?

Dikkat etmissinizdir, medyamizda derin devleti dillerine dolayip demokrasi özürlü oldugumuzu savunanlar, varliklarini yüzyillar boyu sürdürebilmis olan devletlerin yapilanmalarindan, bas taci ettikleri devlet geleneginden hiç söz etmiyorlar. Adi ne olursa olsun, Almanya'da, Fransa'da, Ingiltere'de, Amerika'da... bir derin devlet yapilanmasi yok mu?

Olmaz olur mu, elbette var. Var, ama Saros beslemesi bu 'embedet' kalemsörlerin gerçekleri anlatmak gibi bir kaygilari yok ki. Onlarin asli görevleri gerçekleri çarpitmak, beyin yikayicilara usaklik etmek.

Süper Güç'ün yörüngesine girmis medyanin yani sira, iktidar ve muhalefet arasinda da bilinçsizce sürdürülen "çetelesme" suçlamalarinin tozu dumani arasinda gerçekleri görebilmek, ne yazik ki mümkün olamiyor.

Peki neler oluyor, nedir bu derin devlet- kotr gerilla tartismalarinin gerçek yüzü?

"Derin devlet" suçlamalarinin asil hedefi ne, kimler, ne yapmak istiyorlar? Oyunun gerçek yüzünü göremeyenler, bilerek ya da bilmeyerek bu kurgulamanin bir figürani haline nasil geliyorlar?

Sorular, sorular, sorular...

Ülkesini seven herkesin gerçek yanitini bulmak için can attigi sorular...

Peki, karanlikta kalmaya mahkûm muyuz; derin devlet tartismalarini bos gözlerle mi seyredecegiz? "Derin devlet" saldirilari ile ne yapilmak isteniyor, bilemeyecek miyiz?

Hayir; çok sükür ki bir bilgemiz, ömrünü bu ülkede yasayan insanlarin mutluluguna adamis bir vatansever yazarimiz, emekli olduktan sonra bilgilerini, birikimlerini vatandaslariyla paylasabilmek için gece gündüz çalisan bir kurmay albayimiz var. 

Taniyorsunuz onu: Dr.Tahir Tamer Kumkale.

Dr. Kumkale, gazetemizde yazdigi makalelerde ve Beynimizi Kimler Nasil Yönetiyor adli kitabinda, güçlü ülkelerin ele geçirmeyi hedefledikleri ülkelere karsi uyguladiklari psikolojik savas yöntemlerini ve Türkiye'de bu saldirilari bosa çikarma amaciyla yapilan çalismalari ayrintilari ile anlatiyor.

Dr. Kumkale, zamanin Genelkurmay Baskani Org. Nurettin Ersin'in yönlendirmesi ile, Türkiye'de psikolojik harekat çalismalarini yönetip yönlendirecek olan Toplumla Iliskiler Baskanligi'nin (TIB) kurulusunda, Binbasi Oguz Kalelioglu ile birlikte çalismistir. 11Kasim 1983'te, Anayasa'nin 118'inci maddesine göre 294 sayili yasa ile kurulan ve daha sonralari Toplumla Iliskiler Baskanligi adini alacak olan Psikolojik Harekât Teskilati'nin ilk baskani, Tuggeneral Dogan Bayazit'ti.

21 yil hizmet görmüs ve uyguladigi Psikolojik Harekât Planlari ile ülkemize yönelik saldirilari gögüslemis ola teskilat, AB uyum sürecinde 2003 yilinda kapatilmistir!

DR. KUMKALE, Psikolojik Harekât'in bir ülke için ne kadar önemli oldugunu taze bir örnekle, "Kurtlar Vadisi Irak" filmi örnegi ile anlatiyor. Hepimizi heyecanlandiran, biraz da yüregimizi soguttugunu sandigimiz bu film, aslinda, Türk Silahli Kuvvetlerini güçsüz, beceriksiz göstermeyi hedefleyen küresel psikolojik harekâtçilarin- kendi açilarindan- basarili bir uygulamasidir. Türk ordusunun 11 seçkin askerinin yapamadigini Polat Alemdar ve üç arkadasi kolayca becerebilmektedir! Süleymaniye'de 11 seçkin askerinin basina çuval geçirilmekle, ordu-millet karakterindeki insanlarin gururu kirilmaktadir. Milletin bilinçaltindaki o abidenin, a sahane imajin, senaryosu ustaca kurgulanmis bir filmle dinamitlenmesi gibi, Hrant Dink'in katilinin iki güvenlik mensubu arasinda çekilen bayrakli görüntülerinin TGTR ekranlarinda tekrar tekrar gösterilmesi, diger televizyon kanallarina bedelsiz verilmesi de ayni psikolojik savasin bir baska uygulamasidir.
"Iste PSIKOLOJIK HAREKÂT budur. Iyi planlanip, uzman kisilerce uygulandiginda basarisi katlanarak büyümektedir.

"Derin devlet kavramiyla aslinda hedef alinan, derin devlet suçlamasiyla milletin gözünden düsürülmek istenen birim, Türk Silahli Kuvvetler bünyesinde görev yapan Özel Kuvvetler Komutanligi'dir."

Genelkurmay Baskanligi'na bagli olarak görev yapan Özel Kuvvetler, yapacaklari çok özel görevler nedeniyle, çok özel sekilde yetistirilen seçkin askerlerden olusur.

"Özel Kuvvetler; ülkemizin herhangi bir düsman bölgesi düsman isgali altina girdigi takdirde, bu topraklarda kalan Türkler tarafindan düsman kuvvetlerine karsi örgütlü ve planli olarak karsi konulmasi ve cephe gerisinde uygulayacagi gerilla eylemleri ile düsmana azami zarar verdirilmesi için baris zamaninda yapilacak hazirliklari yürüten askeri bir birliktir.

Çok seçkin subay-astsubay ve uzman personelden olusan birlik, yukarda belirttigim ana görevi disinda, yurtiçinde herhangi bir askeri birligin kabiliyetini asan özel görevleri de yerine getirir. Uçak kaçirmalar, sabotajlar, anarsi ve terör örgütlerine karsi düzenlenecek nokta operasyonlarinda basari ile görev alan Özel Kuvvetler, halk arasinda 'bordo bereliler' olarak isim yapmislardir. Bu birliklerde görev alma ayricaligina erismis rütbeli personelin, kamuoyu nezdinde, kendilerine ve ailelerine gurur verecek hakli, üstün bir yeri vardir."

Özel Kuvvetler, 12000 yillik tarihimizin her asamasinda, Cumhuriyet öncesinde de, Cumhuriyet sonrasinda da, degisik ad ve yapilanmalarla, Türk'ün yurt edindigi genis cografyalarin her parselinde etkin görevler üstlenmislerdir. Daha sonralari tümen seviyesinde örgütlenen Özel Kuvvetler, özel durumlarda savasma konusunda, dünyanin en iyi yetistirilmis askeri gücü oldugunu defalarca kanitlamistir.

Küresel gücün BOP kapsamindaki cografyada yapmayi düsündügü uygulamalar önündeki en büyük engel, Türk Silahli Kuvvetleri ve özellikle TSK bünyesinde görev yapan Özel Kuvvetler'dir. Kurulus amaci ve görevleri yasalarla belirlenen Özel Kuvvetler'in, her türlü yasa disi olaylari planlayan bir suç örgütü olarak gösterilmesi, küresel çapta planlanmis bir Psikolojik Harekât'tir.

Dr. Kumkale, Beynimizi Kimler Nasil Yönetiyorlar adli kitabinda, "düsmanlarimizin bizi bizden iyi tanidiklarini, bu yüzden ünü dünyaya yayilmis güçlü Türk ordusu ile çatisma riskine girmeden", kaleyi içten fethetme usullerini kullandiklarini vurgulayarak, "Bunun da adi psikolojik savastir" diyor.

"Aslinda bu etkili ve endirekt olarak hedefe giderek basarili sonuçlar alinmasi kaçinilmaz olan bu savas sekli yeni ve bilinmeyen bir sey degildi. Dünyanin en eski savas metotlarindan biri olan psikolojik savas (psikolojik harekât) insanlik tarihinin bilinen en eski devirlerinden beri kullaniliyordu ve hedefi dogrudan insan beyinleriydi." (...) "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulus dönemlerinden baslamak üzere, Türk halki üzerinde acimasiz ve sinsi psikolojik savas taktikleri uygulanmaktadir. Toplumun bütün kesimleri bu acimasiz ve sinsi fakat çok tesirli savasin etkisi alanindadir."

(...)"Insanlarimizin beyinleri, bilinçli sekilde sürdürülen planli ve programli yikici propagandanin bütün saldirilarina karsi korumasiz birakilmistir. Sonunda, dünyanin kendi kendine yetebilen birkaç ülkesinden biri olan, 600 yil dünyaya hükmetmis bir dünya devleti olusturan Türk milleti, kendi kendini yönetemez duruma gelmistir."

(...) "Dünyayi yeniden yapilandirmak için birçok proje üretip bunlari birbiri pesi sira yürürlüge sokan küresel güçler, bulundugumuz cografyada bizim gibi potansiyele sahip güçlü bir ülke istememektedir."

Bu hedefin önünde en büyük engel olarak Türk Silahli Kuvvetleri görülmektedir. O nedenle, toplumu sarsan her olumsuz gelisme, "derin devlet" suçlamasi ile ordu ile iliskilendirilmeye çalisilmaktadir.

Dr. Kumkale, ordumuzu yipratmaya yönelik Psikolojik Harekat'in argümanlarini söyle özetliyor:
"*Asker mafyalasmistir. Faili meçhul cinayetlerde parmagi vardir.

*Ordu içinde çeteler vardir ve bunlar kendi baslarina buyruk illegal isler yapmaktadir.

*Bazi ordu mensuplari, kara para aklama, uyusturucu ve silah ticaretine bulasmistir. Bu isleri, ordu içindeki görev geregi olan gizli çalisan birimler, gizlilik ve dokunulmazlik örtüsü altinda yapmaktadir."

Jeo-politik konumu ve tarihsel mirasi nedeniyle yasadigimiz topraklar ve de bizler her zaman küresel güç olma iddiasinda olanlarin boy hedefi olmusuzdur. 5bin devletçikten olusan yeni bir dünya haritasi olusturma pesinde olanlar, Türk Silahli Kuvvetlerini yipratmak için her firsati degerlendirmek isteyeceklerdir.

Neler yapilmak istendigini, bizim neler yapmamiz gerektigini bilebilmek için, Tahir Tamer Kumkale'nin Pegasus Yayinlari'nda çikan Beynimizi Kimler Nasil Yönetiyorlar kitabini mutlaka okuyalim.

KÜPE

Hepimizi ciddi bir tehdit altinda birakan küresel psikolojik saldiri ortaminda "beynimize sahip olabilmek için; yeterli ve dogru bilgilerle donanmis, sadece maddeyi degil, beraberinde milli suuru da özümsemis nesiller yetistirmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde, eski de olsa gelisen teknoloji ile sinirsiz güce ulasan psikolojik savas ve onun en güçlü silahi olarak bilinen propagandanin hedefi ve magduru olmaktan kurtulamayiz.


Dr. Veysel GANI



http://www.oncevatan.com.tr/Detay.asp?Yazar=3&yz=9692&sayfa=5

***

-WEBMASTERİN NOTU-

YAZARIN BAHSETTİĞİ KİTAP:

***

 

 

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE KARŞI PSİKOLOJİK HARP:

BAŞKA ÇETE OPERASYONLARI DA VAR

AÇIK İSTİHBARAT

Doç.Dr. Ümit Sayın

Ülkenin bölünmez bütünlüğü tehdit altındadır.

8.  Türkiye eğer bir önlem alınmazsa 4-15 yıl içinde Sevr koşullarına göre parçalanacaktır.

Geriye ne kalmıştır? Bu koşullarda TSK'nın devreye girmesi ve İç Hizmet Kanunu 35. maddeye göre önlem alması gün geçtikçe kaçınılmaz hale gelmektedir. 

Bu koşulları engellemek için de TSK, akademisyen, aydın, bilim insanı bağını ve koordinasyonunu kopartmak, Çete ile suçlanmak korkusunu tüm topluma yaymak istemektedirler. 

9 ay önce Alparslan Arslan ile bir kez telefonlaşan bir emekli subay operasyonu yürüten kişi olarak lanse edilmiştir. Bir şizofren bile daha iyi ve mantıklı düşünür. Türkiye'yi yönetmekte olan zihniyet ve güvenlik güçleri bilinçli veya bilinçsiz olarak psikozu olan kişiler gibi paralojik (mantıksız) ve tutarsız düşünmekte, olayları mantıksız olarak lanse etmektedirler, kartvizitlerden telefonlara, telefonlardan kişilere ve ıvır zıvır bağlantılara ulaşılarak işin faturası ulusalcılara ve TSK'ya çıkarılmak istenmektedir.

 İsterseniz TSK'ya karşı yürütülen psikolojik harbin bazı unsurlarını ele alalım. 

Bu harp ulusalcı dip dalgayı ve ulusalcı hareketleri bloke etmek, insanları korkutmak ve sindirmek için devlet içinde yapılanmış Avrupa Birliği ve yabancı derin devlet destekli şeriatçı, tarikatçı çeteler tarafından planlanmaktadır. 

Bu operasyon MOSSAD ve ABD'li istihbarat örgütleri tarafından uygulamaya konmakta, finansman Pentagon'dan ve CIA'den gelmektedir. Bu psikolojik harbe Pentagon 400 milyon dolar ayırdığını zaten açıklamıştır. Sözde Türk basını kullanılarak, Türk halkı, Türk Ordusuna karşı soğutulacak ve arası açılacaktır.

...

Neden ayrıca en çok Özel Kuvvetler Komutanlığına saldırılmaktadır?

Varolmayan ihale yolsuzlukları ve Özel Kuvvetlere mensup pek çok subay yıpratılmaya çalışılmaktadır? Bunun bilgisi şu gerçekte yatmaktadır:

Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli subaylar, çok gizli ve özel 2-3 yıllık bir kurs görürler, gayri nizami harp yöntemlerini öğrenirler ve bu bilgileri kimseye söylemezler. 

Özel Kuvvetlerin temel talimnamesinde var olan kuruluş planı şudur: 

Ani bir iç savaş ve işgal anında, milis kuvvetlerini ve halkı örgütlemek, yeraltı direnişi kurmak ve direniş mücadelesi ile işgali bertaraf edip ülkeyi kurtarmak veya ülkeyi yeniden kurmak. 

Bu çok özel bir eğitim gerektirir. 

Eğer Özel Kuvvetleri çökertirseniz veya halkla olan ilişkisini bozarsanız, o zaman bir işgal ve ya iç savaş durumunda Özel Kuvvetler görevini yapamaz. 

Demek ki bir işgal durumu veya bir iç savaş durumu planlanmaktadır. 

Bu bilgi zaten Norveç istihbaratı üzerinden Tempo ve Haftalık dergilerine bildirilmiştir; 2011'de Türkiye'de bir iç savaş ve Türkiye'yi parçalama planı vardır!  

Türkiye'nin düşmanları bu nedenle Türkiye'de oluşturmayı planladıkları bir  kaos veya iç isyan veya savaş durumu nedeniyle satılık Türk mütareke basınının TSK'yı yıpratmasını sağlamaya çalışmaktadırlar. 

2006'da TSK'ya karşı çok ciddi bir psikolojik harp yapılmaktadır. Hedef Türkiye'yi ve Türkleri yok etmektir.

 

TÜRK BASINI NEDEN KENDİ ORDUSUNA, TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE KARŞI KARA PROPAGANDA VE PSİKOLOJİK SAVAŞ YAPMAKTADIR?

2006 yılında Türkiye'de alınan kararlar hakkında etkinliği olan dış güçlerin ve  yabancı ülkelerin  istihbarat veya derin devlet uzantılarının en fazla rahatsız oldukları kurum Türk Silahlı Kuvvetleridir (TSK); çünkü TSK  tüm kurumlar içinde en güçlü, disiplinli, vatansever olan, silahlı mücadele ve müdahale yetkisi bulunan bir kurumdur. 

Ayrıca Türkiye Cumhuriyetini TSK kurmuştur ve hem Anayasa, hem de TSK İç Hizmetleri Kanunu (35. Madde) TSK'ya Türkiye'yi, iç ve dış düşmanlara karşı koruma yetkisi vermiştir. 

Ayrıca TSK, Atatürkçü ve vatansever bir ideolojiye sahiptir, tarikatlar  ve Cumhuriyet düşmanları  henüz bu kurumun içine sızamamışlardır. TSK, tehlikeli gördüğü dönemlerde 28 Şubatı da sayarsanız Cumhuriyet Tarihinde 4 askeri darbe yapmıştır. 

Bu darbelerde yeni Anayasalar, kanunlar  yapılmıştır, tüm hükümetler ve politikacılar tasviye edilmişler, ağır ceza mahkemelerinde yargılanmışlardır, bazıları ise idam edilmiştir. 

TSK iki temel olgu konusunda çok duyarlıdır, birincisi rejimin ve laikliğin korunması, ikincisi de Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünün korunması. 

Ayrıca elimizdeki Anayasa da 1982'de Türk Silahlı Kuvvetlerinin denetiminde yapılmış bir Anayasadır ve bu Anayasa Türk Silahlı Kuvvetlerinin koruması altındadır. 

2006 yılında her iki durum da tehdit altındadır, Anayasanın ise pek çok ilkesi delinmiştir. 

Durumu isterseniz özetleyelim (Haziran 2006'da, çok detaylı bilgi almak için http:// www.acikistihbarat.com adresindeki ilgili yazılara bakınız):

 

1) Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti kurulmuştur, bu bizim bir zamanlar kırmızı çizgimizdi, casus belli (yani savaş nedeni) idi. Güney Kürdistan'ın bir devamı da Güneydoğu Anadolu'da kurulmak istenmektedir. Bu durum bölünmez bütünlüğe tehdit oluşturmaktadır.  (Anayasanın değiştirelemez 2.,3. maddeleri ve 5. maddesiyle çelişiyor)

      2) PKK terörü ABD'nin ve Barzani ile Güney Kürdistan'ın desteğiyle tekrar azmıştır, Diyarbakır'daki, Şemdinli'deki ayaklanmalar her an bir silahlı isyana dönüşebilir, o bölgeler bağımsızlığını ilan edebilir. Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü tehlikededir. (Anayasanın değiştirelemez 1., 2., 3. maddeleri ve 5. maddesiyle çelişiyor, ayrıca madde 13 ve 14 ile çelişiyor)

      3) İrtica tarihte hiç görülmediği düzeyde artmıştır, Türkiye'yi yönetenlerin bazıları çok net ve açık bir dille rejimi değiştireceklerini söylemektedirler. Türkiye'nin laik ve demokratik yapısı tehlikededir, Türkiye dinci bir teokratik sisteme doğru gitmektedir. (Anayasanın değiştirelemez 2. ve 3. maddesiyle çelişmektedir, ayrıca bizzat hükümetin uygulamaları madde 13 ve 14 ile çelişiyor)

      4) Danıştay'a yapılan saldırı Türk hukukunu ve sistemi çok zedelemiştir. Artık Türkiye'nin Devletini temsil eden 'Derin' kurumlar bile tehdit altındadır. (Anayasanın 9. maddesiyle çelişen bir durum)

      5) Emniyet içinde illegal istihbarat çeteleri olduğu söylenmektedir, yani aslında çeteler TSK'nin içinde değil, Emniyet Teşkilatının içindeki şeriatçı, tarikatçı bazı yapılardan kaynağını almakta olduğu iddia edilmektedir (Anayasanın değiştirelemez 2. maddesi, ayrıca 8., 13., 14. ve 22. maddeler  ile çelişiyor)

      6) Yargıya yöneticiler ve hükümet müdahale etmektedirler, yargının artık bağımsız olduğunu söylemek mümkün değildir ve yargının bağımsız olmadığı yerde hukuk devleti olamaz, yani artık Türkiye'nin  bir HUKUK DEVLETİ olup olmadığı tartışmalıdır. Bu durum Anayasayı tehdit etmektedir. (Anayasanın 9. maddesi ihlal edilmektedir)

      7) Rum Pontus çalışmaları, Fener-Rum Patrikhanesinin Ekümenlik, Heybeliada Ruhban okulu çalışmaları devam etmektedir. Bu Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne aykırıdır. (Anayasanın değiştirelemez 2., 3., maddeleri ve 13., 14. ve 24. maddeleri ve daha pek çok başka maddesi ile çelişiyor)

      8) Kıbrıs elimizden tamamen gitmektedir. Ek protokol ile Kıbrısı kaybedeceğiz. (Anayasanın 2., 13. ve 14. maddeleriyle ve daha pek çok maddesiyle çelişmektdir)

      9) Ermeniler toprak istemektedirler, sözde Ermeni Soykırımı dünyanın pek çok yerinde kabul edilmektedir. (Anayasanın 2., 13. ve 14. maddesiyle çelişmektedir)

      10) Türkiye borç içindedir ve 330 milyar dolar borcu ile ekonomik bağımsızlığını yitirmek üzeredir. Nitekim gelmeyecek denen ekonomik kriz Haziran 2006 gelmiş ve Türk parası bir ayda  % 33 değer kaybetmiştir, bu devalüasyonun Temmuz 2006'da süreceği ve YTL'nin toplam en az % 50 değer kaybedeceği tahmin edilmektedir. (Anayasanın 6. ve 24. maddesi ile çeliştiği gibi pek çok maddesiyle çelişir durumlar yaratmaktadır)

      11) Avrupa Birliğinin Parlamento'sunun 1991-2002 arasında aldığı kararlar, SEVR ile büyük benzerlik göstermektedir. Türkiye bir SEVR olgusuyla karşı karşıyadır. Bu Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırıdır. (SEVR kabul edilemez, 24. madde ile çelişiyor, 2. madde ile ve tüm Anayasa ile çelişiyor)

      12) Türk kimliği Türkiye'yi yöneten kişilerce bir alt kimliğe indirilmeye çalışılmakta ve PKK'nın veya Kürtçülerin ağzından bir Türkiye'lilik kavramı ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. (Anayasanın 2. maddesi ve 66. madde ile çelişiyor, ayrıca Anayasa'daki pek çok madde ile çelişiyor)

      13) Türk toprakları yabancılara satılmakta, stratejik kurumları ise yabancı şirketlere bir kaç yıllık karına peşkeş çekilmektedir. (Anayasanın 2.,3. ve 6. maddesi ile çelişmektedir)

                                  

            Her hangi bir hükümet ulusal güvenliği tehdit edecek şekilde bu Anayasa maddelerini delerse, ihlal ederse veya herhangi bir yönetici bu maddeleri yukarıdaki gibi yok sayarsa ve onların tam zıddı eylemlerde bulunursa suçludur ve hemen tasviye edilmesi, daha sonra da Yüce Divan'da  yargılanması gerekir. Ama Türkiye'de bunu yapabilecek Ulusalcı bir Derin Devlet ya da Devlet kalmamış olduğu için bu yapılamamaktadır.

 

            İşte kevgir haline gelmiş olan yasaların ve Anayasanın artık tek bir koruyucusu kalmıştır. O da Türkiye'nin şu anda en sağlam ve en güvenilir kurumu olan Türk Silahlı Kuvvetleri. Yabancı güçler Türkiye'yi yıkabilmek, satın alabilmek ve parçalayabilmek için en büyük tehdit olarak gördükleri Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırmak istemektedirler. Bu saldırıyı yerli mütareke basını ile birlikte sürdürmektedirler. Mütareke basınıyla işbirliği içindeki yabancı odaklar ve Gladyo uzantıları tüm basın yasalarını ve etik ilkelerini ve ulusal güvenliği ihlal ederek, TSK'ya saldırmak ve halkın gözünde TSK'yı küçük düşürmek için ÇETE dedikoduları ve iddianameleri hazırlatmaktadır. İşin komik yönü TSK aleyhine Çete iddianameleri veya dedikoduları hazırlayanların büyük olasılıkla kendilerinin  aslında bir çete olduğu iddia edilmektedir . Sonuçta:

1.       Rejim tehdit altındadır.

2.       Laiklik tehdit altındadır.

3.       Cumhuriyet yapısı tehdit altındadır.

4.       Demokrasi tehdit altındadır, yerine İslam Teokrasisi getirilmek istenmektedir.

5.       Ülke çetelerin ve mafyanın kıskacındadır, yolsuzluk içindeki çeteler ve mafya tarafından kontrol ediliyor görünümü mevcuttur  

6.       Bağımsız yargı ve Hukuk Devleti ortadan kaldırılmak üzeredir.

7.       Ülkenin bölünmez bütünlüğü tehdit altındadır.

8.       Türkiye eğer bir önlem alınmazsa 4-15 yıl içinde Sevr koşullarına göre parçalanacaktır.

 

            Geriye ne kalmıştır? Bu koşullarda TSK'nın devreye girmesi ve İç Hizmet Kanunu 35. maddeye göre önlem alması gün geçtikçe kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu koşulları engellemek için de TSK, akademisyen, aydın, bilim insanı bağını ve koordinasyonunu kopartmak, Çete ile suçlanmak korkusunu tüm topluma yaymak istemektedirler. 9 ay önce Alparslan Arslan ile bir kez telefonlaşan bir emekli subay operasyonu yürüten kişi olarak lanse edilmiştir. Bir şizofren bile daha iyi ve mantıklı düşünür. Türkiye'yi yönetmekte olan zihniyet ve güvenlik güçleri bilinçli veya bilinçsiz olarak psikozu olan kişiler gibi paralojik (mantıksız) ve tutarsız düşünmekte, olayları mantıksız olarak lanse etmektedirler, kartvizitlerden telefonlara, telefonlardan kişilere ve ıvır zıvır bağlantılara ulaşılarak işin faturası ulusalcılara ve TSK'ya çıkarılmak istenmektedir. İsterseniz TSK'ya karşı yürütülen psikolojik harbin bazı unsurlarını ele alalım. Bu harp ulusalcı dip dalgayı ve ulusalcı hareketleri bloke etmek, insanları korkutmak ve sindirmek için devlet içinde yapılanmış Avrupa Birliği ve yabancı derin devlet destekli şeriatçı, tarikatçı çeteler tarafından planlanmaktadır. Bu operasyon MOSSAD ve ABD'li istihbarat örgütleri tarafından uygulamaya konmakta, finansman Pentagon'dan ve CIA'den gelmektedir. Bu psikolojik harbe Pentagon 400 milyon dolar ayırdığını zaten açıklamıştır. Sözde Türk basını kullanılarak, Türk halkı, Türk Ordusuna karşı soğutulacak ve arası açılacaktır.

1.       Şemdinli iddianamesi ile Genelkurmay başkanı olacak Atatürkçü, milliyetçi ve vatansever yönleri ile bilinen Kuvvet komutanına ÇETE Reisi denmiştir. Bu operasyon Emniyet güçleri içindeki bir çete tarafından yabancı istihbarat birimleri ile koordine olarak planlanmıştır. İşin içinde MI6, Mossad ve CIA'in olduğu tahmin edilmektedir.

2.       Son zamanlarda pek çok Özel Kuvvetler mensubu subay hakkında ÇETE iddianamesi ile soruşturma açılmıştır.

3.       Danıştay saldırısı yine subayların, TSK'nın  ve ulusalcıların üzerine yıkılmak istenmiştir.

4.       Son zamanlarda TSK ile koordine kişilere veya ilişkide bulunulan kişilere mütareke basını da aynı saflara çekilerek  Çete Teşhisi konması bir postmodern bir Avrupa Birliği modası olmuştur. Varolmayan çeteler için halen bir sürü Kafkaesk çete soruşturması sürmektedir. AB'nin ve yöneticilerin emrindeki bazı savcılar aynı Şemdinli iddianamesinde olduğu gibi görevlerini kötüye kullanmakta ve yargının bağımsızlığına gölge düşürmektedirler.

5.       Atabeyler çetesi denen bir çete uydurulmuş ve birileri Genelkurmayın önünde mütareke basınına zarflar içinde istihbarat bilgileri servis etmişlerdir. Bu operasyonun MOSSAD ve CIA bağlantılı güçlerce yapıldığı askeri istihbarat tarafından bilinmektedir.

           

            AB komisyonu Eylül 2005'te, yani Şemdinli'deki AB-PKK tezgahından 2 ay önce, gizli damgalı iç hizmet belgesinde Türk devletinin kırmızı çizgileri olan 'Tek millet, tek devlet, tek bayrak' sözünden rahatsız olmuş ve daha sonra pek çok istihbarat birimiyle koordine yaptığı bir operasyonla Çete Reisi olarak adlandırttığı komutan hakkında 'çok katı', 'aşırı milliyetçi' gibi yorumlar yaparak, Kara Kuvvetleri Komutanının Kıbrıs, Terör, iç güvenlik, AB hakkındaki milli görüşlerinden hoşlanmadığını daha o zaman belirtmiştir. Belli ki, şu andaki TSK emir komuta zinciri AB'nin Türkiye'yi kısa zamanda parçalamak için pek işine gelmemektedir.  Yani kısa sözün kısası, Avrupa Birliği utanmadan sizin Ulusal Ordunuzun geleceğine, iç yapısına bile karışmak istemektedir.

 

            Neden ayrıca en çok Özel Kuvvetler Komutanlığına saldırılmaktadır? Varolmayan ihale yolsuzlukları ve Özel Kuvvetlere mensup pek çok subay yıpratılmaya çalışılmaktadır? Bunun bilgisi şu gerçekte yatmaktadır:

                       

            Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli subaylar, çok gizli ve özel 2-3 yıllık bir kurs görürler, gayri nizami harp yöntemlerini öğrenirler ve bu bilgileri kimseye söylemezler. Özel Kuvvetlerin temel talimnamesinde var olan kuruluş planı şudur: Ani bir iç savaş ve işgal anında, milis kuvvetlerini ve halkı örgütlemek, yeraltı direnişi kurmak ve direniş mücadelesi ile işgali bertaraf edip ülkeyi kurtarmak veya ülkeyi yeniden kurmak. Bu çok özel bir eğitim gerektirir. Eğer Özel Kuvvetleri çökertirseniz veya halkla olan ilişkisini bozarsanız, o zaman bir işgal ve ya iç savaş durumunda Özel Kuvvetler görevini yapamaz. Demek ki bir işgal durumu veya bir iç savaş durumu planlanmaktadır. Bu bilgi zaten Norveç istihbaratı üzerinden Tempo ve Haftalık dergilerine bildirilmiştir; 2011'de Türkiye'de bir iç savaş ve Türkiye'yi parçalama planı vardır!  Türkiye'nin düşmanları bu nedenle Türkiye'de oluşturmayı planladıkları bir  kaos veya iç isyan veya savaş durumu nedeniyle satılık Türk mütareke basınının TSK'yı yıpratmasını sağlamaya çalışmaktadırlar. 2006'da TSK'ya karşı çok ciddi bir psikolojik harp yapılmaktadır. Hedef Türkiye'yi ve Türkleri yok etmektir.

 

BAŞKA ÇETE OPERASYONLARI DA VAR

 

            Enterasan olan TSK istihbaratıyla bağlantılı kişilerin verdikleri bilgiye göre,  YAŞ toplantısından önce başka Çete operasyonları da planlanmakta ve başka olaylar yaratılmak istenmektedir. Örneğin bazı subayların evlerine 'hırsızlar'  girmiş, bilgisayarlarını ve özel bilgilerini aşırmışlardır. Bunlar polise bildirilmiş ve kayıtları yapılmıştır. Enterasan olan bu subayların büyük kısmının Özel Kuvvetler Komutanlığı elemanı olmalarıdır.  Türkiye'yi ve Anayasayı korumakla görevli güvenlik güçleri ne yazık ki, Anayasayı ve Türkiye'yi korumakla görevli başka güvenlik güçlerine operasyon yapmaktadırlar. Üstelik bu operasyonlar, mütareke basını ile koordine olarak Türkiye'nin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetlerinin yok etmek, halkın gözünde küçük düşürmek ve herkesi sindirmek için yapılmaktadır. Avrupa Birliği, ABD ve birileri artık ULUS devlet olmamızı istememektedirler ki, Türkiye bir iç savaşın eşiğine getirilmekte, bu sırada da ordusu nerdeyse tasviye edilmek istenmektedir. Bu durumun hem Anayasa, hem de 35. madde ile çeliştiğini Türkiye'nin 35 bin subayı da bilmektedir, bu subaylar yemin etmişler ve  37. maddeye göre şöyle demişlerdir:

        Ğ Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle, hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve âmirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyliyeceğime namusum üzerine andiçerim.ğ

Evet sadece yemin etmekle olmuyor. Ülkenin tersanelerinin, limanlarının, fabrikalarının, madenlerinin daha fazla işgal edilip tüm ordusunun Avrupa Birliği Parlamentosu emriyle terhis edilmesi mi gerekmektedir, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesini hatırlamak ve Atatürk'ün vasiyetini gerçekleştirmek için? Anayasanın böyle delik, deşik olması bile Türkiye'nin savunma mekanizmalarını harekete geçirmeliydi, ama bazı 4 yıldızlara göre 'Söz konusu Avrupa Birliğiyse, gerisi teferruattır, Vatan ise gayri-fuzuli teferruattır'! Kim neyi beklemektedir ki artık! 

***


http://www.acikistihbarat.com/Yazilar.asp?yazi=216

 

TSK neden hedef alınıyor

logo

Sabahattin ÖNKİBAR

02.07.2007 

 

...Türkiye’nin Ortadoğu gibi kritik bir coğrafyada artık güçlü,kudretli ve de tarihsel misyonlu ya da kişilikli Ordusu olsun istenmiyor.

İstenmiyor çünkü Washington ve Brüksel’e göre Türk Ordusu’na çoğu zaman etki edilemiyor, söz dinletilemiyor.

Etki altına alınıp kontrol altında tutulan kimi siyasilerinin aksine onlar yani asker dün Kıbrıs bugün de K.Irak örneklerinde görüldüğü gibi zaman zaman dikleniyor.

İşte bunun için TSK’nın etkisizleştirilmesi gerekiyor.

İlk hedef de Türk askerinin Türk halkı ile aralarında var olan müthiş muhabbet ve güven ilişkisinin bertaraf edilmesi...

...

Evet Washington artık buyruğuna diklenecek bir ordu istemiyor.Onun için de TSK’nın tıpkı Emniyet Müdürlüğü misali tamamen politize olmuş ve iktidarın güdümüne girmiş bir yapı istiyor..

Peki AKP ABD’nin bu desteğine neden mi omuz veriyor?

Türkiye’de herkese diz çöktürüp biad ettiren AKP, TSK’ya diz çöktüremedi de ondan.

Evet AKP, kendini kabul etmediğini düşündüğü TSK’nın etkisizleştirilmesi projesinde Washington’la kolkoladır. Kimi AKP’lilere göre TSK Yeniçeri’dir ve mutlak bir ıslahat gerekmektedir.

Bugün Türkiye’de temel mücadelenin artık AKP ile diğer partiler arasında değil, AKP ile TSK arasında olduğu gibi bir görüntü verilmektedir.. Hayır bu komplo teorisi değildir, AKP’liler bunu tavır ve tutumları ile ortaya koyuyorlar.. 

AKP’nin seçim kampanyasına dikkat edin ve Gül’ün Cumhurbaşkanlığının engellenmesinde kimin kast edildiğine (askerin) bakın.. 

Keza Şemdinli’de Büyükanıt Paşa ve diğer komutanlara kurulan tezgahtan Hudson Enstitüsüne gelin ve oradan da askeri çete ile özdeşleştirecek son operasyon ya da sunumlara bakın.. 

Dahası, AKP ile ona yandaş tarikatların “Mayınları asker AKP iktidarı zarar görsün diye kendi patlatıyor” fısıltılarına kulak verin.. 

Bütün bunlar 22 Temmuz’da adeta TSK ile seçime girilecekmiş ve ona karşı sonuç alınacakmış gibi gayretlerin tezahürleri değil midir?

Evet tablo nettir. TSK’yi etkisizleştirme operasyonu bütün şiddetiyle sürmektedir..

 

Soğuk savaş bitti. SSCB tehdidi artık yok. Hal böyle olunca emperyal mazisi kayıtlı Türkiye’nin Ortadoğu gibi kritik bir coğrafyada artık güçlü,kudretli ve de tarihsel misyonlu ya da kişilikli Ordusu olsun istenmiyor.

İstenmiyor çünkü Washington ve Brüksel’e göre Türk Ordusu’na çoğu zaman etki edilemiyor, söz dinletilemiyor.

Etki altına alınıp kontrol altında tutulan kimi siyasilerinin aksine onlar yani asker dün Kıbrıs bugün de K.Irak örneklerinde görüldüğü gibi zaman zaman dikleniyor.

İşte bunun için TSK’nın etkisizleştirilmesi gerekiyor.

İlk hedef de Türk askerinin Türk halkı ile aralarında var olan müthiş muhabbet ve güven ilişkisinin bertaraf edilmesi...

Bunun için düğmeye basıldı ve psikolojik dezenformasyon için harekete geçildi.

Önce Okyanus ötesinden Hudson Enstitüsünden senaryolar AKP zirvelerinin yoğun çabası ile gündeme oturtuldu.

Ardından güya subay ve astsubayların oluşturduğu çete operasyonlarına start verildi.

İktidarın yüzde yüz kontrölündeki gazete ve tv’ler bu psikolojik harekat için seferber oldular.

Hatırlayın aynı filmi Atabeyler çetesi diye afişe edilen ama yargı kararı ile tek bir kişinin bile şu gün itibarı ile tutuklu olmadığı malum hadisede de şahit olmuştuk.

Evet Washington artık buyruğuna diklenecek bir ordu istemiyor.Onun için de TSK’nın tıpkı Emniyet Müdürlüğü misali tamamen politize olmuş ve iktidarın güdümüne girmiş bir yapı istiyor..

Peki AKP ABD’nin bu desteğine neden mi omuz veriyor?

Türkiye’de herkese diz çöktürüp biad ettiren AKP, TSK’ya diz çöktüremedi de ondan.

Evet AKP, kendini kabul etmediğini düşündüğü TSK’nın etkisizleştirilmesi projesinde Washington’la kolkoladır. Kimi AKP’lilere göre TSK Yeniçeri’dir ve mutlak bir ıslahat gerekmektedir.

Bugün Türkiye’de temel mücadelenin artık AKP ile diğer partiler arasında değil, AKP ile TSK arasında olduğu gibi bir görüntü verilmektedir.. Hayır bu komplo teorisi değildir, AKP’liler bunu tavır ve tutumları ile ortaya koyuyorlar.. AKP’nin seçim kampanyasına dikkat edin ve Gül’ün Cumhurbaşkanlığının engellenmesinde kimin kast edildiğine (askerin) bakın.. Keza Şemdinli’de Büyükanıt Paşa ve diğer komutanlara kurulan tezgahtan Hudson Enstitüsüne gelin ve oradan da askeri çete ile özdeşleştirecek son operasyon ya da sunumlara bakın.. Dahası, AKP ile ona yandaş tarikatların “Mayınları asker AKP iktidarı zarar görsün diye kendi patlatıyor” fısıltılarına kulak verin.. Bütün bunlar 22 Temmuz’da adeta TSK ile seçime girilecekmiş ve ona karşı sonuç alınacakmış gibi gayretlerin tezahürleri değil midir?

Evet tablo nettir. TSK’yi etkisizleştirme operasyonu bütün şiddetiyle sürmektedir..

Peki TSK ne mi yapıyor?

Elbette bu müthiş dezenformasyona karşı direniyor.

Burada bir parantez açıp bazı hatırlatmalar yapmak durumundayız.

TSK farkında mıdır bilmiyorum ama, AKP iktidarı ile beraber Ordu’nun artık kamuoyunu oluşturan odaklarda etkisi azalmıştır.. Dolayısı ile kamuoyu beklentilerine dönük hareket ve tavır artık söz konusu edilmemelidir..

Kamuoyu gündemi ve beklentisini artık tamamen AKP belirliyor. Bu itibarla TSK’nın bundan böyle kendi kamuoyunu yaratma ve de takip etme zorunluluğu vardır.. 

Daha açık bir ifade ile TSK niyet , arzu ya da hedefini belli ettikten sonra asla ve kat’a zerre geri adım atamaz.. Atarsa TSK’nın inandırıcılığı yani imajı yerle yeksan olur ki ABD ve AKP’nin askeri polis gibi yapma ya da etkisizleştirme projesi de işte o gün hayata geçmiş olur...
...

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yazarlar/selahattinonkibar/tsk-neden-hedef-aliniyor.html

 

Askerlere hakaretin yeni bahanesi Hudson Enstitüsü

Can Ataklı

23.06.2007

Haydi Ümraniye’ye bakalım

Başbakan Erdoğan yeni bir kavram attı ortaya. Nasıl “AKP’ye destek vermeyi” demokrasi, “karşı çıkmayı” ise darbecilik olarak değerlendiriyorsa, şimdi de “Bizden yana olanlar derin Türkiye” demeye başladı.

Soru şuydu: “Derin devlet var mı?”

Cevap “Hayır artık derin Türkiye var.”

Peki “derin Türkiye?” neymiş. “Bu ülkeyi sevenler, demokrasiye inananlar.”

Tayyip Bey “derin devlet” kavramını neden reddetmek istiyor?

Çünkü adı üstünde “derin devlet devletin içindeki bir organizma” olarak algılanıyor.

Şu anda devletin yönetimi AKP’de. Bu durumda derin devlet varsa bunu ortaya çıkarmak AKP’nin sorumluluğunda.

İktidardan uzaklaştırılacağı paranoyasına kapılan iktidar “derin Türkiye” kavramı ile askeri yıpratmanın bir bahanesi haline geldi.

Tayyip Bey bunu pekiştirmek için “Ümraniye’ye bakın, işin ucu nerelere gidiyor bir bakın” dedi.

Peki o zaman Ümraniye’ye bakalım.

Ümraniye’deki bir gecekonduda el bombaları ve patlayıcılar bulundu. Bununla ilgili olarak da bir emekli yüzbaşı tutuklandı. Bu yüzbaşının adı Danıştay cinayetine de karıştırılmak istenmişti.

Şu anda tam gerçeği bilemiyoruz, bu işin içinde bir tezgah var mı henüz anlayamıyoruz ama, bu olay, içinde bir yüzbaşının da bulunduğu çeteden başka bir şey değildir.
Bu çete hükümeti sıkıntıya sokmak için bazı provokasyonlara kalkışabilir mi?

 Kalkışabilir.

Peki bunu “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir parçası olarak” görebilir miyiz?

Böyle bir şey mümkün mü? Türk Silahlı Kuvvetleri böylesi bir çete olayının içinde olabilir mi?

Ama Tayyip Bey “Ümraniye’ye bakın, ucu nereye kadar gidiyor” diyerek bunu ima etmiyor mu?

Aynı şekilde Şemdinli olayında da “İşin ucu nereye kadar giderse oraya kadar gideceğiz” demiş ve ardından Van savcısı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı çete lideri gibi göstermemiş miydi?

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bu kadar yıpratmaya çalışmak kimseye yarar sağlamaz.

 

Birkaç gündür bütün medyada ve siyaset dünyasında Amerika’daki thing tank kuruluşu olan Hudson Enstitüsü’nde konuşulan bir senaryo var.

Senaryo şöyle: Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Tülay Tuğcu’ya bir suikast düzenleniyor. Hemen aynı sırada PKK’lı bir canlı bomba Beyoğlu’nda patlıyor ve 50 vatandaşımız hayatını kaybediyor. Bunun üzerine PKK terörünü kökünden kazımak amacıyla Türk silahlı Kuvvetleri 50 bin kişilik bir güçle Irak’a giriyor.

Toplantıda konuşulan senaryo bu.

Gelelim neden böyle bir senaryo hazırlandığına.

Dünyanın her ülkesinde, belli düzeydeki kişiler arasında, geleceği belli olan krizlerden önce, bu krizin çıkması için oluşacak koşullar tahmini olarak konuşulur.

1. Dünya Savaşı

Küçük bir örnek vermek istiyorum. 1. Dünya Savaşı Sırp Prensi’nin bir suikaste uğramasından sonra başlamıştır. Oysa herkes biliyordu ki, o günün gelişmelerine göre dünya savaşı bağıra bağıra geliyordu. Sadece bunun başlaması için bir bahane gerekiyordu. İşte prense düzenlenen suikast sayesinde bahane bulunmuş ve savaş başlamıştı.

İşte günümüzde de üst düzeyde görev yapan kimi kişiler, daha sonra önlem alabilmek amacıyla gelmekte olan bir tehlikenin nasıl bir bahane bulacağını tahmin etmeye çalışır. Bu açıdan bakınca Hudson’da konuşulan senaryo olacak anlamına değil, “böyle olursa bahane bulunur” ihtimalidir.

Bush’a suikast olursa

Bugün Amerika’da örneğin “Bush’un bir suikaste uğraması halinde neler olacağını tahmin eden” en az 10 ayrı senaryo vardır.

Türkiye’nin de çeşitli kuruluşlarının bu tür planlar yaptığı bilinmektedir. Örneğin Cumhurbaşkanı’nın bir nedenle görevini bırakması halinde neler olabileceğini tahmin etmeye çalışan senaryolar da üretilmiştir mutlaka.

Yine Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de elinde sayısız savaş senaryosu ve olası sonuçları ile ilgili tahminler rapor haline bile getirilmiştir.

Bunu bilmemiz gerek diye yazdım.

Danışman sahneye çıkıyor

Gelelim bu senaryonun ortaya çıkış biçimine ve sonraki gelişmelere.

Haber nasılsa Türkiye’de duyuldu. Duyulur duyulmaz Tayyip Bey’in danışmanlarından Egemen Bağış televizyon kanallarına çıkarak “Bu senaryoları dinleyen eğer Türkler de varsa onlar vatan hainidir” dedi.

Bağış’ın, o sırada söylemediği bir şey vardı. Bu toplantıda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Amerika Büyük Elçiliği’nde görevli subaylarından ikisi de bulunuyordu. Yani vatan haini olarak kastedilenler olarak askerler ima ediliyordu.

İşte o andan itibaren AKP olaya şiddetle sarıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik yıpratma ve hakaret kampanyası için bahane bulunmuştu artık.

AKP’ye destek veren ne kadar yazar, çizer, akademisyen, siyasetçi varsa ekranlara çıkıp “Asker açıklama yapmalıdır” demeye başladı.

Sanki gerçekmiş gibi

Bu zevat “komplo senaryosu” nedir bilmeyen Türk halkına şunu söylemek istiyordu: “Aralarında askerlerin de bulunduğu bir grup, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı’na suikast yapacak, Beyoğlu’nda bomba patlatacak, sonra ordu Irak’a girecek, savaş durumu nedeniyle seçimler ertelenecek, sıkıyönetim ilan edilecek, hükümet devreden çıkarılacak.”

Yani her ülkede yapılan bir ihtimal senaryosu Türkiye’de bir anda sanki gerçekmiş gibi algılanmış ve Cumhurbaşkanı’nı seçememenin öfkesi içinde AKP’ye, bundan sorumlu tuttuğu kuruluşlardan intikam alma fırsatı yakalamıştı. “Beni iktidardan indirecekler” paranoyasına kapılan AKP ve Tayyip Bey bilmiyorum farkında mı ama giderek batağa saplanıyor.

*****

Haydi Ümraniye’ye bakalım

Başbakan Erdoğan yeni bir kavram attı ortaya. Nasıl “AKP’ye destek vermeyi” demokrasi, “karşı çıkmayı” ise darbecilik olarak değerlendiriyorsa, şimdi de “Bizden yana olanlar derin Türkiye” demeye başladı.

Soru şuydu: “Derin devlet var mı?”

Cevap “Hayır artık derin Türkiye var.”

Peki “derin Türkiye?” neymiş. “Bu ülkeyi sevenler, demokrasiye inananlar.”

Tayyip Bey “derin devlet” kavramını neden reddetmek istiyor?

Çünkü adı üstünde “derin devlet devletin içindeki bir organizma” olarak algılanıyor.

Şu anda devletin yönetimi AKP’de. Bu durumda derin devlet varsa bunu ortaya çıkarmak AKP’nin sorumluluğunda.

İktidardan uzaklaştırılacağı paranoyasına kapılan iktidar “derin Türkiye” kavramı ile askeri yıpratmanın bir bahanesi haline geldi.

Tayyip Bey bunu pekiştirmek için “Ümraniye’ye bakın, işin ucu nerelere gidiyor bir bakın” dedi.

Peki o zaman Ümraniye’ye bakalım.

Ümraniye’deki bir gecekonduda el bombaları ve patlayıcılar bulundu. Bununla ilgili olarak da bir emekli yüzbaşı tutuklandı. Bu yüzbaşının adı Danıştay cinayetine de karıştırılmak istenmişti.

Şu anda tam gerçeği bilemiyoruz, bu işin içinde bir tezgah var mı henüz anlayamıyoruz ama, bu olay, içinde bir yüzbaşının da bulunduğu çeteden başka bir şey değildir.
Bu çete hükümeti sıkıntıya sokmak için bazı provokasyonlara kalkışabilir mi?

 Kalkışabilir.

Peki bunu “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir parçası olarak” görebilir miyiz?

Böyle bir şey mümkün mü? Türk Silahlı Kuvvetleri böylesi bir çete olayının içinde olabilir mi?

Ama Tayyip Bey “Ümraniye’ye bakın, ucu nereye kadar gidiyor” diyerek bunu ima etmiyor mu?

Aynı şekilde Şemdinli olayında da “İşin ucu nereye kadar giderse oraya kadar gideceğiz” demiş ve ardından Van savcısı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı çete lideri gibi göstermemiş miydi?

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bu kadar yıpratmaya çalışmak kimseye yarar sağlamaz.

*****

Bu gerginlik niye oldu?

Tayyip Bey Perşembe gününü inanılmaz bir siyasi trafikle geçirdi. Genelkurmay’a gitti. Irak’la ilgili brifing aldı. Oradan MİT’e gitti. İstihbarat bilgileri aldı.

Ardından bir bakanı Amerikan büyükelçisi ile görüştü. Sonra Çankaya Köşkü’ne çıktı.
Yaygın kanaat bir iki gün içinde Irak’a yönelik bir operasyon yapılacağı yönünde.
Oysa Başbakan “içerdeki 5000 teröristi hallettik de dışarıdaki 500 mü kaldı” diyerek Irak operasyonuna karşı çıkıyordu.

Şimdi sanki durum tam tersi gibi. Peki Başbakan neden bu kadar gerginlik yarattı. Sonuçta son bir ay içindeki her gelişmede olduğu gibi yine boyun eğmiş olmadı mı?

Gerçi miting konuşmalarında yine “mağduru oynamak” şıkkını seçtiğine göre, bunları başarısızlık olarak değil, seçmen gözünde prim olarak görüyor.

http://www4.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=23.06.2007&Newsid=124857&Categoryid=4&wid=142

 

Atatürkçülerin Stratejisi: Ordu-Millet Birlikteliği

 

Kaya Ataberk

 

Emekli Subayların Yargılanması ve “Vicdani Red” Kampanyası

Subaylara ve emekli subaylara yönelik yolsuzluk ve çete iddiaları son derece süratlendirilerek Ordu’nun millet gözündeki saygınlığının ortadan kaldırılmasını amaçlayan bilinçli bir karalama kampanyasına girişilmiştir. Aralık 2004’te Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil hakkında açılan yolsuzluk davası da bu sürecin en önde gelen oyunu olmuştu. Böylelikle Kuvvet Komutanlarının yargılanmasının da normalleştirilmesi hedefleniyordu.

Diğer taraftan Ordu’nun siyaset tarafından denetlenmesi adına askeri harcamaların Meclis kontrolüne verilmesi gündeme getirilmektedir. AKP’nin hakim olduğu bir Meclis’in Ordu’yu ne hale getireceğini bir düşünelim. Bu aynı zamanda Ordu’yu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlama planının da bir adımı olmuştu. Diğer taraftan, Ordu’nun normal bir şekilde işbirlikçilere, Şeriatçılara, bölücülere karşı yaptığı istihbarat faaliyetleri fişleme adı altında fırtınalara neden olmaktadır.

Bir diğer kampanya da özellikle Perihan Mağden gibi isimler eliyle tezgahlanan “vicdani red” olayıdır. Planın bu kısmı daha çok 2005 yılı Ağustos ayından sonra ortaya atılmıştır. 

Bu kampanyayla da Türk halkının askerlikten ve Ordu’dan uzak durmasının önü açılmaya çalışılmaktadır. Toplumsal yaşantının dışladığı marjinal kişilerin ve sömürge aydınlarının aktör olarak kullanıldığı kampanya, Ordu-millet birlikteliğini baltalamaya yönelmektedir. Ordu’nun askere alma yetkisinin ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir.

Kasım 2005’e gelindiğinde ise Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin hazırlanması ve basına sızdırılmasıyla bir fırtına kopartılmıştır. “Gizli Anayasa” olarak lanse edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGBS) Ordu’nun temel doktrinidir. Demokrasinin çöküşü olarak gösterilen MGSB’nin içeriğine bakıldığı zaman ana maddelerinin irtica, bölücülük ve teröre karşı mücadele, Yunanistan’ın 12 mil iddialarının savaş nedeni sayılması, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek milletin korunması ve devrim kanunlarının ödünsüz uygulanması olduğunu görmekteyiz. Batıcı, Kürtçü ve Şeriatçı tüm çevreler belgenin varlığına bile saldırmışlardır. Belgeyi 2003’te MGK’nın işlevini yitirmesine rağmen hâlâ sivillere görev dayatması olarak suçlayan çevreler aslında Ordu’nun vatan savunmasına yönelik politika üretmesine karşı çıkmaktadırlar.

Ordu’ya ABD-İngiliz Modeli

Bir taraftan da Ordu’ya Amerikan-İngiliz modeli önerilmektedir. Buna göre Ege Ordu Komutanlığı ve kuvvet komutanlıkları kaldırılacak, 3. Ordu tasfiye edilecek, Savunma Bakanlığı’na Pentagon işlevi verilecektir. NATO dışında konumlanan Ege Ordu Komutanlığı’nın kaldırılmaya çalışılması Yunan yayılmacılığı karşısında Türkiye’nin elini kolunu bağlamayı hedeflemektedir. Bunun yanı sıra planın özü, Jandarma’nın da tasfiye edilerek tüm Ordu’nun Milli Savunma Bakanlığı’na yani AKP’ye bağlanarak tasfiye ve ardından terhis edilmesidir.

Aslına bakılırsa Türkiye’nin son yıllarında Ordu’nun etkisizleştirilmesi ve adım adım tasfiyesi itiraf edilse de edilmese de gündemin baş maddesiydi. Bu aşamaların tümü aslında hazırlık amacı taşımaktaydı. Artık sıra oyunun son perdesinin tezgahlanmasına gelmişti. Tüm adımlar önceden emperyalist merkezlerde ve Kürt-İslam çetelerinin karargahlarında planlandığı gibi atılmıştı ve artık nihai darbeyi indirmenin zamanı gelmişti.


 

AKP, ABD ve AB’nin Ordu’yu Tasfiye Planı

Türkiye’nin yeniden Sevr koşullarına sürüklenmesi artık toplumun geniş kesimleri tarafından bir paranoya olarak değil, somut ve yakın bir tehdit olarak algılanıyor. Emperyalizm, bölücüler ve Şeriatçılar tarafından kurulan tezgah karşısında örgütlenmek ve direnmek tüm ulusal kuvvetlerin ve devrimcilerin görevidir. Türk düşmanı cephe çok iyi bilmektedir ki Türkiye’de bölünmenin, Şeriatın ve işbirlikçiliğin karşısında konumlanan güçlerin başında Türk Ordusu gelmektedir. Bugün Türkiye bölünecekse, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı ve ardından halife olacaksa, Sevr planı yeniden uygulamaya geçirilecekse, Türk Ordusu gücünü ve varlığını koruduğu sürece bu iş çok da kolay olmayacaktır. Vatan savunması tüm Türklerin ortak görevidir ancak bu savunmanın silahlı boyutunu gerçekleştirecek olan da Türk milletinin silahlı kuvvetleridir. Bu nedenle Batının ve ajanlarının tüm saldırılarının hedefinde Türk Ordusu yer almaktadır ve gene bu nedenle Türk milletini ve vatanını savunacak bir devrimci strateji çizilirken savunulması gereken en önemli mevzi Türk Ordusu olmalıdır. Vatan tehlikededir ve işin daha da kötüsü vatanı korumakla görevli kuvvet de tehlikededir.

3 Ağustos 2002’den günümüze kadar yaşadığımız sürecin temel bileşenleri Türkiye’de ulus-devletin tasfiyesi ve Ordu’nun belirli aşamalardan geçirilerek terhis edilmesidir. Bu konuda ABD ve AB’nin ortak kararı vardır. Her iki emperyalist güç de bölgede güçlü ulus-devletler ve ulusal ordular istememektedir. Bunun en önemli ve en güçlü örneği de Türkiye’de bulunmaktadır. Türkiye sömürgeleştirilmek istenmektedir. Bunu yapabilmek içinse Türk milletinin kendisini koruyacak esas refleksleri veren kurumların tasfiyesi, sömürgeci güçler açısından ilk şart olmaktadır.

Burada bu işin yerli işbirlikçileri olarak bölücüler ve Şeriatçılar devreye girmektedir. Bunlar Kürt devletini ve Şeriat devletini kurabilmeleri için Türk devletinin ve özellikle de Ordusunun tasfiye edilmesinin temel zorunluluk olduğunun farkındadırlar. Bunların tüm siyasal doğrultuları emperyalizminkilerle bire bir çakışmaktadır. Artık Türkiye öyle bir noktaya gelmiştir ki Ordu devleti ve milleti korumak temel görevlerini yerine getirebilmek için ilk olarak aslında kendisine yönelik bu tehlikeyi bertaraf etmek zorundadır. Ancak maalesef, halen Ordu düşmanı cephenin kafasının daha net olduğu acı bir gerçekliktir.

AB temsilcisi Kretschmer, Soros paralarıyla hazırlanan TESEV Almanağı’nı tanıtırken “Silahlı Kuvvetler üzerinde sivil kontrol, Türkiye’nin AB sürecinde kilit rol. Asker, hemen her konuda konuşuyor, bunun da halk üzerinde büyük etkisi oluyor.” demektedir. Emperyalistler Ordu’nun milletle olan bağının kuvvetini de görmektedirler. İlk olarak yaptıkları işlerden biri de bu bağı çözmeye çalışmak olmaktadır. Ancak olayın şu anki noktasına gelmesi bir anda olmamıştır. Sürecin gelişi aslında AKP iktidarının ilk günlerinden bugüne ele alınmalıdır.

YAŞ Kararlarına Şerh ve Sivil MGK İle Operasyon Başlıyor

AKP’nin 2002 yılının Kasım ayında iktidara gelmesinin hemen ardından toplanan Aralık ayı Yüksek Askeri Şurası’nda her zaman olduğu gibi irticai faaliyetlere katıldığı saptanan bir kısım TSK personelinin Ordu’dan ihracı kararı çıkartılmıştı. Tayyip Erdoğan henüz sabıkası dolayısıyla Başbakan olmadığı için Abdullah Gül bu makamı işgal ediyordu.

YAŞ sonucunda alınan ihraç kararlarına Başbakan Abdullah Gül ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül muhalefet şerhi koyarak süreci tetiklediler. Bu bir anlamda 28 Şubat’tan beri Ordu’nun kararlı bir şekilde yürüttüğü irtica temizliğine bir tepkiydi ve artık kendilerinin iktidar olduklarının duyurusuydu. Ancak mesajın daha derin bir anlamı da vardı. AKP sadece 28 Şubat’la değil Türk Ordusu’nun tüm yapısıyla ve varlığıyla hesaplaşmaya girişmişti. Hedefte 28 Şubat’ın değil 19 Mayıs’ın rövanşını almak vardı. Ancak bunun anlaşılması hem Ordu hem de Atatürkçü kesimler açısından kolay olmayacaktı.

Ağustos 2003’e gelindiğinde ise artık Tayyip Erdoğan Başbakandı ve şerh koyma sırası ondaydı. Bu sefer bir adım daha ileri gidilerek YAŞ kararlarının bilgi edinme ilkesi kapsamına alınması ve yargı denetimine açılmasının yolları aranmaktaydı. Böylelikle Ordu’nun iç işleyişinin felce uğratılması sağlanacaktı ve gerici sızmalara karşı mücadele edilmesi engellenmiş olacaktı.

2003 yılında YAŞ’ın toplanmasının hemen öncesinde, MGK’nın yapısının değiştirilmesine yönelik plan da devreye sokulmuştur. ABD-AB-AKP ortak planının ana maddeleri MGK’nın Türkiye’nin siyasal durumu üzerindeki etkisinin ortadan kaldırılması üzerine kuruluydu. Öncelikle MGK’nın hiçbir icra yetkisi bırakılmayarak basit bir danışma kuruluna dönüşmesi sağlanacak, ardından da MGK Genel Sekreterinin AKP güdümünde bir sivil olması sağlanarak kurul tamamen işlevsizleştirilecekti.

Temmuz 2003’te Abdullah Gül soruyordu: “MGK’nın icra yetkileri mi yoksa danışma niteliği mi olmalı? AB kriterlerine göre icra yetkisi olamaz. AB ülkelerinin hepsinde danışma niteliğindedir.”

Cemil Çiçek ise; “Sanki her ay bir mahkeme kuruluyor, sivil kesim günah işlemiş gibi gidip hesap veriyor.” diyerek Türk askerinin karşısında duydukları suçluluk duygusu ve rahatsızlığı dile getiriyordu.

Plan çok açıktı ancak bu plana direnilemedi. AB’nin 7. uyum paketinin kapsamında MGK Genel Sekreteri sivilleştirildi, toplantılar iki ayda bire düşürüldü ve MGK tamamen işlevsiz, göstermelik bir kuruma dönüştürüldü.

Nisan 2004’te ise Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Yasasının 35. maddesinin değiştirilmesi gündeme getirildi. Madde, Silahlı Kuvvetler’in görevini “…Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak” olarak tanımlıyordu. AKP’nin ve tüm işbirlikçi cephenin tezi ise bu maddenin kaldırılmasının darbeleri engelleyeceği idi. Aslında yapılmak istenense Ordu’nun ulus-devleti koruma ve vatan savunması misyonunun ortadan kaldırılmasıydı. Bu adımları takip edense geniş bir yıpratma kampanyası oldu.

Emekli Subayların Yargılanması ve “Vicdani Red” Kampanyası

Subaylara ve emekli subaylara yönelik yolsuzluk ve çete iddiaları son derece süratlendirilerek Ordu’nun millet gözündeki saygınlığının ortadan kaldırılmasını amaçlayan bilinçli bir karalama kampanyasına girişilmiştir. Aralık 2004’te Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil hakkında açılan yolsuzluk davası da bu sürecin en önde gelen oyunu olmuştu. Böylelikle Kuvvet Komutanlarının yargılanmasının da normalleştirilmesi hedefleniyordu.

Diğer taraftan Ordu’nun siyaset tarafından denetlenmesi adına askeri harcamaların Meclis kontrolüne verilmesi gündeme getirilmektedir. AKP’nin hakim olduğu bir Meclis’in Ordu’yu ne hale getireceğini bir düşünelim. Bu aynı zamanda Ordu’yu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlama planının da bir adımı olmuştu. Diğer taraftan, Ordu’nun normal bir şekilde işbirlikçilere, Şeriatçılara, bölücülere karşı yaptığı istihbarat faaliyetleri fişleme adı altında fırtınalara neden olmaktadır.

Bir diğer kampanya da özellikle Perihan Mağden gibi isimler eliyle tezgahlanan “vicdani red” olayıdır. Planın bu kısmı daha çok 2005 yılı Ağustos ayından sonra ortaya atılmıştır. Bu kampanyayla da Türk halkının askerlikten ve Ordu’dan uzak durmasının önü açılmaya çalışılmaktadır. Toplumsal yaşantının dışladığı marjinal kişilerin ve sömürge aydınlarının aktör olarak kullanıldığı kampanya, Ordu-millet birlikteliğini baltalamaya yönelmektedir. Ordu’nun askere alma yetkisinin ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir.

Kasım 2005’e gelindiğinde ise Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin hazırlanması ve basına sızdırılmasıyla bir fırtına kopartılmıştır. “Gizli Anayasa” olarak lanse edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGBS) Ordu’nun temel doktrinidir. Demokrasinin çöküşü olarak gösterilen MGSB’nin içeriğine bakıldığı zaman ana maddelerinin irtica, bölücülük ve teröre karşı mücadele, Yunanistan’ın 12 mil iddialarının savaş nedeni sayılması, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek milletin korunması ve devrim kanunlarının ödünsüz uygulanması olduğunu görmekteyiz. Batıcı, Kürtçü ve Şeriatçı tüm çevreler belgenin varlığına bile saldırmışlardır. Belgeyi 2003’te MGK’nın işlevini yitirmesine rağmen hâlâ sivillere görev dayatması olarak suçlayan çevreler aslında Ordu’nun vatan savunmasına yönelik politika üretmesine karşı çıkmaktadırlar.

Ordu’ya ABD-İngiliz Modeli

Bir taraftan da Ordu’ya Amerikan-İngiliz modeli önerilmektedir. Buna göre Ege Ordu Komutanlığı ve kuvvet komutanlıkları kaldırılacak, 3. Ordu tasfiye edilecek, Savunma Bakanlığı’na Pentagon işlevi verilecektir. NATO dışında konumlanan Ege Ordu Komutanlığı’nın kaldırılmaya çalışılması Yunan yayılmacılığı karşısında Türkiye’nin elini kolunu bağlamayı hedeflemektedir. Bunun yanı sıra planın özü, Jandarma’nın da tasfiye edilerek tüm Ordu’nun Milli Savunma Bakanlığı’na yani AKP’ye bağlanarak tasfiye ve ardından terhis edilmesidir.

Aslına bakılırsa Türkiye’nin son yıllarında Ordu’nun etkisizleştirilmesi ve adım adım tasfiyesi itiraf edilse de edilmese de gündemin baş maddesiydi. Bu aşamaların tümü aslında hazırlık amacı taşımaktaydı. Artık sıra oyunun son perdesinin tezgahlanmasına gelmişti. Tüm adımlar önceden emperyalist merkezlerde ve Kürt-İslam çetelerinin karargahlarında planlandığı gibi atılmıştı ve artık nihai darbeyi indirmenin zamanı gelmişti.

Tasfiye Operasyonunun Son Kilometre Taşları: Şemdinli, Danıştay ve Atabeyler

Son yaşanan olaylar içinde üç tanesi özellikle ayrı bir önem taşımaktadır. ABD ve AB’nin Ordu’yu pasifize etme çabaları, Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığının dağıtıcı etkileri ve satılık kalemlerin, sömürge aydınlarının rutin karşı propagandasının ötesinde bir tasfiye operasyonu başlatılmıştır.

Bunun ilk perdesi Şemdinli’de sahneye konulmuştur. Şemdinli’de PKK’lı Seferi Yılmaz’ın Umut Kitabevi’nin bombalanması olayı tezgahlanmış, bir anda tüm ilçe halkı sokaklara dökülerek iki astsubayımızı linç etmek istemiş ve bir çeşit ayaklanma denemesi ortaya konmuştur. Olayın gelişiminin ve sonrasında yaşananların gösterdiği tek şey olayın PKK-AKP ve Fethullahçı istihbaratçılar eliyle düzenlenmiş bir provokasyon olduğuydu. Astsubaylar JİTEM elemanı olmakla ve kitabevini bombalamakla suçlanırken, Org. Yaşar Büyükanıt askerlerine sahip çıkan açıklamalarda bulunmuştu. Ardından Şemdinli olaylarıyla ilgili olarak Van Cumhuriyet Başsavcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianamede Türkiye tarihinde uzunca bir aradan sonra ilk kez bir kuvvet komutanının çete kurmakla suçlandığı görülecekti.

Olayın son olarak varacağı noktanın Org. Büyükanıt ve PKK’yla savaşmış diğer komutanların savaş suçlusu olarak yargılanacağı bir ortamın yaratılması olacağı görünüyordu. Türk komutanları adeta Miloseviç durumuna düşürülmek isteniyordu. Olayın bu şekilde Org. Büyükanıt’a ulaştırılmasıyla “ulusalcı” kesimlerin aklı başına gelebilecekti.

Ancak tezgah Şemdinli’yle de sınırlı kalmadı. Şemdinli’den sonuç alamayan Kürt-İslam kadrosu bir yeni denemeyi Danıştay baskınıyla gerçekleştirmeye çalıştı. Bu sefer bir taşla birkaç kuş birden vurulmaya çalışılıyordu. Danıştay olayıyla ilk olarak cumhuriyetçi, laik tüm ulus-devlet kurumlarına gözdağı verilmek istenmiştir. Olayı gerçekleştiren Kürt-İslamcı militan Alparslan Aslan’ın bu iş için özel olarak yetiştirilmiş ve görevlendirilmiş olduğu olayın akışı içerisinde daha iyi anlaşılmıştır.

Ancak, tertipçilerin tek amacı bu değildir. AKP’li bakanlar olayın hemen ertesinde yaptıkları açıklamalarda emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin’in olayın azmettiricisi olduğunu ve baskını gerçekleştirenlerin “ulusalcı bir çete” olduğunu duyurdular. Gözaltına alınan Tekin için tutuklama kararı çıkarılmadığı gibi daha sonra olay hakkında hazırlanan iddianamede adı bile geçmeyecekti.

Plan bu noktadan sonra iki amaca yöneliyordu. Muzaffer Tekin, hem emekli bir subay olarak hem de milliyetçi, Atatürkçü bir Türk vatandaşı olarak belirli kesimlere saldırmanın ara aşaması olarak değerlendirilmek isteniyordu. Bir taraftan ulusal güçler toplumun gözünde tecrit edilmek istenirken diğer taraftan da Tekin’in emekli bir subay oluşu dolayısıyla olay yeniden “derin devlet” tartışmalarına vardırılarak Org. Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanlığının zora gireceği bir ortam yaratılmak isteniyordu.

Son olarak oynanan kart ise Ordu’nun kendi flaması, marşı olan bir özel birliğine Kürt-İslamcı istihbaratçıların tezgahladığı baskınla ortaya çıkan “Atabeyler Çetesi” olayı oldu. Tüm Ordu düşmanı cephe yeniden “Jandarma tasfiye edilsin, derin devlet açığa çıkarılsın” çığlıkları atmaya başladı.

Tüm bu tezgahlar boşa çıkmış durumdadır. Ama şimdilik... AKP’nin başını çektiği Kürt-İslam cephesi ve onların Batılı efendileri, bir süreliğine tezgahlarını durdurdular. Ancak bu işin burada biteceğini düşünmek saflık olur. Yaşanan olayı sadece Org. Büyükanıt’ı engelleme tezgahı olarak ele almak da yetersizdir. Yaşanan süreç aslına bakılırsa Ordu’nun tasfiye edilmesine yönelik kapsamlı bir darbe sürecidir ve darbe ancak geçici olarak savuşturulmuştur.

Burada durup bir kez daha düşünelim. Eğer bu tezgah başarılı olsaydı ne durumda olacaktık? İlk başta Türk Ordusu, Kara Kuvvetleri Komutanı hapse atılmış bir durumda madden ve manen çökmüş olacaktı. Başta Jandarma olmak üzere TSK’nın tüm birimleri çete olarak adlandırılarak önce tasfiye ardından da terhis edilecekti. Ordu sahneden çekilirken PKK, ABD, AB, Fethullahçılar ve diğerleri artık kendi yazdıkları senaryonun finalini oynayacaklardı: Sevr, Hilafet, Kürt devleti, işgal... Tabii ki, tehlike geçmiş değildir. Son adım atılamadı ama diğer tüm adımlar başarılı olarak tamamlanmıştır ve uyanık olmak gerekmektedir.

“Ordu Göreve”nin Anlamı

Bir dönem çok saldırılan “Ordu göreve” çağrısının anlamı da burada daha iyi ortaya çıkmaktadır. Aslında burada Ordu’ya bir darbe çağrısı değil, Ordu’nun kendisine yönelecek Amerikancı, Şeriatçı, Kürtçü darbeyi engellenmesi çağrısı yapılmaktaydı. Ordu ancak bunu engelleyebilirse Türk milletine karşı esas görevi olan vatan savunmasını yerine getirebilecekti. Ancak bunun engellendiği bir Türkiye’de gelinen nokta Danıştay, Şemdinli, Atabeyler gibi tezgahlarla Ordu’ya darbenin başarılı olmasına ramak kalınacak bir yer olmuştur.

“Ordu göreve” çağrısını antidemokratik bulan çevrelerin de akılları ancak iş Org. Yaşar Büyükanıt’a kadar vardırılınca başlarına gelebilmiştir. Bugün gelinen noktada bu tezgahları hazırlayan odakların aynı zamanda TESEV raporlarının da hazırlayıcısı olan kesimler olduğu iyiden iyiye ortaya çıkmaktadır. Org. Büyükanıt’ın Harp Akademisi konuşmasında özellikle gönderme yapılan Emniyet içerisindeki Kürt-İslamcı-Fethullahçı yapılanmanın rolü ortadadır. Bu ekip tüm planlarını Org. Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanlığının engellenmesi üzerine kurmuştu. Ancak tüm çabalara rağmen amaçlarına ulaşamadılar ve Büyükanıt dönemi açıldı.

Bu noktada hem Türk devrimcileri açısından hem de başta Ordu olmak üzere ulus-devlet kurumları açısından bir karar aşamasına gelindiği ortadadır. Ordu ya kendisinden başlayarak tüm ulusal güçlerin tasfiyesini izleyecektir ya da buna dur diyecek önlemleri alacaktır. Atatürkçü halk güçleri açısından da aynı karar verilmelidir. Ya Ordu’nun tasfiye edilmesine seyirci kalınacak ve ardından gelecek bölünme, parçalanma ve Hilafet karşısında hiçbir şey yapılamayacak noktaya gerilenecek ya da Ordu’ya tam destek çıkarak emperyalist-gerici-bölücü tasfiye planı boşa çıkartılacaktır.

Özellikle Ordu açısından gelinen nokta, Org. Yaşar Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanı olmasıyla beraber iyiden iyiye kendini belli etmeye başladı. Hilmi Özkök dönemi ile yeni dönem arasında belirgin farklılıklar olduğu daha komutanların ilk açıklamalarıyla ortaya çıkmış bulunuyor. İlk olarak Kuvvet Komutanlarının gericiliğe, PKK’ya ve AB’ye verdikleri sert mesajların ardından Org. Büyükanıt artık sessiz kalmayacaklarını, Ordu’ya saldıran kesimlerden hesap soracaklarını açıkladı. Böylece Ordu ile gericilik, bölücülük ve genel olarak siyaset kurumu arasındaki çelişkiler kızıştı.

Org. Büyükanıt’a karşı Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç, Türkiye’de gericiliğin olmadığı yönünde bir çıkış yaptılar ama Harp Akademileri’nin açılışında yaptığı konuşmada Org. Büyükanıt; bu noktada ısrarcı olduğunu şu sözlerle belirtti: “Cumhuriyeti korumak siyaset değil, görevdir. İrtica tehlikesi vardır ve önlem alınmalıdır.” Bu durum aslında Yüksek Askeri Şura’da bazı askeri personelin ilk kez “irticai faaliyet” nedeni açıkça belirtilerek uzaklaştırılmalarından da anlaşılmıştı. Ancak gerici siyaset ile Ordu arasında durumun bir gerginliğe dönüşmesi farklı bir tartışma da yaratmış oldu.

Tabii ki iş burada da bitmemiştir. PKK’nın İmralı’dan aldığı direktifle “ateşkes” ilan etmesinin ardından Tayyip Erdoğan ve DYP lideri Ağar’ın ateşkes yapılmasını savunmaları, Ordu’nun tepkisini daha da fazla çekti. Org. Büyükanıt, Ağar’ı çok sert bir dille eleştirerek Ordu-siyaset tartışmasını bir kez daha gündeme getirdi. Ordu düşmanı Batıcılar, Kürtçüler, Şeriatçılar Özköklü yılları daha şimdiden özlüyorlar.

“Dört Yıllık Suskunluğun Sonu”

Önceki Genel Kurmay Başkanlarımızdan Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu yaşanan süreci açık olarak şöyle tanımlamıştır: “Dört yıllık suskunluğun sonu.” Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en ağır yıllarını yaşadığı bu son süreçte, Hilmi Özkök’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başında bulunması gibi çok önemli bir handikapla karşı karşıya kalmıştı. Tüm yaşananların karşısında Özkök susmayı tercih etmiş, hatta konuşmak isteyen başka komutanları da Ordu adına konuşmaya sadece kendisinin yetkili olduğunu söyleyerek engellemeye çalışmıştı. Ordu’nun geneli Türkiye’nin içine sokulduğu gericileşme ve parçalanma sürecinden rahatsız olup, görevini yapmak isterken Özkök bu duruma sebep olanlarla değil buna engel olmak isteyenlerle sorun yaşamıştır, onları durdurmaya çalışmıştır. Bu yaptıklarıyla, daha doğrusu bir Türk Komutanı olarak yapması gerektiği halde yapmadıklarıyla da, arkasından gidişine ağlayan bir kitle bırakmıştır.

İlk kez ikinci cumhuriyetçilerden Şeriatçılara, bölücülerden komprador solculara kadar geniş bir ihanet yelpazesinin bir Genel Kurmay Başkanı’nın gidişine bu kadar üzüldüğüne ve arkasından ağıtlar yaktığına şahit olduk. Bu Özkök açısından o kadar büyük bir “başarı”dır ki o daha gider gitmez aynı hainler yeni gelen komuta kademesine karşı eskisinden de beter bir düşmanlığa devam etmektedirler. Buradan da anlaşılan şudur ki, ne Ordu değişmiştir ne de Ordu düşmanlarının bakış açısı. Özkök kendi bireysel sempatizan kitlesini gericilerden, bölücülerden, AB temsilcilerinden yaratmış bulunmaktadır. Bunun bir Türk askeri açısından ne kadar acı verici olması gerektiği ise asker ya da sivil tüm Türk milletinin malumudur. Özkök, açık bir şekilde tasfiye planının parçası olmuştur.

Aslına bakılırsa Cumhuriyet tarihi boyunca en Amerikancı yönetimlerin Ordu’da üst kademelere geldiği dönemlerde bile Ordu belirli noktalarda gene de tepki verebilmiştir. Bu genel olarak asker ile komprador siyaset kurumu arasında var olan derin çelişkinin kişilere ve dönemlere bağlı olmaksızın etkisini göstermesinden kaynaklanmaktadır. Özkök ise Kenan Evren’in bile yapmayacağı kadar bu komprador siyaset kurumuyla içli dışlı olmuş ve özel seçilmiş bir isim olduğunu her fırsatta belli ederek Şeriatçılarla ve bölücülerle iyi geçinmiştir. Özellikle AKP’nin Ordu’yu susturma isteğini gönüllü kabullenerek aslında verebileceği en büyük zararı vermiştir. Özkök, askerin en etkin olması gereken dönemde Ordu’yu suskunluğa mahkum ederek, pasifleştirme, susturma, tasfiye planının Ordu’nun en tepesinden uygulayıcısı oldu.

Hilmi Özkök’e, AKP hükümeti ile aralarının nasıl olduğunu soran gazetecilerin aldığı cevap gerçekten bu dönemi en iyi özetleyen sözler olmuştu. Özkök, AKP ile kendisi arasındaki uyumu “şiir gibi” diye tanımlamıştı. Türkiye’de ulus-devletin her alanda geri adım attığı, PKK’nın hem siyasallaşıp hem terörü artırdığı, Kuzey Irak’ta aşiret çapulcularının fiili olarak devlet kurduğu, Türkmenleri katlettiği yıllarda Özkök Genel Kurmay Başkanıydı.

Türk Ordusu’nun tasfiyesini kendi gerici amaçlarına ulaşmak için temel strateji olarak belirlemiş olan AKP hükümeti bu uğurda ABD ve AB emperyalizmi ile elinden gelen her türlü işbirliğini yapıyordu. Acıdır ki bu yıllar, Türk Ordusu’nun başında bulunan Özkök tarafından bu kadar olumlu değerlendirilmiştir.

Bugün geriye dönüp bu uyuma daha yakından baktığımızda aslında her şeyin başlangıcının 3 Ağustos 2002 tarihinde olduğunu görmekteyiz. Bu tarihte DSP-MHP-ANAP koalisyonu turuncu devrimlerin ilk örneklerinden birini sergileyecek şekilde AB-TÜSİAD-Aydın Doğan eliyle devrildiğinde Türkiye’nin bir darbe süreciyle karşı karşıya olduğunu, bu darbenin muhakkak durdurulması gerektiğini, artık emperyalizmin kendisine daha işbirlikçi bir iktidar aradığını ve bunun engellenmesinin en önemli ödev olduğunu belirtmiştik. Ama darbeyi ancak bir “darbe”nin engelleyebileceği gerçeği görmezden gelinerek AKP’nin önü açılmıştır. AB uyum yasaları birer birer geçerken hem CHP hem de Ordu süreci izlemiştir. Duruma ABD’nin hakim olmasıyla AKP iktidara gelmiştir. Ardından Erdoğan’ın Başbakan yapılmasına da tüm bu güçler tarafından seyirci kalınmıştır.

Bugün darbelere karşı çok “demokrat komutan” olarak nitelenen Özkök’ün şiir gibi uyumu ise bundan biraz daha önce ve aslında AKP icraatlarının da garantisi olarak başlamıştır. Hilmi Özkök’ün Genel Kurmay Başkanlığı kesindir ve biz o gün için bilmesek de AKP de bu nedenle kendinden emindir. Çünkü şu onlar tarafından çok iyi bilinmektedir ki karşılarındaki isim bir Doğan Güreş hatta bir Kenan Evren dahi değildir.

Doğrudur, gerçekten de zaman zaman Amerikancı generaller Türkiye’de Şeriatçılığın güçlenmesi için ellerinden geleni yapmaktan geri durmamışlardır. Aslına bakarsanız Türkiye’nin bu noktaya kadar gerilemesinde bunun çok ciddi bir payı vardır. Ancak Şeriatçılar ilk defa karşılarında her dediklerini yapacak bir general bulmaktadırlar. Kenan Evren bile en fazla Şeriatçıları güçlendirerek, sola karşı destekleyerek onlara yardımcı olmuştur. Özkök ise açık bir şekilde onlara AKP hükümeti nezdinde tabi olarak hem Şeriatçılara hem ABD’ye hem de PKK’ya artık her şeyi rahat rahat yapabilecekleri bir ülke sunmuştur.

Burada Özkök’ün ABD’den çekinen ya da ABD’ye hayran olan, bu nedenlerle de ona dayanarak siyaset güden klasik bir Amerikancı olmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada daha derin bir angajmanın kokusu vardır. Özkök doğrudan doğruya Şeriatçıların, Fethullahçıların örgütlediği ve AKP iktidarının gelişinin hazırlayıcısı ve daha sonra da koruyucusu olarak Genel Kurmay Başkanlığına kadar yükseltilmiş bir isimdir. Son yıllarda yaşadığımız tüm olumsuzlukların altında da bu gerçeklik tüm ağırlığıyla yatmaktadır.

Burada farklı bir misyon vardır: Özkök eliyle hem Türk Ordusu’nun onuru kırılmış, mücadele gücü çok zayıflatılmıştır, hem de Ordu ile millet arasındaki bağın kopartılması amacında büyük yol kat edilmiştir.

2002 Ağustosunun sonunda artık Hilmi Özkök Genel Kurmay Başkanıdır ve bir çok şeyin değiştiği zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Artık gerçekten de dört yıl boyunca AKP çok rahat bir şekilde at oynatacak ve Ordu da bu durum karşısında sessiz ve pasif kalacaktır. Ordu’nun pasif kalması ve susması ise kendi tasfiyesine karşı bir şey yapamaması acizliği anlamına gelmektedir. Türk düşmanı tüm güçler aynı zamanda Ordu düşmanıdır ve bu atalet bilinçli bir şekilde onlara hizmet etmek demektir.

AKP İktidarı ve Özkök

AKP’nin ilk icraatı Kıbrıs’ta Milli Davayı AB’ye satması olmuştu. Vatan toprağından ilk Kıbrıs’ta taviz verilirken tüm gözler askerdeydi. Hilmi Özkök, Türk ulusunun beklediğinin tam tersini yaparak Kıbrıs’ta Türk varlığını sona erdirecek Annan Planının olumluluğunu anlatan bir konuşmayla tüm dengeleri alt üst etti. Böylece hem halkın morali bozulmuş hem de Denktaş davasında sahipsiz ve çıkışsız kalmıştı. Sonuç olarak da Türkiye’nin Batı ile ilk karşı karşıya geldiği bir Milli Dava kaybedilmiştir. Bunda Hilmi Özkök’ün rolü büyüktür.

İkinci büyük hata Kuzey Irak’ta yapılmıştır. ABD, Irak’a saldırmadan önce Türkiye’nin Kuzey Irak’a yapacağı bir operasyonla hem PKK’yı hem de Barzani-Talabani’ye bağlı aşiretleri ezerek ABD’nin saldırı dayanağını ortadan kaldırabileceği bir durum söz konusuydu. Ancak bu dönemde de seyirci kalınmıştır. Sık sık Türkiye’nin kırmızı çizgilerinden bahsedilmiş ama Musul-Kerkük gözlerimizin önünde etnik temizliğe tabi tutulmuştur. Fiili olarak Kürt devleti kurulmuştur. Kırmızı çizgilerimizden geriye hiçbir şey kalmazken, Süleymaniye’de Türk özel kuvvetlerine bağlı bir birliğin ABD-peşmerge operasyonuyla başına çuval geçirilerek gözaltına alınması durumun vehametini simgeleyen bir olay olmuştur.

Tüm bu olaylarda emperyalistlerin stratejik adımlarının yanında, Türk Ordusu’nun Türk halkının gözündeki güvenilirliğinin zedelenmesi ve Ordu’nun kendine güveninin kırılması hesapları da yatmaktadır. Halkın güvenini kaybetmiş bir Ordu’nun kendisine güvenmesi de bölünmeye, Şeriatçı yükselişe karşı çıkması da mümkün olmayacaktır. Maalesef, emperyalist-bölücü-gerici plan bu noktada Özkök’ün yardımlarıyla önemli adımlar atmıştır.

Irak saldırısı sırasında Özkök bir açıklama yaparak, Türkiye için olabilecek en kötü ihtimali ABD ile karşı karşıya gelmek olarak belirtmişti. Aslında bu eşyanın tabiatına aykırı bir tespitti. ABD bir emperyalist olarak gayet doğal bir şekilde Türkiye’nin zaten karşısındaydı. Tabii bu tespit çok teorik düzlemde bulunabilir ama kısa ve orta vadeli stratejiler açısından da ABD’nin en önemli planının Irak’ın kuzeyinden tetiklediği bir Kürt devletini Türkiye, İran ve Suriye aleyhine genişleterek bölgede kendisine ikinci bir İsrail yaratmak olduğu ortadadır. Diğer taraftan da ABD, halen Lozan’ı imzalamamış bir ülke olarak Türkiye’nin karşısındadır. Dolayısıyla en kötü seçenekten kaçınmak aslında tamamen çıkışsızdır ve strateji olmayan bir stratejidir.

Özkök gerçekten de Türkiye’yi stratejisiz ve politikasız bırakmıştır. ABD’nin bir saldırı stratejisi vardır, AB’nin bir parçalama stratejisi vardır, AKP’nin bir işbirlikçilik stratejisi bile vardır ama Türk Ordusu’nun eninde sonunda olacak Türk-ABD çatışmasından kaçınmaya çalışmak dışında bir seçeneği yoktur!

Ama korkunun ecele faydası yoktur ve bu en kötü durumla yüzleşmek dışındaki tüm planlar yanlıştır. ABD’nin işine yaramaktadır. Özkök, Türkiye’yi bu çıkışsızlığın içine itmiştir ve maalesef bu durum bugün de benzer şekilde sürüp gitmektedir. İleride de değineceğimiz gibi ABD’ye tavır almaktan kaçınmak halen en büyük sorundur.

Peki, Özkök’ün varlığının AKP açısından anlamı neydi?

“Demokrat Komutan” AKP Faşizminin Desteği Oldu

Bugün arkasından ağıtlar yakılan “demokrat komutan” Özkök’ün Türk Ordusu’nu böyle kritik bir dönemde atıl bırakması aslında AKP’nin Türk ulusu üzerinde kurduğu gerici tahakkümün önünü en çok açan avantajı oldu. Ordu’nun bir müdahalesinden bahsetmiyoruz. Ordu’nun AKP’nin gerici-bölücü politikalarının karşısında konumlandığının bilinmesi bile tüm dengelerin daha farklı şekillenmesine neden olabilirdi. Ancak bunun tersinin gerçekleşmesi ve Özkök’ün çizdiği uyum tablosu, AKP gericiliğinin faşist bir diktatörlük kadar rahat davranmasına neden oldu.

DP faşizminin destekçisi Rüştü Erdelhun Paşa’nın rolünü dört yıl boyunca AKP ile beraber Özkök oynamıştır. Ancak belki de Erdelhun sadece kendisini düşünmesine rağmen Özkök, AKP’yi de düşünmektedir. AKP’ye, gericilere, ikinci cumhuriyetçilere, bölücülere bu kadar sempatik gelen bir komutan daha olmamıştır. Tüm dönem boyunca AKP diktatörce çalışmış, tüm devlet kurumlarında örgütlenmiş, kadrolaşmış, irticai faaliyet 28 Şubat öncesine dönmüştür. Buna müdahale eden Danıştay gibi kurumlar da kurşunlanarak susturulmak istenmiştir. Bu ortam yaşanırken, AB ve ABD’nin sömürge aydınlarının, Şeriatçı gazetelerin yazdıkları aslında bir Türk askeri için dehşet vericidir.

Gülay Göktürk, Org. Büyükanıt’ı değerlendirirken; “Özkök’ü çok özleyeceğimiz daha şimdiden anlaşılıyor.” demektedir. Oral Çalışlar “Hilmi Özkök’ün demokrasi kültürü, sivil yaklaşımı bana çok sıcak geliyor.” diyerek onu yere göğe sığdıramamaktadır. Zaman gazetesi yazarları da yaklaşık aynı sıcak duygular içindedir. Bülent Korucu, “Genel Kurmay Başkanı yapmadıkları için hedef seçildi. TSK’yı anamuhalefet partisi haline getirmek isteyenlerin heveslerini boşa çıkardığı için… ‘Ordu göreve’ pankartlarının dolduruşuna gelmediği için saygısızlığa muhatap oldu.” derken; Tamer Korkmaz, “En büyük kabahati demokrat olmaktı.” demektedir.

AKP’nin gazetesi Yeni Şafak yazarı Mehmet Ocaktan; “Özkök statükocular için zararlı bir paşaydı.” değerlendirmesini yaparken CHP Hakkari Milletvekili Esat Canan ise “Genel Kurmay Başkanları her zaman hükümetin arkasında, sivil otoritenin arkasında olmalıdır. Bu geleneğin ilk adımını Sayın Özkök attı.” diyordu. Bu demokrasi havarisi kadroya baktığımız zaman iki eski Maocu yeni liberal, iki Fethullahçı, bir AKP’li gazeteci, bir de her gün Roj TV’de konuşan, CHP’liden çok DTP’liye benzeyen bir zavallı görüyoruz.

Batıcı, dinci, Kürtçü “demokratlık” Özkök’ün arkasındadır. Ancak bu “demokratlık” gerici-bölücü parlamenter faşizmin tablosudur. AKP bu sistemin isteklerini yerine getiremediği zamanlarda ise “demokrat komutan”ın adı Amerikancı darbe senaryolarında geçmeye başlayıvermiştir bir anda. Tüm bu destekçilerin karakterleri ve ABD’ye hizmet konusunda gerçekleştirilen kıvrak manevralar Özkök’ün hem ABD hem de Fethullahçılar ve Şeriatçılar için ne kadar “özel” bir isim olduğunun kanıtıdır.

Ama halk bu masalların uzağındadır. Hiçbir şeyi anlamadığı varsayılan halk, bröveden Atatürk çıkarıldığı zaman tüm tepkisini bir anda ortaya koymuştur.

Aslında bu olayın simgeselliği çok önemlidir. Atatürk, bröveden değil Türk milletinin kalbinden sökülmek istenmiştir. Ancak Ordu düşmanı cephenin tüm çabalarına rağmen tam başarılı olamadığı Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanı olmasıyla anlaşılmış oldu.

Büyükanıt Dönemi ve “Ne Olacak?”

Büyükanıt döneminin açılmasıyla beraber sadece Genel Kurmay Başkanı açısından, değil tüm Kuvvet Komutanları açısından da suskunluğun gerçekten bozulduğu görülüyor. Büyükanıt ve diğer komutanlar bilinçli ve organize bir şekilde az çok aynı noktaların üzerine vurgu yaparak önemli bir çıkış gerçekleştirmiş bulunuyorlar.

Özellikle Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ’un konuşmasında çok net olarak verdiği mesaj Türk Silahlı Kuvvetleri’nin vatan savunması doktrininin ana bileşenleridir. Bu söylem teorik bir zemin oluşturmaktadır. Laik, üniter yapıda ulus-devletin savunulması gerçekten de hem Türk Ordusu’nun hem de tüm Atatürkçülerin ve devrimcilerin temel argümanı olmalıdır. Bu yapıya saldıran kesimi ele aldığımızda da ülke içinde AKP-PKK-“sömürge aydını” ittifakıyla, dışarıda ABD ve AB emperyalizmleri karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada ise gene önemli bir handikap oluşmaktadır. Komutanlar gericiliğe, bölücülüğe karşı dört yıldır alınamayan net tavrı almaktadırlar. AKP iktidarının karşısında olduklarını ortaya koyarak Tayyip Erdoğan ve ekibinin işini zorlaştırmaktalar.

AB karşısında da artık son derece net tavır alınmaktadır. AB tam açıklıkla Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen politikasını ortaya koyduğu için AB’ye net tavır almak da kolay olmaktadır. Ancak aynı netliğin ABD karşısında gösterilememesi “en kötüden” yani ABD’yle karşı karşıya gelmekten kaçınma mantığının, daha doğrusu mantıksızlığının, Ordu’da halen etkili olduğunun göstergesidir. Oysa ABD de en az AB kadar kartlarını açık oynamaktadır. PKK’ya verdiği destek ortadadır, Barzani ve Talabani kukla devletlerini ABD eliyle yaşatmakta ve Türkiye’yi bu sayede tehdit etmektedirler. AKP iktidarının esas güç bulduğu odak ABD’dir ve ABD’ye tavır almamak ya da bulanık tavır almanın diğer tüm olumlu çıkışları da mahvedeceği bilinmelidir. ABD bu zaafın farkındadır ve Yasemin Çongar gibi maşalarının aracılığıyla Komutanlara “olumlu” mesajlar vererek durumu lehine çevirmeye çalışmaktadır.

Bu kritik durumun yanında bir diğer mesele de Atatürkçüler ve ulusal güçler arasında Ordu’nun artık tepki vermeye başlamasından kaynaklanan “tamam, artık bu işi Ordu çözsün” anlayışının yaygınlaşmasıdır. Bu noktada durup meseleyi tüm yönleriyle ele almak ve ona göre bir strateji belirlemek gerekmektedir. Bu da birkaç soruyu beraberinde getirir.

Ordu kimin ordusudur? Esas misyonu, tarihsel yapısı nedir? Avantajları ve dezavantajları nedir? En önemlisi de Ordu’nun durduğu yer Türkiye’nin geleceği açısından tek belirleyici midir? Devrimci, Atatürkçü güçlerin yapması gerekenler nelerdir?

Tüm bu soruların etraflıca tartışılmaması iyi niyetli insanları bile ya Ordu düşmanlığına ya da hiçbir şey yapmadan Ordunun harekete geçmesini beklemeye itmektedir. Bu açıdan net olmak gerekir.

Türk Ordusu’nun Tarihsel Görevi: Vatan Savunması

İlk sorunun cevabını vererek işe başlarsak, şunu net olarak belirtmeliyiz ki, Ordu milletin ordusudur ve hatta milletin kendisidir. Ordu’yu ezen sınıfların baskı aygıtı olarak görerek düşmanlık eden “sol”, gene Ordu’ya düşman olan Fethullahçı istihbarat şeflerini savunur noktaya gelmiştir. Her fikrin kendi mantıksal sonuçlarına ulaşması doğaldır.

Ezilen ulusun ordusunun son geldiği nokta, Batı orduları nasıl sömürgeci talanın gücü olduysa, bunun karşısında direnişin yani vatan savunmasının gücü olmalarıdır. Türk Ordusu’nun kuruluşu da tamamen bu antiemperyalist direnişe dayanmaktadır. Türk milletinin silahlı direniş gücüdür. Ordusu zayıf olan bir ulusun sömürgeciliğe dayanma şansı da çok yoktur. Atatürk de bunu görerek direnişi güçlü ve düzenli bir Orduya dayandıran bir Ulusal Kurtuluş stratejisi çizmiştir.

Bu noktadan bakılarak değerlendirme yapıldığında Ordu düşmanlarının sivillik, demokratlık, militarizm gibi kavramları da hiçbir şeyi açıklayamayan nesnellikten kopuk hayaletler haline gelmektedir. Sömürgeciliği ve ona karşı direnişi temel almayan hiçbir açıklama tutarlı olamaz.

Eğer demokratlık halktan yana olmaksa bunun AKP’yle şiir gibi geçinmek, ABD’ye susmak olmadığı ortadadır. Özkök’ü “demokrat komutan” ilan eden kesimlere baktığımızda bunların tümünün de aslında Türk halkının karşısında, emperyalizmin yanında konumlanan Şeriatçı, liberal, bölücü kesimler olduğu görülmektedir. Bir taraftan da tüm bu kesimler “biz siviliz” diye bağırmaktadırlar ve iyi asker olarak Özkök’ü göstermektedirler. İyi asker olmak açısından bizim bildiğimiz tek bir kural varsa o da “Görevini en iyi yapan, vatanını en çok sevendir” diyen kuraldır. Bu açıdan yapılacak değerlendirmeler açıktır. Bahsedilen görevin milletin iç ve dış düşmanlarını uzak tutmak olduğu da açıktır.

Ordu’nun yeri halkın, emekçilerin, gençliğin yer aldığı antiemperyalist zemindir. Karşı cepheye baktığımızda ise sivillik iddiasındaki bir lejyonerler grubu görürüz. Kompradorlar, Şeriatçılar, neo-ülkücü “aydınlar”, gerçek satılmışların cephesi olarak emperyalizmin lejyoneridirler. Sömürgeciler bunları kendi özel saldırı gücü olarak besler. Bunlar da Batının paralı askeri olmaktan memnundurlar. Bu lejyonerliğin kılıfı da militarizm karşıtlığı ve demokratlık olmaktadır.

Elli Yıllık NATO Süreci ve Ordu

Türk Ordusu, İkinci Dünya Savaşının ardından, İnönü Batıcılığı ve DP faşizmi tarafından ülkenin Batı ittifakına sokulmasına paralel olarak NATO’ya girmiştir. 50 yıllık NATO süreci aslında Ordu’nun kendi varlık zemininin de altını oyan bir durum yaratmaktadır. Sonuçta emperyalizm Türkiye’de Amerikancı generaller eliyle kullanabileceği bir Orduyu belki bir süre destekler ve ister. Ancak Türk milletinin Ordusunun tamamen ortadan kaldırılması emperyalistlerin gerçek ve nihai hedefidir. Bu durumun Ordu kademeleri tarafından anlaşılması ise ancak 90’lı yılların sonunda olacaktır.

12 Mart ve 12 Eylül Amerikancı darbeleri Ordu’yu toplumun ilerici güçlerine karşı kullandı. 90’lı yılların sonlarına gelindiğinde artık 12 Eylül tüm zehirli meyvelerini topluma saçan bir ağaç kadar kökleşmişti.

Atatürk’ün, solun, emekçilerin olmadığı bir Türkiye’de artık serbest piyasa kökenli vurgun ekonomisi vardı. Sağcılık, tarikatlar vardı. PKK vardı. Bir taraftan da Türkiye Şeriata gidiyordu.

Bu durum artık Refah-Yol iktidarı döneminde iyiden iyiye son noktasına ulaşırken Ordu da kendi içinde bir dönüşüm geçirmeye başlamıştı. Aslında bu durumu Ordu’nun Atatürkçü özüne geri dönmesi olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. 28 Şubat 1997’de Ordu’nun süreci başlatmasıyla Erbakan Hükümeti istifa etti ve gericiliğe karşı çok ciddi bir mücadele başlatıldı. Şeriatçı gruplar ise kendi kabuklarına çekilerek mevzilerini korumayı tercih ettiler.

Ancak kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonu Türkiye’yi AB’ye tam teslim etmesi yetmiyormuş gibi kendisi de turuncu devrimle devrilerek yerini AKP’ye bıraktı. Korkulan olmuştu, Şeriatçılar geri gelmişti. Hem de bu sefer kendi özlerine daha da dönmüşlerdi. Artık Batıcılığı, Kürtçülüğü, işbirlikçiliği açıktan yapacakları bir dönemdi. Bu durumun Türkiye’ye getirdiği tek hayır Atatürkçülerin ve Ordu’nun da kendi özüne dönmesi olmuştur. Şeriatçılar dedelerinin çizgisine dönünce Atatürkçüler, Atatürk’ün antiemperyalist, solcu özüne dönmüşlerdir.

Ordu açısındansa 28 Şubat başarısızdır. Ne Şeriatçılar ne de vurguncular engellenememiştir, ancak 28 Şubat gene de Türk Ordusu’nun millete ve Atatürk’e doğru öze dönüşünün en önemli belirtisi olarak tarihe geçmiştir.

Bu noktaya gelindikten sonra Ordu’nun neleri yapabileceği ve neleri yapamayacağı konusunda daha net olmamız gerekir.

Büyükanıt’ın göreve gelmesiyle açılan yeni döneme geri dönersek tarihten de bazı dersler çıkararak düşünmek gerekmektedir. Mantıklı ve Türk milletinin ihtiyaçlarını gerçekten karşılayacak bir Atatürkçü Ordu stratejisinin belirlenmesi devrimciler açısından kritik önemdedir.

27 Mayıs’ın Batıya tavır alamama handikabı bugün de farklı bir düzlemde geçerlidir. Ordu gericiliğe, bölücülüğü ve AB’ye karşı çok net tavır almaktadır. Bu çok olumludur, ancak ABD’ye gelince tavrın birden sönerek bulanıklaşması diğer tüm olumlu çabaları ve çıkışları anlamsız bırakacak kadar önemli bir hatadır. Bir hata olmasının yanı sıra aslında ABD’yle eninde sonunda yaşayacağımız karşı karşıya gelme durumundan kaçma mantığının devamıdır ve Türkiye’yi felakete sürükler. Bunun tek anlamı ABD’nin gelip içeriden PKK’yı da kullanarak saldırmasına kadar elimiz kolumuz bağlı izlemek anlamındadır.

Bu açıdan, Ordu’nun ABD’ye net tavır alacağı bir noktada konumlanması acil ihtiyaçtır. Türkiye’nin gericileşme ve bölünme sürecinden çıkarılabilmesinin tek yolu da buradan geçmektedir. Bu gerçeklik cesaretle ve hiç durmadan tekrarlanmalıdır.

Ordu’nun atması gereken somut adımlar da bellidir. İrticayı örgütleyen AKP’liler Ordu Komutanları tarafından açıklanmalıdır. Eşi türbanlı bir Cumhurbaşkanı olamayacağı netlikle belirtilmelidir. DTP’li belediye başkanlarının tutuklanması ve yargılanması sağlanmalıdır. PKK’ya sınır içinde ve ötesinde operasyon başlatılmalıdır. Bu operasyon Barzani ve Talabani’yi de hedef alarak susturmalıdır. Bunların yapılması bir anlamıyla ABD’ye de tavır alınması anlamına gelecektir ve bunların yapılmasının da başka bir yolu yoktur.

Bu saydıklarımız Ordu’nun yapabilecekleridir. Aslında daha doğru bir ifadeyle yapması gerekenlerdir. Ulus-devleti, üniter-laik yapıyı korumak görevini yerine getirmesi için izlemesi gereken stratejidir. Bunlar yapılırsa görev yapılmış olacaktır ama Ordu’nun Türkiye’nin tüm sorunlarını çözmesini, siyasal programı olan bir muhalefet örgütlemesini beklemek en hafifinden saflık olur. Bu bahsettiklerimiz ise Ordu’nun görevi olmadığı gibi esasında yapabileceği bir şey de değildir.

“Bu İşi Ordu Çözsün” Demek...

Türkiye’nin siyasetle, ideolojiyle, teoriyle yetişmiş; toplumsal, tarihsel olayları analiz edebilen insanların kuracağı bir yapıya ihtiyacı vardır. Bu noktadan baktığımızda Ordu yönetmenin, savaş yönetmenin farklı bir şey, ülke yönetmenin, siyasal, ekonomik, sosyolojik sorunlara çözümler üretmenin farklı şeyler olduğu da ortadadır. “Peki böyle her ikisini de yapabilen asker yok mu ?” derseniz bizim bu anlamda tek tanıdığımız kişi Atatürk’tür. Ancak ikinci bir Atatürk’ün yetişmesini ve ortaya çıkmasını beklemek de bu milletin devrimci evlatlarının yapacağı en büyük yanlıştır. Kendisine bizzat Ata’sı tarafından verilen emanete sahip çıkmamak anlamına gelecektir.

Bugün her şeyi Ordu çözsün demek aslında Türkiye’de gerçek bir devrimci siyasal muhalefet gelişmesin demenin başka bir tarzıdır. Ancak bugün Türkiye’nin en önemli ihtiyacı başta emekçiler olmak üzere toplumun tüm zinde kesimlerinin katkısıyla oluşacak, antiemperyalist, Atatürkçü, halkçı bir siyasi muhalefet ve bunun örgütünün kurulmasıdır.

Tabii ki bu tek başına yeterli değildir. Türk milletinin emperyalizmle savaşacak gücü Ordusudur ve dolayısıyla Ordu’nun da çok sağlam tutulması gerekmektedir. Silahlı gücün görevini yerine getirmesi ne kadar önemli ve olmazsa olmazsa toplumsal gücün görevini yerine getirmesi de aynı derecede önemli ve olmazsa olmazdır.

Esas olarak “Türkiye’nin sorunlarını ne çözer” sorusu üzerinde düşündüğümüz zaman bu sorunların tümünün kökeninde Türkiye’nin uydu yapısının bulunmasını ve bu uydu yapıyı yıkacak bir devrimci örgütten Türkiye’nin yoksunluğunu görürüz. Türkiye’nin sorunu emperyalizme bağımlılık sorunudur ve bu sorunun devrimci yöntemler dışında bir çözüm yolu da bulunmamaktadır.

Türkiye’nin antiemperyalist, Atatürkçü, halkçı bir devrime ihtiyacı vardır ve bunu yapacak örgütün kurulması en önemli stratejik meseledir. Bu sıkıntı güçlü Ordu sıkıntısının da ötesindedir ve bir anlamda Ordu’nun sorunlarının çözülmesinin de ön koşuludur.

Bugün içinden geçilen süreçte NATO içinde konumlanan bir Ordu’nun yapabilecekleri çok sınırlıdır. Böyle bir Ordu belki daha önceleri işe yaramış olabilir. 27 Mayıs’ta NATO’ya tavır alınmasa bile Ordu ilerici bir çıkışta bulunabilmiştir. Ancak artık ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çağından geçmekteyiz. ABD Genelkurmayı’nın tüm dünyanın haritasını değiştireceğini açıktan söylediği ve bu uğurda savaşa girdiği bir dönemde “Ordu gelsin bizi kurtarsın” demek kadar kaçak bir tavır olamaz.

Diğer taraftan yapılması gerekenin sadece AKP’nin yıkılmasını hedeflemekten ibaret gören bir anlayış da yerleşmeye çalışmaktadır. Ulusalcı çevrelerde gelişen bu yanlış anlayış AKP’nin gitmesiyle beraber tüm tehditlerin ortadan kalkacağı gibi bir izlenim yaratmaktadır. AKP giderse ne olacaktır? ABD, Türkiye’yi bölmekten, Ortadoğu hakimiyetinden, İran’a saldırmaktan vaz mı geçecektir? Bu açıdan devrimcilerin kafasının net olması önemlidir. AKP’nin özü ABD’dir ve ABD’ye düşman bir hareket yaratılmadıktan sonra hiçbir yapılanın anlamı kalmamaktadır. Ordu’nun da NATO’ya, ABD’ye karşı bir yönelime girmesi dışında bir çıkar yol yoktur.

Peki bu durumda biz ne yapmalıyız?

Burada devrimciler, Atatürkçüler Ordu’ya karşı yürütülen saldırı kampanyasını toplumsal ve siyasal düzlemde bertaraf etmek durumundadırlar. Bu yapılırken 50 yıllık NATO sürecinin Ordu’ya verdiği zararlar bilinmelidir. Ordu’nun ABD karşısında nasıl pasifize edildiği, suskunlaştırıldığı bilinmelidir. Tarihsel bilincimizin bize öğütleyeceği tek bir gerçeklik kalacaktır ki, o da Atatürkçülerin, Türk devrimcilerinin Ordu’yu sonuna kadar desteklemeleri zorunluluğudur.

Ordu-Millet Birlikteliğiyle Tasfiyeye Engel Olalım!

Türkiye’nin içine düşürülmeye çalışıldığı Yeni Sevr planının tüm bileşenleri görüldüğü gibi dönüp dolaşıp Türk Ordusu’nun tasfiye edilmesinde düğümlenmektedir. Ordu zayıflatılırsa PKK rahatça saldıracaktır. ABD, Türkiye’ye eninde sonunda gerçekleştirmeyi planladığı müdahalesini yapmaktan çekinmeyecektir. Ege Ordu Komutanlığı tasfiye edilirse, Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkardığını açıklamaması için bir neden kalmayacaktır. Jandarma’nın ortadan kaldırılması hem Şeriatçı tarikat yuvalarını rahatlatacak hem de Şeriatçı ve vurguncu sermaye çevrelerinin korkacakları bir gücün kalmaması anlamına gelecektir.

Ordu’nun gücünü yitirdiği ve en nihayetinde tasfiye edildiği bir ortamda artık Kürt devletinin, Tayyip Erdoğan’ın hilafetinin, Türkiye’nin sömürgeleştirmesinin önünde duracak hiçbir şey yoktur. Atatürkçülerin, devrimcilerin Ordu’yu savunmak açısından son derece net ve kararlı olması vatan savunması mantığının olmazsa olmazı olarak ortaya çıkmaktadır. Ordu’yu güçlü tutmak, milleti güçlü tutmaktır. Emperyalizmin planlarını boşa çıkarmanın tek yolu Türk Ordusu’nun desteklenmesi ve tasfiyesinin önüne geçilmesidir. Emperyalizmin ve onun Kürt-İslamcı uşaklarının oyununu bozmak için Atatürkçü, solcu, devrimci güçlerin tüm ulusa önderlik edecek bir çizgiye geçmesi gerekmektedir. Emperyalizme karşı örgütlenecek ulusal seferberliğin en önde gelen görevi de budur. Peki, bu görev nasıl yerine getirilebilir? Ordu’nun vatana karşı görevini yerine getirmesinin önünü açacak bir toplumsal hareketin kurulması burada kendini vurgulamaktadır.

Artık net bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, Türkiye’de Atatürkçü, devrimci, milliyetçi güçlere düşen en büyük ve acil görev toplumsal devrimci örgütlenmenin kurulmasıdır. Bu örgütlenme tüm Türk milletinin sesi olarak emperyalizme karşı Atatürkçülük bayrağını yükseltecek, siyasal, şehirli ve eğitimli bir muhalif güç olmak durumundadır

Kurulması gereken Ordu-millet bağı ise biz Türklerin tarihin derinliklerinden beri içimize işlemiş bulunan, toplumsal dokunun bir parçası olan bir gönül bağıdır. Bu bağı 12 Eylül bile yıkamadı. Bugün diyebiliriz ki Ordu-millet bağı ne kadar güçlü olursa Atatürkçülük de antiemperyalizm de o kadar güçlü olacaktır. Herkesin üzerine düşeni yapması görevdir. Ancak en önemli görev bize, Türk devrimcilerine düşen örgütlenme görevidir. Vatan savunması için hem Ordu’nun kendini tasfiyeden koruması gerekmektedir hem de Atatürkçülerin bu tasfiyeye karşı topyekün mücadeleye girişmeleri gerekmektedir. Öyleyse;

Vatanı ve Ordu’yu savunmak için seferberliğe! Ordu göreve! Halk güçleri göreve! Atatürkçüler göreve!


http://ileri.turksolu.org/31/ataberk31.htm

 

Askere saldırı için fırsat kollayanlar

Necdet B.  Sivaslı

10.03.2007

Askerlerle çatışmayı adet haline getirenlerin yanına şimdi de, askerlerle çatışanlara hoş görünmek isteyenlerin ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Bunların içinde bazı medya kuruluş ve mensuplarının bulunması da bizim açımızdan üzücüdür.

Görülüyor ki, askerlerle gerilim yaratanların yanında yer almak isteyenlerin, bu kesimden mutlaka beklentilerinin var olduğu da gözlerden uzak tutulmamalıdır.

Ülkenin başka sorunu yokmuş gibi, askerlere karşı olan takımların koro halinde medya raporunu ele alıp, bir kaşık suda fırtına koparmaya başlamaları da, ön yargılı hareketten başka bir şey değildir. Askere saldırı için fırsat kollayanlar, bu sakızı şimdi de uzun süre çiğnemeye devam edeceklerdir.

Adımızı ne koyarlarsa koysunlar, biz her zaman ülkemizin birliği bütünlüğü yolunda askerlerimizin varlığına olan saldırıların karşısında olduk, bundan sonra da karşısında olmayı sürdüreceğiz. Yıpratılmamış tek kurum olan askerlerimizi yıpratmaya yönelik karalama ve kampanyaların da karşısında olacağız.

 

Genelkurmay'ın basına sızan medya raporundan sonra özellikle bugüne kadar askerlere karşı olanların hep bir ağızdan fırtına kopardıklarını ibretle izliyoruz. Sadece medyada değil, çeşitli kesimlerde de askerlere karşı olanların tam bir koro halinde hareket ettiklerini de görüyoruz.

Dikkat edilecek olursa bazıları, askere karşı harekete geçmek, yazmak ve yıpratmak için hep fırsat kollamışlardır. Hiç kuşkusuz askerlerin hiç mi hataları olmuyor? Elbette ki oluyor. Bunları zaman zaman biz de köşemizde dillendiriyoruz. Ama, hiç yoktan da askerlere karşı haksızlık içinde bulunmuyoruz. Bulunanlara karşı da mücadelemizi veriyoruz.

Çünkü, son yıllarda askerler üzerinde oynanmak istenilen oyunlara baktığımızda, yıpratılmamış tek kurum olan askerlerin de yıpratılmak istenildiğini görüyoruz. Bu kurumun, içinde bulunduğumuz şartlarda bize çok daha yakın olması gerektiğini de savunuyoruz. Bu nedenle, ön yargılı hareket edip, her defasında askerler karşısında olanlara karşı da bu savunmamızı yapmayı sürdüreceğiz.

MEDYA RAPORU YANLIŞ DEĞİL

Öncelikle şunu hatırlatmak istiyoruz:

Sadece bizim genelkurmayda değil, dünyanın hemen her yerinde askerler, hükümetler ve kurumlar böylesine raporlar düzenliyorlar. ABD Başkanı kendilerine yakın olan veya olmayan medya mensuplarının raporunu tutmuyor mu? CİA' da böyle bir raporun olmadığını mı sanıyorsunuz? Bundan daha doğal ne olabilir ki?

Genelkurmay, askerleri ön yargısız yıpratmaya çalışan isimleri rapor etmişse bu suç mu sayılıyor? Kaldı ki, bu tür kurumlarda, yeni iş başı yapanlara bu konularda raporlar da verilir, bilgilendirme de yapılır. Yeni göreve başlayanların bu bilgilere sahip olması kadar doğal bir şey olabilir mi? Kurumun başındakilerin, kendilerine kimlerin yakın, kimlerin uzak olduğunu bilmesinin suç olmaması gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Bir kaşık suda fırtına koparmaya hazır olanlar, işte bu konuyu da gündeme alarak, yine askerleri yıpratma hareketine başlamışlardır ki, bunu da son derece tehlikeli buluyoruz.

Rapor, basına sızmıştır, sızdırılmıştır. Bunu araştırıp,çözmek o kurumun görevidir. Buna bir şey demiyoruz. Genelkurmay, bu konuda mutlaka gerekeni yapacaktır.

ERDOĞAN' DA DA RAPOR VAR

Çok uzaklara gitmeye gerek görmüyoruz. AKP iktidarında, Başbakan Erdoğan da, kendisine yakın medya ve mensuplarını uçağına alıp, yurt dışı gezilerine götürmüyor mu? Onları ismen çağırmıyor mu? Başbakan Erdoğan'a da, kendilerine en yakın gazetecilerin kimler olduğu, muhalif gazetecilerin kimlerden oluştuğu konusunda raporlar verilmiyor mu? Biz, bunu nasıl yadırgamıyorsak, Genelkurmay'ın bu konudaki raporunu da yadırgamadığımızı ifade etmek istiyoruz.

Nitekim, bu satırları yazmaya başladığımızda da, Erdoğan'a aylık sunulan medya analiz raporlarında gazetelerle ilgili ilginç saptamaların olduğu haberleri geliyordu. Bunu da ortaya çıkarıp, Başbakan'ın basını fişlediğini söylemek de yanlış sayılmalıdır.

Geçmiş hükümet dönemlerinde de bu tür raporlar hazırlanıyordu. Geçmiş Başbakanlara aynı amaçlı raporlar sunuluyordu. Bunların adını "fişleme" diyerek konuyu saptırmanın da bir anlamı yoktur.

Askerlerle çatışmayı adet haline getirenlerin yanına şimdi de, askerlerle çatışanlara hoş görünmek isteyenlerin ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Bunların içinde bazı medya kuruluş ve mensuplarının bulunması da bizim açımızdan üzücüdür.

Görülüyor ki, askerlerle gerilim yaratanların yanında yer almak isteyenlerin, bu kesimden mutlaka beklentilerinin var olduğu da gözlerden uzak tutulmamalıdır.

Ülkenin başka sorunu yokmuş gibi, askerlere karşı olan takımların koro halinde medya raporunu ele alıp, bir kaşık suda fırtına koparmaya başlamaları da, ön yargılı hareketten başka bir şey değildir. Askere saldırı için fırsat kollayanlar, bu sakızı şimdi de uzun süre çiğnemeye devam edeceklerdir.

Adımızı ne koyarlarsa koysunlar, biz her zaman ülkemizin birliği bütünlüğü yolunda askerlerimizin varlığına olan saldırıların karşısında olduk, bundan sonra da karşısında olmayı sürdüreceğiz. Yıpratılmamış tek kurum olan askerlerimizi yıpratmaya yönelik karalama ve kampanyaların da karşısında olacağız.

 

http://www.ortadogugazetesi.net/makale_goster.asp?id=2144&yazid=21

 

Genelkurmay komplosunun ardındakiler!

logo

 

Sabahattin ÖNKİBAR

13.03.2007

Kimler sızdırdı?

Bize göre asıl vahim olan, raporda yapılan maddi hatalardan ziyade bu raporun nasıl sızdığıdır?

Genelkurmay gibi bir kurumdan böyle bir şey sızamaz, sızmamalıdır. Eğer rapor gerçekten sızma sonucu dışarıya çıkmış ise, bunun adı savaş sürecinde taarruz veya savunma planlarını düşmana vermektir. Bu sızmaya dışarıdan destek verenler de onlarla aynı oranda suç ortağıdır.

Hayır abartmıyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde bütün dünya pürdikkat Genelkurmay’ı gözlerken askeri böylesi bir görüntü ya da pozisyona sokmanın başka nitelemesi olamaz.

İşte bu hadise bile Genelkurmay’ın irtica ve disiplinsizliğe neden bu denli dikkat gösterdiğini ve de ihraçlardaki haklılığını ortaya koyuyor. Bu kadar titizliğe rağmen (Eğer oradan sızdırıldı ise) karargaha kadar sızma oluyorsa, tehlikenin büyüklüğünü siz takdir edin.

Gelelim bu değerlendirme raporunu kimlerin sızdırabileceğine?

Amaçları ne?

Bize göre bunu yapanlarla Şemdinli komplosunu organize edenler  ve Atabeyler çetesi diye askeri çetecilikle itham etmek isteyenler aynı familyadandır. Amaçları ise askerin etkisini ve imajını kırmak, medya ile arasını açmak ve de Cumhurbaşkanlığı sürecinde güçsüz kılıp  kilitlemektir.

Evet askere hamaset adına sahiplenmek için söylemiyorum. Bu olay açık ve seçik olarak Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı kurulmuş bir komplodur... İyi de TSK parti değildir. Akşam kapatıp sabaha yenisini kuramazsınız. Hiç kimsenin bu kurumun imajıyla oynama lüksü olamaz...

 

Cumhurbaşkanlığına aday olmak için son gün olan 16 Nisan için geri sayım başlamışken.
Washington’dan AB başkentlerine kadar Türkiye ile ilgili olan bütün merkezlerin;  “Acaba TSK ne yapacak, ne diyecek, nasıl bir tavır koyacak”  diye beklerken.

Türk kamuoyu soluğunu tutmuş Recep Tayyip Erdoğan’ın dudağından çıkacak  “Adayım” ya da  “Değilim” e  kilitlenmişken Nokta dergisinde malum haber yani askerin medyayı sorgulaması yayınlanıyor ve kıyamet koparılmaya çalışılıyor.


Önce bir şeyin altını çizelim:

TSK gibi  fevkalade ciddi bir kurumun böyle bir değerlendirme çalışması yapması, olması gereken bir husustur. Bütün medyayı izleme imkanı olmayan komuta heyetinin şekil olarak bu tür bir çalışmaya gerçekte ihtiyacı vardır. Dolayısı ile kopartılan vaveylanın usul açısından geçerliliği yoktur.


Şakir Süter ve Arcayürek Ancak...

Hazırlanan raporun maddi hatalarla dolu olduğu da su götürmez bir hakikattır.
Genelkurmay gibi geleneği olan titiz bir kurumun böylesine bir  yüzeyselliğe düşmesi üzücüdür ve de bu tür yüzeysel raporlar güven olgusunu zaafa uğratır.

Ayrıntıya girmeyeceğim ama Şakir Süter ya da Cüneyt Arcayürek ve benzeri isimlerin asker karşıtlığı ile itham edilmesi sadece cahillik değil, aynı zamanda dramatiktir.. Eğer kasıt yoksa yapılan bu çalışmanın hadiseye ne kadar basit bakıldığı ve yaklaşıldığı gibi bir sonucu getirir ki bu Genelkurmayımızın geleneğine yakışmaz.. TSK gibi bir kurum böylesine yüzeysel olamaz. Hiç unutmuyorum 28 Şubat sürecinde İslami örgüt ve cemaatlarla ilgili olarak yayınlanan raporlarda da Marksist Yazar Faik Bulut’un kitabından pasajlar aynen aktarılmıştı... Hayır, asker elbette yayınlardan istifade edebilir de, kendi görüşü ve bakışı da olur. Genelkurmay, İstihbarat ve MİT bunun için vardır... TSK gibi bir kurum Türkiye’nin irtica sorununa Marksist bir yazarın ötesinde analizlerle bakabilmeli, böyle bir birikim onda olmalıdır... Hassasiyet göstermemiz Genelkurmay Başkanlığı’nın    “devleti temsil ettiğine”  dair bakışımızdır.. Bin yıllık bir devletin merkez kurumu aşiret devletlerindeki satıhlıkta olamaz.


Kimler sızdırdı?

Bize göre asıl vahim olan, raporda yapılan maddi hatalardan ziyade bu raporun nasıl sızdığıdır?

Genelkurmay gibi bir kurumdan böyle bir şey sızamaz, sızmamalıdır. Eğer rapor gerçekten sızma sonucu dışarıya çıkmış ise, bunun adı savaş sürecinde taarruz veya savunma planlarını düşmana vermektir. Bu sızmaya dışarıdan destek verenler de onlarla aynı oranda suç ortağıdır.

Hayır abartmıyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde bütün dünya pürdikkat Genelkurmay’ı gözlerken askeri böylesi bir görüntü ya da pozisyona sokmanın başka nitelemesi olamaz.

İşte bu hadise bile Genelkurmay’ın irtica ve disiplinsizliğe neden bu denli dikkat gösterdiğini ve de ihraçlardaki haklılığını ortaya koyuyor. Bu kadar titizliğe rağmen (Eğer oradan sızdırıldı ise) karargaha kadar sızma oluyorsa, tehlikenin büyüklüğünü siz takdir edin.

Gelelim bu değerlendirme raporunu kimlerin sızdırabileceğine?


Amaçları ne?


Bize göre bunu yapanlarla Şemdinli komplosunu organize edenler  ve Atabeyler çetesi diye askeri çetecilikle itham etmek isteyenler aynı familyadandır. Amaçları ise askerin etkisini ve imajını kırmak, medya ile arasını açmak ve de Cumhurbaşkanlığı sürecinde güçsüz kılıp  kilitlemektir.

Evet askere hamaset adına sahiplenmek için söylemiyorum. Bu olay açık ve seçik olarak Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı kurulmuş bir komplodur... İyi de TSK parti değildir. Akşam kapatıp sabaha yenisini kuramazsınız. Hiç kimsenin bu kurumun imajıyla oynama lüksü olamaz...

 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yazidetay.asp?AuthorID=137&ArticleID=4702

 

.Andıç’ın amacı askeri yıpratmak

Vatan Gazetesi

Can Ataklı  

10.03.2007

Bu konuda benim kafamı kurcalayan tek soru şudur: “Kim bu harika zamanlamayı yaptı?”

Çok ilginç gelişmeler oluyor. Tayyip Erdoğan’ın ya da bir başka AKP’linin Cumhurbaşkanı olmasını istemeyen Türkiye’nin ezici çoğunluğu bunun önlenmesi için birilerine bel bağlamış değil.

Ama siyasal İslamcı medya aylardır bir asker korkusu yaratmaya çalışıyor. Bu medyadaki neredeyse tüm yazarlar, üstü kapalı olarak askerin darbe yapabileceğini, Türkiye’deki bazı kesimlerin buna çanak tuttuğunu ileri sürerek bir korku havası yaymaya çalışıyor.

Buna ne yazık ki, kimi sözde aydın yazar çizerler de katılıyor. Demokrasi düşüncesinin altında ezilerek demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan AKP’yi demokrasi çerçevesine yerleştirmeye çalışan bu sözde aydınlar da dolaylı yollardan askerin darbe yapabileceğini ileri sürüyorlar.

Böyle bir ortamda, siyasal İslamcı medya ile sözde aydın kesimin dilediği gibi oynayabileceği bir bilgiyi ortaya saçmak ancak ve ancak askeri yıpratmak, sıkıntıya sokmak amacını taşır.

 

Ortaya birden yine “andıç” sorunu atıldı. Ne ilginç değil mi? Çok merak ettiğimiz(!) bir konu açıklığa çıkmış oldu.

Askerin ya da bir başkasının benim hakkımda düşündüğü o kadar önemli değil. Ben onlar hakkında ne düşünüyorum o önemli.

Asker böyle bir şey yapabilir mi, yapamaz mı, bu basın özgürlüğüne darbe midir değil midir, demokrasilerde böyle şey olur mu olmaz mı?

Bunların hepsi akla ziyan sorular.

Dün yazı günüm olmadığı için konuyla ilgili görüşümü söyleyemedim. Andıç’tan da Akşam Gazetesi muhabiri arayıp “Ne düşünüyorsunuz?” diye sorunca haberim oldu. Önce cevap vermek istemedim, çünkü konuyu tam bilmiyordum. Sonra “Eğer Genelkurmay bu değerlendirmesini kamuoyuna açıklamadıysa, bir sorun olmadığını, her kurumun kendi içinde bu tür değerlendirmeler yapabileceğini, ama eğer bunu kamuoyuna resmen açıklamış olsaydı, söyleyecek sözlerim olacağını” belirttim.

Bu konuda benim kafamı kurcalayan tek soru şudur: “Kim bu harika zamanlamayı yaptı?”

Çok ilginç gelişmeler oluyor. Tayyip Erdoğan’ın ya da bir başka AKP’linin Cumhurbaşkanı olmasını istemeyen Türkiye’nin ezici çoğunluğu bunun önlenmesi için birilerine bel bağlamış değil.

Ama siyasal İslamcı medya aylardır bir asker korkusu yaratmaya çalışıyor. Bu medyadaki neredeyse tüm yazarlar, üstü kapalı olarak askerin darbe yapabileceğini, Türkiye’deki bazı kesimlerin buna çanak tuttuğunu ileri sürerek bir korku havası yaymaya çalışıyor.

Buna ne yazık ki, kimi sözde aydın yazar çizerler de katılıyor. Demokrasi düşüncesinin altında ezilerek demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan AKP’yi demokrasi çerçevesine yerleştirmeye çalışan bu sözde aydınlar da dolaylı yollardan askerin darbe yapabileceğini ileri sürüyorlar.

Böyle bir ortamda, siyasal İslamcı medya ile sözde aydın kesimin dilediği gibi oynayabileceği bir bilgiyi ortaya saçmak ancak ve ancak askeri yıpratmak, sıkıntıya sokmak amacını taşır.

*****


DTP sanki kapatılmak istiyor


Dikkat ediyor musunuz, DTP sözcüleri son 15 gündür kanal kanal geziyor. Hepsinin üslubu aynı. “PeKeKe” diyorlar, ancak iki ülkenin savaş halinde kullanabileceği “ateşkes” deyimini ısrarla söylüyorlar, İmralı mahkûmu hakkında olumsuz gelişmeler olması durumunda bunun tahrik sayılacağını iddia ediyorlar.

Sonra bakıyorsunuz bu partinin belediye başkanları, yöneticileri veya yetkilileri “kavgada bile söylenmeyecek” laflar ediyorlar.

Biri çıkıp “Kerkük’e müdahale Diyarbakır’a yapılmış sayılır” diyor, bir başkası kadınlardan “Kürtçe konuşmadığı için” özür diliyor, bir başkası karşısındaki topluluğa “Zorlansanız bile Kürtçe konuşun” öğüdünü veriyor.

Aslına bakarsanız yasalarımız gereği bu söylemlerin her biri parti kapatma gerekçesi olarak kullanılabilir.

O zaman aklıma şu soru geliyor: “Acaba DTP özellikle kapatılmak mı istiyor?”

Çünkü gelen bilgilere göre bu parti Güneydoğu illerinde bağımsız adaylarla seçim mücadelesi verecek. Bu durumda partinin açık olması ve seçimleri katılması bir handikap. En azından bölgede bağımsız adaylar varken seçim pusulasında bir de partinin adının bulunması, seçmenlerin kafasını karıştırabilir.

Ayrıca DTP’nin Güneydoğu bölgesi dışındaki oylarını değerlendirmek için başka partilerle diyalog aradığı da bilinmeyen bir şey değil.

Parti kapatılır. DTP adayları bölgeden bağımsız aday olur, Türkiye’nin diğer yerlerinde de başka bir partiyle ilan edilmemiş bir ittifak yapılır.

Niyet sanki bu..

*****


“O biraz daha dinlenecek”


5 ay falan önce. Ünlü bir gazetecinin evindeyiz. Konuklar arasında her kesimden gazeteciler de var. Ev sahibi gazeteci, 3 yıldır mesleğimi yapamamamdan ötürü ciddi üzüntü duyuyor ve her fırsatta bana bir olanak yaratmaya çalışıyor.

Konuklar arasında siyasal İslamcı medyaya daha yakın duran bir gazetenin Genel Yayın Müdürü de var. Sohbet sırasında ev sahibi gazeteci “Aslında Can sizin gazete için çok yararlı olur” diyor.

Genel Yayın Müdürü de “Ben de biliyorum, hatta geçenlerde bizim patronlarla da konuştuk” cevabını veriyor. Ben araya giriyorum ve “Çok teşekkür ederim. Ama ben demokrasi, hukuk, laiklik ve Cumhuriyet’e bağlılığım ve siyasal görüşlerim açısından sizin gazetede yazmayı pek içime sindiremem” diyorum.

Ev sahibi gazeteci üsteliyor ve ekliyor “Öyle deme, sen sesini duyur, bunu kendin için kişilik meselesi haline getirme.”

Ben de “Ayrıca ben istesem bile Tayyip Bey izin vermez ki” deyince, Genel Yayın Müdürü bu sözlerimi sanıyorum bir yeşil ışık olarak algılıyor ve “Bu hafta Ankara’ya gidiyorum, Tayyip Bey’le de görüşeceğim, bunu söyleyeceğim” diyor.

Hiçbir karşılık vermiyorum.

Aradan 15 gün geçiyor. Bu sohbet aklımdan çıkmış gitmiş bile. O gün davete katılan gazetecilerden birine rastlıyorum, laf o günkü konuşmaya geliyor. Ve bana diyor ki “Hani Tayyip Bey’le konuşacaktı ya, konuşmuş, Tayyip Bey de (o daha dinlenecek) cevabını vermiş.”

Andıç ha? Boşverin..

*****

 

http://www7.gazetevatan.com/root.vatan?exec=yazardetay&sid=&Newsid=112326&Categoryid=4&wid=142

 

TSK'YA FETHULLAHÇI SALDIRI

29 Mart 2007

FETULLAHÇI NOKTA'YA YALANLAMA..

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek, kendisine ait olduğu öne sürülen günlükteki "darbe girişimi" iddialarını yalanladı. Özden, "Böyle bir günlüğüm mevcut değildir" diye konuştu.

Özden, "Komutanlığım döneminde hiçbir zaman günlük tutmadım. Böyle bir günlüğüm mevcut değildir. Haberler tamamen uydurmadır" dedi.

Özden sadece 1957-81 döneminde tuttuğu "hatıratlar" olduğunu belirterek, "Tutulan notlar günlük değil hatırattır. Bu dönemden sonra ve komutanlık sırasında günlük tutulmamıştır. Karargahta günlük programlarım düzenli olarak kayıt edilmekteydi. Günlük programlar ve ziyaretleri alıp bunlar üzerinden tamamen senaryo yazılmış" ifadesini kullandı.

...

Fetullahçı Nokta dergisi eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen ve daha önce de basında bir kısmı yayımlanan günlük notlarının 2003 yılı sonu ve 2004 yılı başlarına ait olan bölümlerini yayımladı.

Dergide kuvvet komutanları ve jandarma komutanının, 2004'te AK Parti'ye karşı "Sarıkız" ve "Ayışığı" adlı iki ayrı darbe girişimi planladığı ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün buna karşı çıktığı öne sürülüyor.

 

Fetullahçı Nokta'nın TSK'ya saldırıları sürüyor!

 

Nokta dergisinde bugün yayımlanan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen notlarda, kuvvet komutanları ve jandarma komutanının AKP'ye karşı iki ayrı darbe planladığı ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün bu girişimlere karşı çıktığı iddia edildi.

Nokta dergisi eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen ve daha önce de basında bir kısmı yayımlanan günlük notlarının 2003 yılı sonu ve 2004 yılı başlarına ait olan bölümlerini yayımladı.

Dergide kuvvet komutanları ve jandarma komutanının, 2004'te AK Parti'ye karşı "Sarıkız" ve "Ayışığı" adlı iki ayrı darbe girişimi planladığı ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün buna karşı çıktığı öne sürülüyor.

İddiaların kaynağı eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in görev süresince tuttuğu öne sürülen günlük notları.

İlk girişim "Sarıkız" 2003 eylülünde doğuyor. Dönemin Jandarma Komutanı Şener Eruygur, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek ve Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına, AK Parti hükümetini kendilerini rahatsız eden uygulamalarından vazgeçirmek için "özel bir çalışma" yapmaya karar veriyor.

Ancak iddiaya göre Özkök, çalışmanın bazı noktalarına itiraz ediyor. Komutanların, hükümet aleyhine harekete geçmeye ikna edemedikleri Özkök için "dinci, hükümetin adamı" nitelemelerini yaptıkları iddia ediliyor.

"Özel çalışma" Yüksek Askeri Şura'ya hazırlık toplantısında gündeme getiriliyor. Nokta'nın yayımladığı günlüğe göre Orgeneral Özkök, toplantıda bazı komutanların muhtıra verilmesi yönündeki taleplerine karşı çıkıyor.

Nokta'ya göre notlarda, komutanların hükümetin irticai faaliyetlerine ilişkin çalışmalar yaptırdıkları, basını ele geçirmek ve halkı hükümeti protesto etmeye yönelik faaliyetlere yönlendirmek gibi unsurlar içeren eylem planları hazırladıkları yer alıyor.

Nisan 2004'teki Kıbrıs referandumu öncesinde planlanan darbe, Orgeneral Özkök'ün girişimiyle yarıda kalıyor.

Günlükteki notlara göre, dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur'un tek başına "Ayışığı" adlı darbe planı yaptığı ancak destek bulamadığı belirtiliyor.

Oramiral Örnek'e ait olduğu öne sürülen günlük mart ayı başında bir internet sitesinde yayınlanmaya başlamıştı. Örnek, 13 Mart 2007'de "Benim hiçbir zaman günlüğüm olmadı" demişti.


FETULLAHÇI NOKTA'YA YALANLAMA..

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek, kendisine ait olduğu öne sürülen günlükteki "darbe girişimi" iddialarını yalanladı. Özden, "Böyle bir günlüğüm mevcut değildir" diye konuştu.

Özden, "Komutanlığım döneminde hiçbir zaman günlük tutmadım. Böyle bir günlüğüm mevcut değildir. Haberler tamamen uydurmadır" dedi.

Özden sadece 1957-81 döneminde tuttuğu "hatıratlar" olduğunu belirterek, "Tutulan notlar günlük değil hatırattır. Bu dönemden sonra ve komutanlık sırasında günlük tutulmamıştır. Karargahta günlük programlarım düzenli olarak kayıt edilmekteydi. Günlük programlar ve ziyaretleri alıp bunlar üzerinden tamamen senaryo yazılmış" ifadesini kullandı.

"AKP'ye 2004'te darbe girişimi" iddiası

Nokta dergisinde bugün yayımlanan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen notlarda, kuvvet komutanları ve jandarma komutanının AK Parti'ye karşı iki ayrı darbe planladığı ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün bu girişimlere karşı çıktığı iddia edildi

Fetullahçı Nokta dergisi eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen ve daha önce de basında bir kısmı yayımlanan günlük notlarının 2003 yılı sonu ve 2004 yılı başlarına ait olan bölümlerini yayımladı.

Dergide kuvvet komutanları ve jandarma komutanının, 2004'te AK Parti'ye karşı "Sarıkız" ve "Ayışığı" adlı iki ayrı darbe girişimi planladığı ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün buna karşı çıktığı öne sürülüyor.


http://www.ulusgazete.com/detay.php?id=1350

 

Fethullah’ın andıçları

TÜRKSOLU

Okan İşbecer

Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran en önemli tartışma, hiç kuşkusuz andıç tartışması oldu. Nokta dergisinin 8-14 Mart tarihli sayısında kapaktan verilen habere göre TSK, gazetecileri ordu yandaşları ve ordu karşıtları olmak üzere ikiye ayırıyordu. Genelkurmay halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü tarafından hazırlanan üç sayfalık belgede basın-yayın kuruluşları “güvenirlik” yönünden detaylı bir şekilde incelenmiş görülüyor. İşin buraya kadar olan kısmında bir sorun yok. Genelkurmay Başkanlığı’nın kendi kurumsal yapısı içerisinde güvenlik amaçlı böyle bir değerlendirme yapmasından daha doğal bir şey yok; ancak bu belgenin ortaya çıkarılması ve böyle bir dönemde yeniden ordu tartışmasının alevlendirilmesinin anlamı üzerinde durmakta yarar var.

Birincisi, yeniden yayın hayatına dönen Nokta dergisinin çizgisini belirtmekte fayda var. Nokta dergisi Fethullahçı çizgiye olan yakınlığı (içiçeliği) ile dikkat çekiyor.

Derginin Genel Yayın Yönetmeni olan Alper Görmüş, yıllardır Başbakanla akraba olan Albayraklar’ın sahibi olduğu Yeni Şafak gazetesinin Medya köşesini hazırlıyordu.

Yine derginin devamlı yazarı olan Kürşat Bumin de Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta. Ahmet Altan ve Fethullahçı Star gazetesi yazarı Mahir Kaynak, öne çıkan yazarlar.

Haberi hazırlayan Ahmet Şık ise Radikal gazetesinde yetişmiş bir isim. Bir ay kadar önce 22-28 Şubat tarihli Nokta dergisinde Mersin’deki ulusalcı provokasyon üzerine yayımlanan yazıda da yine Ahmet Şık imzasını görüyoruz. 17 Şubat tarihinde Radikal gazetesinin manşetten duyurduğu haberde Mersin’de örgütlenen provokatif ulusalcı yapılara dikkat çekilmiş, bu provokatif ulusalcı örgütler listesinin en başına da TÜRKSOLU konularak hedef gösterilmişti.

Anlaşılan Fethullah, Ocak 2005’te öngördüğü provokasyon haberlere imza atacak bir mürit bulmuş. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bu kadar tartışıldığı bir ortamda ancak bu kadar başarılı gündem değiştirilip Tayyip’in Cumhurbaşkanlığı önünde en büyük engel görülen TSK, hedef tahtasına oturtulabilirdi.

 

 

Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran en önemli tartışma, hiç kuşkusuz andıç tartışması oldu. Nokta dergisinin 8-14 Mart tarihli sayısında kapaktan verilen habere göre TSK, gazetecileri ordu yandaşları ve ordu karşıtları olmak üzere ikiye ayırıyordu. Genelkurmay halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü tarafından hazırlanan üç sayfalık belgede basın-yayın kuruluşları “güvenirlik” yönünden detaylı bir şekilde incelenmiş görülüyor. İşin buraya kadar olan kısmında bir sorun yok. Genelkurmay Başkanlığı’nın kendi kurumsal yapısı içerisinde güvenlik amaçlı böyle bir değerlendirme yapmasından daha doğal bir şey yok; ancak bu belgenin ortaya çıkarılması ve böyle bir dönemde yeniden ordu tartışmasının alevlendirilmesinin anlamı üzerinde durmakta yarar var.

Birincisi, yeniden yayın hayatına dönen Nokta dergisinin çizgisini belirtmekte fayda var. Nokta dergisi Fethullahçı çizgiye olan yakınlığı (içiçeliği) ile dikkat çekiyor.

Derginin Genel Yayın Yönetmeni olan Alper Görmüş, yıllardır Başbakanla akraba olan Albayraklar’ın sahibi olduğu Yeni Şafak gazetesinin Medya köşesini hazırlıyordu.

Yine derginin devamlı yazarı olan Kürşat Bumin de Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta. Ahmet Altan ve Fethullahçı Star gazetesi yazarı Mahir Kaynak, öne çıkan yazarlar.

Haberi hazırlayan Ahmet Şık ise Radikal gazetesinde yetişmiş bir isim. Bir ay kadar önce 22-28 Şubat tarihli Nokta dergisinde Mersin’deki ulusalcı provokasyon üzerine yayımlanan yazıda da yine Ahmet Şık imzasını görüyoruz. 17 Şubat tarihinde Radikal gazetesinin manşetten duyurduğu haberde Mersin’de örgütlenen provokatif ulusalcı yapılara dikkat çekilmiş, bu provokatif ulusalcı örgütler listesinin en başına da TÜRKSOLU konularak hedef gösterilmişti.

Anlaşılan Fethullah, Ocak 2005’te öngördüğü provokasyon haberlere imza atacak bir mürit bulmuş. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bu kadar tartışıldığı bir ortamda ancak bu kadar başarılı gündem değiştirilip Tayyip’in Cumhurbaşkanlığı önünde en büyük engel görülen TSK, hedef tahtasına oturtulabilirdi.

Bu olaydan iki gün sonra da Başbakanlığın yayımladığı “medya karnesi” ortaya çıktı. Genelkurmay’ın yayımladığı iddia edilen değerlendirmeye göre biraz vasat kalan değerlendirmede gazeteler genel çizgi itibariyle değerlendirilmiş.

Başbakanlık Basın Müşaviri Ahmet Tezcan’ın yaptığı değerlendirmede Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Sabah, Vatan, Gözcü, Milli Gazete ve Yeniçağ gazeteleri olumsuz yayın organları olarak fişlenirken; Zaman, Vakit, Yeni Şafak, Türkiye iktidar yanlısı olarak değerlendirilmiş, Radikal gazetesi ise tarafsız olarak nitelendirilmiştir.

Raporda en dikkat çekici madde ise “solcu” Birgün gazetesi hakkında yapılan değerlendirmedir. “‘Öteki sol’a ait gazeteler içinde en demokrat, gerçekçi olanı” ifadeleriyle Kürt-İslamcıların övgülerine mazhar olan Birgün gazetesi, böylece faşist iktidar tarafından önümüzdeki dönem yaşatılacak kurumlar arasındaki yerini almış oldu.

TÜRKSOLU olarak kendilerini kutlar, başarılarının devamını temenni ederiz.

Ortaya çıkan basın karnesi elbette medya içerisinde geniş yankı buldu. Genel itibariyla yorumlar, iktidarın yaklaşan seçimler öncesinde medyayı hizaya çekme çabası içinde olduğu yönünde.

Sabah Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil, meseleye farklı bir yerden yaklaşarak kafasında oluşan soru işaretlerini sıralıyor:

“‘Neden’ böyle bir tasnif yaptıklarını anlıyorum… Ama ‘neye göre’ böyle bir tasnif yaptıklarını anlamak güç. Çünkü… Hem 12 Eylülcü, hem Özalcı, hem Demirelci, hem Çillerci, hem Erbakancı, hem Yılmazcı, hem 28 Şubatçı, hem Erdoğancı olan gazeteciler var.

Bunlar hangi kategoriye giriyor? Şarap içenler fişlenmiş mesela… Rakı içenler ne olacak? Şarap sorunsa eğer…

Hem tarikatçı olup, hem de Ramazan’a denk gelen ‘happy birthday’ partisinde şarap içen gazeteci var…

Bunun AKP lehine yazdıkları caiz midir?”

Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler öncesinde Kürt-İslamcı Tayyip iktidarının medyaya yönelik bu balans ayarı bakalım önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak tartışmalara nasıl yansıyacak

...

http://www.turksolu.org/131/isbecer131.htm

***

Kanal 7: Siyonizmin cesur sesi

Gündem

 

Gazetede çok küçük bir haber bile pek çok ipucu verebilir. 13 Mart tarihli Milliyet’te sayfanın en dibinde ufacık bir haber: “Kanal 7’de bomba paniği”

Haberden Kanal 7’ye bomba ihbarı yapıldığı, ihbarın panik yarattığı ancak sonunda asılsız çıktığını öğreniyoruz; ama küçük bir detayda yanlışlıkla habere girmiş. Haberde ihbarın yapıldığı saatte Kanal 7’yi İsrail Başkonsolosu Amihai’nin ziyaret ettiğini ve ihbarın belki de bu yüzden yapılmış olabileceği belirtiliyor.

İsrail’in Başkonsolosu Amihai’nin Kanal 7’ye düzenlediği “teşekkür ve nezaket” ziyareti aklımıza Erbakan’ın Kanal 7 için para toplarken yıllar önce söylediklerini getirdi: “Bu televizyon verdiğimiz cihat mücadelesinde tanktan bile daha önemlidir.”

Demek ki Kanal 7 ve gericilerin verdiği kutsal şeriat kavgası, Siyonistlerin Yahudi şeriatı içinmiş. Amerikan Musevi Konseyi Tayyip Erdoğan’a “Musevi Cesaret Ödülü” verirse, İsrail Başkonsolosu da tabii ki Kanal 7’yi ziyaret edebilir. Belki de gelecek yayın döneminin programını belirliyorlardır. Gecenin bir saatinden sonra AKP propagandası ve Tayyip Erdoğan yalakalığını bırakan Kanal 7, Kuran yayınına geçiyor. Kimbilir belki yakında Kuran yayını yerini Tevrat yayınına bırakır.

***

http://www.turksolu.org/131/gundem131.htm

 

 

Fethullahçı Tezgâh...

Yazan: Hikmet ÇETİNKAYA 

Nisan 19,2007

Nokta dergisinin yayımladığı günlükler sahteydi...

Şimdi soruyorum:

Emekli Oramiral Özden Örnek 1950 yılından başlayıp emekli olana dek (26 Ağustos 2005'te emekli oldu) tuttuğu günlükleri bilgisayara mı yazdı?

Yüz sayfa değil, iki yüz sayfa değil, tam iki bin sayfa...

Defterleri evinden çalınıp bilgisayara mı yazıldı?

Medya bu olayın üzerine gitmedi; bunu Fethullahçıların bir tezgâhı olduğunu ne yazık ki vurgulamadı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt basın toplantısında "bir tarikat üzerine" vurgu yaptı...

İki bin sayfa kolay kolay yazılmaz. Biliyorsunuz yıllar önce " Hitler 'in günlüğü" ortaya çıkmıştı. 1930 'lu, 1940 'lı yılların kâğıtlarına sahte "Hitler'in Günlüğü" yazılmıştı. Üstelik Hitler'in el yazısı taklit edilerek. Amaç, para kazanmaktı.

Emekli Oramiral Özden Örnek'in iki bin sayfalık günlüğünü yazan, "din baronu" nun müritleriydi. Müritler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin istihbarat birimlerinde, ABD'deki üniversitelerde görevliydiler.

Sahtekârlığın boyutu bir kişiyle sınırlı değil, bir örgüt işiydi ve ekip çalışmasıyla yapılmıştı.

Bazıları bu olayı, AKP iktidarıyla bağlarını "cemaatçi ilişki" diyerek "Fethullahçılar" ı aklamaya çalışıyorlar.

 

Oyunun ilk bölümü sahneye konuldu, ama hiç izleyici toplamadı...

Adı "büyük" olan medya, sahte günlüklere balıklama atladı önce...

Dönekler hemen kalemlerine sarıldı, dört koldan yaylım ateşine başladı. Eski Genelkurmay Başkanı Özkök Paşa, İzmir Narlıdere'den Anadolu Ajansı 'nı evinde ağırladı...

Kafalar karışmıştı...

2004 kışında ya da 2004 yazında dört general darbe mi yapacaktı?

Olup bitenleri 10 yıldır ABD'de FBI korumasında ve CIA şemsiyesi altında yaşayan Fethullah Gülen çok yakından izliyordu...

Dedi ki:

"Hilmi Özkök Paşa, albaylığa terfi ettiğinde biz çok şaşırmıştık..."

Nokta dergisi Fethullahçıların eline geçmişti. Paraları boldu. Kendilerini hâlâ "solcu" sayan üç-beş döneği kadrolarına alıp hedef belirlemişlerdi:

"Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmak..."

Okurlar merak ediyor, Nokta dergisinin üst düzey yöneticisini!..

Söyleyeyim: Genel Koordinatör Haluk Görgün (Samanyolu TV'nin eski Ankara temsilcisi).

Nokta dergisine Fethullahçılar, iki bin sayfalık bir dosya ve slaytlar gönderiyor...

İki bin sayfalık dosyada neler var?

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek 'in günlüğü...

Örnek'in günlüğü Heybeliada Deniz Lisesi'ne girdiği 1950 yılından başlıyor ve emekliliğine dek sürüyor...

Günlük, Nokta dergisinde yayımlandı. Aynı gün Özden Örnek bir açıklama yaptı:

"Ben yaşamım boyunca hiç günlük tutmadım."

***

Nokta dergisinin yayımladığı günlükler sahteydi...

Şimdi soruyorum:

Emekli Oramiral Özden Örnek 1950 yılından başlayıp emekli olana dek (26 Ağustos 2005'te emekli oldu) tuttuğu günlükleri bilgisayara mı yazdı?

Yüz sayfa değil, iki yüz sayfa değil, tam iki bin sayfa...

Defterleri evinden çalınıp bilgisayara mı yazıldı?

Medya bu olayın üzerine gitmedi; bunu Fethullahçıların bir tezgâhı olduğunu ne yazık ki vurgulamadı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt basın toplantısında "bir tarikat üzerine" vurgu yaptı...

İki bin sayfa kolay kolay yazılmaz. Biliyorsunuz yıllar önce " Hitler 'in günlüğü" ortaya çıkmıştı. 1930 'lu, 1940 'lı yılların kâğıtlarına sahte "Hitler'in Günlüğü" yazılmıştı. Üstelik Hitler'in el yazısı taklit edilerek. Amaç, para kazanmaktı.

Emekli Oramiral Özden Örnek'in iki bin sayfalık günlüğünü yazan, "din baronu" nun müritleriydi. Müritler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin istihbarat birimlerinde, ABD'deki üniversitelerde görevliydiler.

Sahtekârlığın boyutu bir kişiyle sınırlı değil, bir örgüt işiydi ve ekip çalışmasıyla yapılmıştı.

Bazıları bu olayı, AKP iktidarıyla bağlarını "cemaatçi ilişki" diyerek "Fethullahçılar" ı aklamaya çalışıyorlar.

İşin içimi acıtan yanı, bu sahte günlüklere DİSK gibi bir sendikanın yöneticilerinin de inanıp 14 Nisan'da Ankara'da Tandoğan Alanı'ndaki "Cumhuriyet Mitingi" ne katılmamasıydı...

DİSK dün bir bildiri yayımladı. Bildiride "Kimse cin olmadan adam çarpmaya çalışmamalıdır, önce herkes haddini bilmelidir" deniliyor...

Bildiriyi sanki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kaleme almış. Biçem, sanki Erdoğan'ın Mersin'deki üreticiye "Ananı da al git" demesi gibiydi.

Bakın ne deniyor DİSK'in açıklamasında:

"... Düzenleyiciler arasında bizim tasvip edemeyeceğimiz bazı kişi ve kurum adlarının geçmesi nedeniyle , yetkili kurumlarda tartışarak mitinge kurumsal kimliğimizle katılmama kararı aldık."

***

DİSK'in adını vermediği kurum, bence Atatürkçü Düşünce Derneği ve derneğin genel başkanı emekli Orgeneral Şener Eruygur !..

Çünkü Eruygur Paşa, "sahte günlük" te darbe hazırlığında olan dört generalden biriydi. TBMM Başkanı Bülent Arınç da 14 Nisan mitingi için "Darbecilerin peşinden gitmeyin" demişti.

Bu kadarı da olmaz ve DİSK'e böyle bir biçem ve davranış yakışmaz!

DİSK , Fethullahçıların oyununa gelmez.

Ama geldi işte!..

DİSK yöneticileri hiç konuşmasalar daha iyi!..

Genelkurmay Başkanlığı'nın önünde sivil kişinin sarı zarflar içinde sahte belge dağıtması, komutanların cep telefonlarına Fethullahçıların on binlerce mesaj atmaları örgütlü bir eylemdir, bunu görmemek ise ahmaklık!..

İki bin sayfalık sahte günlük...

Türk-İş'in Fethullahçıların oyununa gelmesini anlıyorum da DİSK'in bu oyuna nasıl geldiğini , inanın hiç anlayamıyorum...

Yazıma noktayı koymuştum, telefonum çaldı. Arayan, kahpece katledilen Kemal Türkler 'in damadı Oğuz Soydan 'dı...

Aynen şöyle dedi:

"DİSK'le ilgili yazılarınızı okudum. Eleştirilerinizde haklısınız. Eşim Nilgün ve ben teşekkür ediyoruz, Türkler ailesi adına. Kemal Türkler'in gerçekten, DİSK'in bu tavrı karşısında mezarda kemikleri sızlıyordur."


http://www.hakimiyetimilliye.org/index.php?news=926

 

Ayetullah Fethullah

Vatan Gazetesi

Can Ataklı  

01.04.2007

İki olayda dolaylı yoldan gibi olsa da amacın askeri yıpratmak olduğunu anlamamak mümkün değil.

Bu iki olayın askeri yıpratmak dışındaki ortak bir noktası daha var.

Hem medya andıçı hem de günlük olduğu iddia edilen bilgisayar kayıtları Amerika’nın Utah eyaletindeki bir adrese gönderilmiş. Utah Amerika’da çok katı kuralları olan Mormon’ların eyaleti. Salt Lake City de adeta başkent.

Ve hem andıç hem de günlük bu eyaletten yayın yapan bir internet sitesinden dünyaya yayılmış.

Askeri kaynaklar açıkça isim vermemekle birlikte “Amerika’da bir kişiye gönderilmiş” ifadesini Fethullah Gülen için kullanıyorlar.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin yasadışı bir örgüt gibi “tezgah” düzenlemeyeceğini bildiğimize göre, demek ki ellerinde çok güçlü deliller ya da belgeye dökülememiş kanaatlar olduğu kesin. Yani asker üstü kapalı olarak da “Fethullah Gülen’i işaret ediyorsa” bu doğrudur.

Nitekim Utah’tan yayın yapan iki internet sitesindeki bu tür haberlerin üzerine anında atlayarak yayınlayan medya organlarına baktığımızda, bunların sahip ya da yöneticilerinin Fethullah Gülen hareketine yakınlık duydukları konusunda güçlü kanaatler oluştuğunu görüyoruz.

Fethullah Gülen çok uzun yıllardır Amerika’da yaşıyor. Hakkında herhangi bir mahkumiyet ya da dava olmadığını biliyorum. Ancak buna rağmen nedense Türkiye’ye gelmiyor. Belli ki bizim de bilmediğimiz bir endişesi var.

Gülen ve yandaşları şu sıralarda son derece tedirginler. Çünkü yıllardır tek tek tuğlalarla duvar örer gibi Türkiye’nin İslam devletine yumuşak biçimde kaydırılması için çaba harcadılar.

Sonuçta siyasal islamcı bir ekip demokrasinin ve seçim sisteminin cilvesi sonucu iktidarı göbeğinden yakaladı. Ancak bu elbette yetmeyecektir. Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyet’in tüm kalelerinin ele geçirilmesi ve bu cumhuriyetin bir islam cumhuriyetine çevrilebilmesi için son bir adım daha kaldı. O da Cumhurbaşkanlığı.

Fethullah Gülen bu son kritik aşamayı özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, gücünü Anayasa’dan alan “Cumhuriyeti koruma ve kollama” görevini yerine getirmesine imkan tanımadan aşmak istiyor herhalde.

Bu nedenle de önce askeri sıkıştıracak operasyonlar düzenleyip, sonra hâlâ aymazlık içinde olan sözde demokratların desteği ile kamuoyunu etkilemek ve nötr hale getirmek istiyor.

 

Askeri gerçekten zor durumda bırakan iki olayı üst üste yaşadık.

Birincisi medya hakkında hazırlanmış bir “andıç” çıktı ortaya.

İkincisi bir emekli kuvvet komutanının yazdığı iddia edilen günlükler saçıldı.

İki olayda dolaylı yoldan gibi olsa da amacın askeri yıpratmak olduğunu anlamamak mümkün değil.

Bu iki olayın askeri yıpratmak dışındaki ortak bir noktası daha var.

Hem medya andıçı hem de günlük olduğu iddia edilen bilgisayar kayıtları Amerika’nın Utah eyaletindeki bir adrese gönderilmiş. Utah Amerika’da çok katı kuralları olan Mormon’ların eyaleti. Salt Lake City de adeta başkent.

Ve hem andıç hem de günlük bu eyaletten yayın yapan bir internet sitesinden dünyaya yayılmış.

Askeri kaynaklar açıkça isim vermemekle birlikte “Amerika’da bir kişiye gönderilmiş” ifadesini Fethullah Gülen için kullanıyorlar.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin yasadışı bir örgüt gibi “tezgah” düzenlemeyeceğini bildiğimize göre, demek ki ellerinde çok güçlü deliller ya da belgeye dökülememiş kanaatlar olduğu kesin. Yani asker üstü kapalı olarak da “Fethullah Gülen’i işaret ediyorsa” bu doğrudur.

Nitekim Utah’tan yayın yapan iki internet sitesindeki bu tür haberlerin üzerine anında atlayarak yayınlayan medya organlarına baktığımızda, bunların sahip ya da yöneticilerinin Fethullah Gülen hareketine yakınlık duydukları konusunda güçlü kanaatler oluştuğunu görüyoruz.

Fethullah Gülen çok uzun yıllardır Amerika’da yaşıyor. Hakkında herhangi bir mahkumiyet ya da dava olmadığını biliyorum. Ancak buna rağmen nedense Türkiye’ye gelmiyor. Belli ki bizim de bilmediğimiz bir endişesi var.

Gülen ve yandaşları şu sıralarda son derece tedirginler. Çünkü yıllardır tek tek tuğlalarla duvar örer gibi Türkiye’nin İslam devletine yumuşak biçimde kaydırılması için çaba harcadılar.

Sonuçta siyasal islamcı bir ekip demokrasinin ve seçim sisteminin cilvesi sonucu iktidarı göbeğinden yakaladı. Ancak bu elbette yetmeyecektir. Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyet’in tüm kalelerinin ele geçirilmesi ve bu cumhuriyetin bir islam cumhuriyetine çevrilebilmesi için son bir adım daha kaldı. O da Cumhurbaşkanlığı.

Fethullah Gülen bu son kritik aşamayı özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, gücünü Anayasa’dan alan “Cumhuriyeti koruma ve kollama” görevini yerine getirmesine imkan tanımadan aşmak istiyor herhalde.

Bu nedenle de önce askeri sıkıştıracak operasyonlar düzenleyip, sonra hâlâ aymazlık içinde olan sözde demokratların desteği ile kamuoyunu etkilemek ve nötr hale getirmek istiyor.

Eğer Tayyip Erdoğan ya da bir benzeri şu veya bu nedenle Çankaya Köşkü’ne çıkmazsa Fethullah Gülen Amerika’daki yaşamına devam eder.

Ama Tayyip Erdoğan veya bir benkeri Çankaya’ya çıkarsa Fethullah Gülen hiç şüpheniz olmasın ki, bir süre sonra tıpkı Ayetullah Humeyni’nin Tahran’a dönüşü gibi Türkiye’ye gelir.

O günkü “devlet” onu Ayetullah Fethullah olarak karşılar.

NOT: Ayetullah tanımı bir benzetme için yapılmıştır. Lütfen kimse “Ayetullahlık Şiilik’te vardır” türünden açıklayıcı bilgiler vermek için kendini zahmete sokmasın.

*****

http://www7.gazetevatan.com/root.vatan?exec=yazardetay&Newsid=114669&Categoryid=4&wid=142

 

.Türk Ordusuna Çuvalı Bu Kez Amerkancı Fethullahçılar mı Geçirmek İstiyor?

Milli Çözüm Dergisi

Erdoğan PİŞKİN   

Amaçlar:

•1-       Stratejik amaç, iç savunmayı tahrip edip yıpratmak.

•2-       Kısa vadeli hedef: Tayip Erdoğan'ı kurtarmak.

•3-       Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın önünü kapatmak.

"‘Özel' hücreler, Türkiye'ye karşı", "Yedi ayda beşinci çete" "11 derin hücre daha" şeklinde Yeni Şafak, Zaman ve Akşam gazetelerinin manşetleri, halkı avutup aldatıyor.

Başında Fethullah sicilli İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek'in bulunduğu Emniyet'teki kadrosuyla, MİT İstanbul Bölgesi'ndeki ekibin "ulusalcı komplo" imalatında başarısız olmasının ardından, Tayyip Erdoğan'ı kurtarma hamlesine giriştiler. Ancak bu olayın sadece küçük bir parçası. Hem yukarıdaki gazetelerin manşetlerine yansıyan vurgular, hem de yazıların içeriği dikkatle incelendiğinde hedefin daha büyük olduğu anlaşılıyor.

Haberlere bakılırsa, içinde iki Özel Kuvvetler Komutanlığı mensubunun bulunduğu "Atabeyler örgütünün" evinde "Tayyip Erdoğan'ın evinin krokisi çıkmış"mış, "Cüneyd Zapsu'nun ve Abdülkadir Aksu'nun oğluna yönelik eylem planı hazırlığı yapılmaktaymış...mış!.

...

ABD, Türk Ordusu'na karşı cepheden saldırı taktiğine girişti. Türk Ordusu'nu içten bölme faaliyetinde başarısız olunca, bu kez cepheden saldırıya geçtiler. Amerika için en büyük tehdit olan, hem Kuzey Irak'taki operasyon gücü, hem de iç yıkıcılık ve bölücülüğe karşı Türk Ordusunun en vurucu gücüne karşı saldırıyı yoğunlaştırdı. Türk Ordusunda "göz bebeği kurum" olarak nitelenen ÖKK'nin hedefe konmasının nedeni işte bu Amerika, Türkiye'nin iç savunma mekanizmasını yok etme saldırısıyla Orduyu "dize getirmeye" çalışıyor. Bunun için daha önce devşirdiği bazı unsurları devreye sokarak operasyonlar yapıyor. Amerikan derin devleti, Türkiye'nin savunma mekanizmalarını tahrip etmeye çalışıyor.

 

Amaçlar:

•1-       Stratejik amaç, iç savunmayı tahrip edip yıpratmak.

•2-       Kısa vadeli hedef: Tayip Erdoğan'ı kurtarmak.

•3-       Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın önünü kapatmak.

"‘Özel' hücreler, Türkiye'ye karşı", "Yedi ayda beşinci çete" "11 derin hücre daha" şeklinde Yeni Şafak, Zaman ve Akşam gazetelerinin manşetleri, halkı avutup aldatıyor.

Başında Fethullah sicilli İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek'in bulunduğu Emniyet'teki kadrosuyla, MİT İstanbul Bölgesi'ndeki ekibin "ulusalcı komplo" imalatında başarısız olmasının ardından, Tayyip Erdoğan'ı kurtarma hamlesine giriştiler. Ancak bu olayın sadece küçük bir parçası. Hem yukarıdaki gazetelerin manşetlerine yansıyan vurgular, hem de yazıların içeriği dikkatle incelendiğinde hedefin daha büyük olduğu anlaşılıyor.

Haberlere bakılırsa, içinde iki Özel Kuvvetler Komutanlığı mensubunun bulunduğu "Atabeyler örgütünün" evinde "Tayyip Erdoğan'ın evinin krokisi çıkmış"mış, "Cüneyd Zapsu'nun ve Abdülkadir Aksu'nun oğluna yönelik eylem planı hazırlığı yapılmaktaymış...mış!.

Rumsfeld'in "Çuval Tehdidi"nden Stratejik Atak

Peki, bu "çete" nasıl çökertilmiş? Bu kadar "gizli" hazırlıklar içinde olan örgüt bir e-postayla ortaya çıkmış!? Üstelik iddiaya göre, Genelkurmay'dan aradığını söyleyen bir kişi gazetelere konuyla ilgili bilgiyi, Genelkurmay'ın kapısında bir zarf içinde iletmiş.

Peki son üç-dört ay içinde "sauna çetesi", banka soygunu gibi olaylarla Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) mensupları arasında bir bağlantının kurulması tesadüf mü? Son bir yıl içinde belli aralıklarla ÖKK mensuplarının "çete, soygun, vb" olaylarla bağlantılı gösterilmesi akıllara 2005 yılı başında ortaya atılan ÖKK "inşaat yolsuzluğu" masalını getiriyor.

Akşam gazetesi, "Atabeyler'de Irak bağlantısı"na atıf yapıyor.

ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, 14 Temmuz 2003'te Tayyip Erdoğan'a gönderdiği mektupta, "Türk Ordu mensuplarının sizin iradeniz dışında Irak'ta faaliyetlerde bulunduğunu biliyoruz" demişti.

6 Ocak 2005'te NATO Başkomutanı Org. Jones, 11 Ocak'ta ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Org. Abizaid Ankara'ya geldi. Her iki Amerikalı komutanın gündeminde, "TSK'nın çeşitli kademelerinin iknası" vardı. Aydınlık'a güvenilir kaynaklardan ulaşan bilgiye göre, ABD, "Türk Silahlı Kuvvetlerindeki bazı elemanların kontrol dışı çalışabilecekleri ve bununla ilgili sağlıklı bilgi alamadıkları" yönünde endişelerini Genelkurmay ve Hükümet yetkililerine iletmişti.

Tablonun Anlamı

İşte bütün bu tablo, olayın gerçek amacını ortaya çıkarıyor.

ABD, Türk Ordusu'na karşı cepheden saldırı taktiğine girişti. Türk Ordusu'nu içten bölme faaliyetinde başarısız olunca, bu kez cepheden saldırıya geçtiler. Amerika için en büyük tehdit olan, hem Kuzey Irak'taki operasyon gücü, hem de iç yıkıcılık ve bölücülüğe karşı Türk Ordusunun en vurucu gücüne karşı saldırıyı yoğunlaştırdı. Türk Ordusunda "göz bebeği kurum" olarak nitelenen ÖKK'nin hedefe konmasının nedeni işte bu Amerika, Türkiye'nin iç savunma mekanizmasını yok etme saldırısıyla Orduyu "dize getirmeye" çalışıyor. Bunun için daha önce devşirdiği bazı unsurları devreye sokarak operasyonlar yapıyor. Amerikan derin devleti, Türkiye'nin savunma mekanizmalarını tahrip etmeye çalışıyor.

Zaman Yazarı Tamer Korkmaz, Paşalardan Niye Korkuyor?

"Alttan-Üstten

12 Eylül tablosunun "dayanılmaz ressamı" Evren Paşa diyor ki:

"Ordu içinde darbe yanlısı genç subaylar olabilir...

Yeniçeriler, zamanında çok padişah devirmiş...

O nedenle darbeci subayların Ordu'dan atılması gerektiğini savunuyorum!"

Evren'in bunca olup bitenden sonra artık nedamet getirdiğini; nihayetinde demokratların safına geçtiğini falan sanıyorsanız fena halde yanılıyorsunuz!

Evren, 1960 darbesinin "alttan" geldiğini hatırlatıyor: O yüzden, Genç Subaylar'a dikkat çekiyor...

Türkçesi: "Memlekette darbe yapılacaksa bu darbeyi genç subaylar değil, paşa paşa üst düzey komutanlar yapar" demek istiyor...

Kenan Paşa'nın yağlıboya darbesi alttan değil, üsttendi!

Evren'in 1976'da Ege Ordu Komutanlığı'na getirildiği dönemde de Ordu'da darbe yapmak isteyen 'Genç Subaylar' vardı...

Ancak bunlar kendi başlarına hareket etmiyorlardı...

Liderleri, Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun'du...

(Ersun; 1963'teki başarısız darbe girişiminin faturasını hayatıyla ödeyen Talat Aydemir'in ardından Kara Harp Okulu Komutanlığı'na getirilmişti.)

1977 yılı, 12 Eylül öncesindeki en önemli kilometre taşıdır: Yüksek Askeri Şûra'ya iki ay kala 1 Haziran'da Namık Kemal Ersun emekliye sevk edilmişti!

Ersun'un ekibinden 850 civarında genç subay da o operasyonda Ordu'dan atıldılar...

Şayet böyle bir hadise olmasaydı, Türkiye Kenan Evren diye bir darbe ressamını hiç tanımayacaktı!

Önce Ersun, sonra da üç general hepi topu üç ay içinde elenmiş ve Evren'e Kara Kuvvetleri Komutanlığı yolu açılmıştı. Ardından da, Genelkurmay Başkanlığı koltuğu ve nihayet 'darbe liderliği' apoleti gelivermişti...

Ezcümle, Evren'i Evren yapan gelişme Haziran 1977'de Genç Subaylar'ın Ordu'dan atılmasıdır: Kenan Paşa'nın günümüzde "Darbe yanlısı gençler behemehal Ordu'dan atılmalıdır" demesi, bundan...

Bilinçaltı konuşuyor!

Ersun ve arkadaşları tasfiye edildiğinde, Genelkurmay Başkanı Org. Semih Sancar "TSK macera peşinde koşanlara asla iltifat etmeyecektir." diyordu...

"ÜGD İkinci Başkanı Abdullah Çatlı!" ile röportaj yapan Washington Post gazetesi ise "Seçimin hemen öncesinde 'ihtilal girişiminde bulunan' Ersun ve arkadaşlarının Ordu'dan atıldığını, tasfiye edilen kadronun Türkeş'e yakın grup olduğunu" yazıyordu!

Ersun ve ekibinin tasfiye edilmesinde Çatlı'nın önemli rolü vardı...

ABD-NATO, Ersun Cuntası'nın elimine edilmesinden memnundu. "12 Eylül 1980"in güzergâhı "temiz"lenmişti..."

Aynı gün Zaman'ın diğer yazarı Şahin Alpay da New York Times'in "Türkiye'de Darbe Tehlikesi"ne dikkat çekiyor!

New York Times'ın 30 Mayıs tarihinde yayımladığı "A Violent Detour in Turkey/Türkiye'de şiddetli bir dönüş" başlıklı başyazı, yalnızca Türkiye'yi değil, dünya politikasını izleyenler için de çok dikkate değerdi.

ABD'nin önde gelen gazetesi bu başyazısında iki konudaki kuşkularını dile getiriyordu. Birincisi Türkiye ile ilgiliydi. NYT, "Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, geçen hafta Türkiye'de yaşanan şiddet olaylarının 'eski günler'e, askeri darbe ve askeri yönetim günlerine dönüşün habercisi olmadığını söyledi. Umarız, haklıdır..." demekle yetinmiyor, tekrar soruyordu: "Cenazeden sonra saldırının arkasındaki saik gittikçe daha büyük bir karanlığa büründü ve gerçeğin ortaya çıkması zaman alacak. Fakat temel soru şu: Eski kötü günler geri mi geliyor?" Yani NYT, Avrupa Konseyi, NATO, OECD, AGİT üyesi ve AB ile üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye'de bir askerî müdahale hazırlanıyor olabileceğinden kuşku duyduğunu açıkça ifade ediyordu.

NYT gazetesi ABD yönetiminin Türkiye'de "eski kötü günlere dönüş" olasılığı karşısında nasıl bir tutum takınacağı konusunda da kuşkulu olmalıydı ki, başyazıda aynen şu çağrıyı yapıyordu: "Washington, Türk generalleriyle uzun bir geçmişi olan bağlarından yararlanarak onlara askerlerin siyasete karışmalarına sıfır tolerans göstereceğini iletmek suretiyle Türk demokrasisinin güçlenmesine yardımcı olabilir." Yani NYT, "özgürlük ve demokrasiyi dünyaya yayma" iddiasında olan Bush yönetiminin, Türkiye'de askerî bir müdahaleye ses çıkarmayabileceği ihtimaline karşı Washington'u uyarma ihtiyacını duyuyordu. Şu gerekçeyle: "Türkiye İran, Irak ve Suriye'nin komşusu, İsrail'in müttefiki, NATO üyesi ve AB üyeliğine adaydır. Dünya onun daha az demokratik olmasını göze alamaz." NYT böylelikle Bush yönetiminin kendi ülkesindeki inandırıcılığının ne derecede olduğu hakkında da iyi bir fikir veriyordu.

Bu bağlamda aynı ölçüde dikkate değer olan, 12 Eylül askerî darbesinden sonra cumhurbaşkanı seçilen emekli Orgeneral Kenan Evren'in, geçen hafta Akşam Gazetesi'ne verdiği beyanattı (1 Haziran). Evren, beyanatında, özetle, 1960 askerî darbesinin genç subaylar tarafından örgütlendiğini, 1980'de ordunun yönetime el koymasında genç subaylardan gelen baskıların rolü olduğunu anlattıktan sonra, "Genç subaylar arasında bunu (askerî darbe) teşvik edenleri yakalayıp ordudan atmak lazım." diyordu. (Evren, unutmuş olabilir; ama 1971 askerî müdahalesi de 1960'takine benzer bir cunta girişimini önlemek amacıyla yapılmıştı.)" diyor.

***

http://www.millicozum.com/index.php?option=com_content&task=view&id=140&Itemid=32

 

AKP'NİN ARSIZLIĞI İSLAMCI ENTELLERİN DUYARSIZLIĞI

Milli Çözüm Dergisi

Kazım GÜLFİDAN   

 

Darbe senaryosu:

İçlerinde emekli Albayların bulunduğu silah üzerine yemin töreni görüntülerinin ardından, günümüzün en güçlü psikolojik savaş aygıtına dönüşen internetten "Kuvayi Milliyeciler", "Ulusalcı-milli güçler" imzalı yazılar, Nokta Dergisine yapılan "andıç" servisi "Ordu'ya darbe girişiminin" alt yapısını oluşturuyordu.

Bazı emekli askerlerin yazdığı kitaptan gazetelerde çarşaf çarşaf, televizyonlardan program program üstüne yayınlanan sözde usulsüzlüklerle sürdürülen psikolojik savaş giderek dozunu arttırıyordu.

Hepsi aynı Siyonist merkezin ortak hedefine kilitlenmişti: Ordu'ya darbe hazırlanıyordu...

Üstelik Ordu'ya darbe, Ordu'nun darbe yapacağı görüntüsüyle işleme konulmak isteniyordu.

Şemdinli-Atabeyler-Danıştay-Hrant Dink Zincirinin Son Halkası

Aslında süreç yeni başlamış değildi. 09 Kasım 2005'te Şemdinli'de fitili ateşlenen süreç, Atabeyler operasyonu, Danıştay suikasti ve Hrant Dink suikastinin başlayan "Asker darbe yapacak" imalatıyla devam ediyordu. Böylece, Cumhurbaşkanlığına Tayip Erdoğan'ın veya başka bir BOP eşbaşkanının çıkmasının önündeki engeli aşmak hedefleniyordu. Ama milli güçler, kirli şebekenin oyunlarını bozuyordu.

 

Ordu'ya Darbe Tezgâhı Kuruluyordu

Erdoğan'ın veya bir başka BOP'a eşbaşkan adayının Cumhurbaşkanı olması için yoğun bir SüperNATO faaliyeti yürütülüyordu. Silah üzerine edilen yeminler emekli ve muazzaf askerlere gönderilen, altında emekli subayların adının bulunduğu düzmece mektuplar, irticai basında darbe yaygarası koparılıyordu... Asıl olay, Ordu'nun darbe yapması değil, Ordu'ya darbe girişimi başlatılıyordu.

  

 

Genelkurmay karargâhında görevli bir Albay, gelişmeleri şöyle özetliyordu:

"Kimse neden şu soruyu sormuyor: ABD neden Irak'a yolladığı ek otuz bin askerin yirmi binini kuzeye yerleştirdi? Kuzeyde güvenlik sorunu mu var? Burada hedef açıkça Türk Silahlı Kuvvetleri... Cumhurbaşkanlığı ve içerideki diğer gelişmeler de bunun bir parçası."

Darbe senaryosu:

İçlerinde emekli Albayların bulunduğu silah üzerine yemin töreni görüntülerinin ardından, günümüzün en güçlü psikolojik savaş aygıtına dönüşen internetten "Kuvayi Milliyeciler", "Ulusalcı-milli güçler" imzalı yazılar, Nokta Dergisine yapılan "andıç" servisi "Ordu'ya darbe girişiminin" alt yapısını oluşturuyordu.

Bazı emekli askerlerin yazdığı kitaptan gazetelerde çarşaf çarşaf, televizyonlardan program program üstüne yayınlanan sözde usulsüzlüklerle sürdürülen psikolojik savaş giderek dozunu arttırıyordu.

Hepsi aynı Siyonist merkezin ortak hedefine kilitlenmişti: Ordu'ya darbe hazırlanıyordu...

Üstelik Ordu'ya darbe, Ordu'nun darbe yapacağı görüntüsüyle işleme konulmak isteniyordu.

Şemdinli-Atabeyler-Danıştay-Hrant Dink Zincirinin Son Halkası

Aslında süreç yeni başlamış değildi. 09 Kasım 2005'te Şemdinli'de fitili ateşlenen süreç, Atabeyler operasyonu, Danıştay suikasti ve Hrant Dink suikastinin başlayan "Asker darbe yapacak" imalatıyla devam ediyordu. Böylece, Cumhurbaşkanlığına Tayip Erdoğan'ın veya başka bir BOP eşbaşkanının çıkmasının önündeki engeli aşmak hedefleniyordu. Ama milli güçler, kirli şebekenin oyunlarını bozuyordu.

Yine Fetullahçı Polis Bağlantısı

Genelkurmay bilgisayarına giren hırsızları bulunuyordu:

Andıç'ı ABD'den servis eden ekiple bağlantılı kritik bir isme ulaşıldı: Utah Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezi'nden Emre Uslu. Uslu, Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Önder Aytaç'ın yakın arkadaşıydı. İkisinin birlikte kaleme aldığı ve 2007 Mart başında piyasaya çıkan kitabın adı, "Egemenliğin Gizli Ortağı Asker ve Medyadan Demokrasiye Teskere". Kitabın alt başlığı da şöyle: "Org. Yaşar Büyükanıt'ın tarihi konuşmasındaki şifrelerle Türkiye'nin yarını".

Nokta dergisine servis edilen basındaki akreditasyonla ilgili andıçın nasıl çalındığı konusunda önemli bilgilere ulaşılmıştı. 30 Mart'ta gazetecilere bilgi veren Genel Kurmay Askeri Başsavcısı Albay Saim Öztürk, 12 Ekim 2006'da Genelkurmay'ın bilgisayarlarından çalındığını ve ABD'de bir adrese postalandığını açıklamıştı. Öztürk, raporun yurtdışı bağlantısının Amerika Birleşik Devletleri olduğu yönünde tespitler olduğunu vurgulamıştı.

Genelkurmay Başkanlığı'na ait basın yayın organlarıyla ilgili andıçın sızdırılması üzerine başlatılan çalışmaların ucu, ABD'nin Utah eyaletinde faaliyet gösteren gruba dayanmıştı. Servis sağlayıcı Bluehost şirketinde hesap açtıran kişinin de bir Türk olduğu saptandı.

Emekli Oramiral Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen günlüğün yayınlandığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerini Yıpratmak amacıyla kurulan ve internette "Kuvayi Milliye", "Milli Güçler" gibi adlarla faaliyet yürüten provakasyon sitelerinin servis sağlayıcısı da Utah merkezli bir firmaydı. Yapılan araştırmada sitelerin yayınlanması için Bluehost Şirketinde hesap açtıran ismin Türk vatandaşı olduğu ortaya çıktı.

Bu grubun, aralarında Genelkurmay'da görevli bazı subaylarında bulunduğu bazı kişilerin özel bilgisayarlarına ait şifreleri kırdıkları anlaşıldı.

Öte yandan bu grupla ilişkili bir başka dikkat çekici bağlantı daha saptandı. Salt Lake City kentinde yaşayan ve Kukla Devletin Lideri Mesut Barzani ile bağlantılı olduğu bilinen bazı kişilerinde, TSK'yı yıpratmak amacıyla faaliyetlerini buradan gösterdiği bilgisine ulaşıldı.

Yapılan araştırma sonucunda Utah'ta bulunan grubun, Fetullah cemaatiyle bağlantılı olduğu, ancak etnik temelli ayrı bir klik olarak hareket ettikleri belirlendi. Grubun, bazı Amerikalıların da teknik destek ve yardımıyla TSK'nın bilgisayar sitesine girerek Genelkurmaya ait bilgi ve belgelere ulaştığı saptandı.

Çalınan andıçın gönderildiği saptanan adresle, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek'e ait olduğu ileri sürülen günlüğün "çıkış adresi" aynı. Günlüğü yayımlanan "Denizcilersitesi.com" adlı internet sitesi 2 Ekim 2006'da Utah'ın Orem kentinde Bluehost adlı şirketten satın alındı. Andıçın Genelkurmaydaki bilgisayardan çalınma tarihide 12 Ekim 2006.

Fetullahçı Ekibin Beyin Takımı CIA'nın Emrinde Çalışıoyordu:

Yine yapılan araştırmada andıçı ABD'den servis eden ekiple bağlantılı kritik bir isme ulaşıldı: Utah üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezinden Emre Uslu. Uslu, Polis Akedemisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Önder Aytaç'ın yakın arkadaşı. Uslu'nun, Yeşil'le ilgili mastır tezi, Hizbullah'la ilgili de bir İngilizce makalesi bulunuyor. Yoğunlaşma alanı Kürt Sorunu. Önder Aytaç ve Emre Uslu birlikte İlnur Çevik'in New Anatolian gazetesinde köşe yazarlığı yapıyordu. Ayrıca ikisinin birlikte kaleme ve 2007 Mart başında piyasaya çıkan bir kitap var ki aslında kimliklerini net bir şekilde açığa çıkarıyordu. Kitabın adı "Egemenliği Gizli Ortağı Asker ve Medyadan Demokrasiye Tezkere". Kitabın alt başlığıda şöyle: "Org. Yaşar Büyükanıt'ın tarihi konuşmasındaki şifrelerle Türkiye'nin yarını". Uslu'nun "abisi" Önder Aytaç, bir "psikolojik savaş" uzmanı. Kamuoyunu yönlendirme görevi onundu. "Sauna"dan "Küre"ye, Danıştay'dan "Atabeyler"e kadar Emniyetin bütün operasyonlarında medyaya haber servisi yada başka deyişle "psikolojik harekat" Önder Aytaç ve ekibi tarafından yapılıyordu.

Emre Uslu, ABD'den Abdulkadir Aksu ve Ömer Çelik'e düzenli rapor yazıyordu. Fehmi Koru bu işleri yapan adam olarak Hakan Yavuz'u yazdı. Bir süre öncesinde Fetullah Ekibiyle arasında sorun çıkan Yavuz'un yakın çevresine "Kendi adamlarını korumak için beni ortaya atıyorlar" dediği belirtiliyordu.

Utah'da ayrıca ordudan atılma bir Fetullahçı Binbaşının rolüne dikkat çekiliyor. Utah'ın Fetullahçı örgütlenmede bir yoğunlaşma yeri olduğu artık biliniyordu.

...


http://www.millicozum.com/index.php?option=com_content&task=view&id=1036&Itemid=58

 

AKP SORUNU VE TAYYİP BEYİN SONU!

 Mili Cozum Dergisi

 Mehmet DENİZ

 

AKP, RTE ve Onun arkasındaki "Artık Bilinen" Güçler

1-Şemdinli'de TSK'yı karalamak ve halkla karşı karşıya getirmek istemişler, bu sebeple ordu mensuplarını orduyu sabotajcı, suikastçı.,. Zalim görüntüsü ile özleştirip terörü meşrulaştırmaya çalışmışlardır.

2-Danıştay 2. Daire'ye başörtüsü konusundaki kararından ötürü sindirme ve korkutma yöntemi kullanarak saldırı düzenlenmiştir. Böylece başörtüsü kararı cezalandırılmıştır.

3-RTE, AKP'nin ve AKP'li bir Anakent Belediye Başkanı'nın desteklediği emekli bir Albay Mit müsteşarı yapılmak istenmiş bu sebeple bir grup oluşturulmuş bizzat RTE'nin yerine oynanan Anakent  Belediye Başkanının mali destekçisi izlenimini veren bir grup yakalanmış oluşum maalesef kasıtlı bir şekilde TSK'ya mal edilmeye çalışılarak AKP'nin iç hesaplaşması örtülmek istenmiştir.

4-Atabeyler Gerilla Grubu Baskını, işe AKP'nin yıpranmış inandırıcılığını yitirmiş ve artık siyasi ömrünün bittiğini anlaşılmış başbakanı ve onun kara kutusu Zapsu'yu M. Ali Erbil üzerinden kurtarmayı amaçlamıştır.

Ayrıca Şemdinli ve Danıştay'da meydana gelen olaylarda tek devlet ve tek millet yapısını muhafaza kararlılığını, Laik ve Demokratik Cumhuriyeti İngiliz güdümlü hilafet devletine dönüştürmeme azmini ortaya koyan Türk Silahlı Kuvvetlerini sindirme ve yıpratma da asıl hedef olarak belirlenmiştir.

...

Başbakan R.T. Erdoğan Yunan Gizli Servisi'nin Elemanı Gibi Davranamaz!..

AKP iktidarının ve arkasındaki dış güçlerin içeride TSK'yi yıpratma ve sindirme, provoke etme gözden düşürme etkinliklerine denk düşen bir dış gelişmede Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan ve bir süredir devam eden gerginliktir.

Türkiye-Yunanistan gerginliği de TSK'yı dışarıdan yıpratma ve saldırgan gösterme, içeride ise gözden düşürmeyi amaçlamaktadır.

TSK'ya karşı hem içeride hem de Yunanistan aracılığı ile dışarıda yürütülen faaliyetlerin odak noktasında AKP iktidarı, yaşananlara, seyirci kalan her fırsatta Türk Ordusu'nu hedef gösteren, Başbakan, Dış işleri Bakanı, İç İşleri Bakanı ve maalesef Meclis Başkanı Arınç bulunmaktadır.

 

***

AKP, RTE ve Onun arkasındaki "Artık Bilinen" Güçler

1-Şemdinli'de TSK'yı karalamak ve halkla karşı karşıya getirmek istemişler, bu sebeple ordu mensuplarını orduyu sabotajcı, suikastçı.,. Zalim görüntüsü ile özleştirip terörü meşrulaştırmaya çalışmışlardır.

2-Danıştay 2. Daire'ye başörtüsü konusundaki kararından ötürü sindirme ve korkutma yöntemi kullanarak saldırı düzenlenmiştir. Böylece başörtüsü kararı cezalandırılmıştır.

3-RTE, AKP'nin ve AKP'li bir Anakent Belediye Başkanı'nın desteklediği emekli bir Albay Mit müsteşarı yapılmak istenmiş bu sebeple bir grup oluşturulmuş bizzat RTE'nin yerine oynanan Anakent  Belediye Başkanının mali destekçisi izlenimini veren bir grup yakalanmış oluşum maalesef kasıtlı bir şekilde TSK'ya mal edilmeye çalışılarak AKP'nin iç hesaplaşması örtülmek istenmiştir.

4-Atabeyler Gerilla Grubu Baskını, işe AKP'nin yıpranmış inandırıcılığını yitirmiş ve artık siyasi ömrünün bittiğini anlaşılmış başbakanı ve onun kara kutusu Zapsu'yu M. Ali Erbil üzerinden kurtarmayı amaçlamıştır.

Ayrıca Şemdinli ve Danıştay'da meydana gelen olaylarda tek devlet ve tek millet yapısını muhafaza kararlılığını, Laik ve Demokratik Cumhuriyeti İngiliz güdümlü hilafet devletine dönüştürmeme azmini ortaya koyan Türk Silahlı Kuvvetlerini sindirme ve yıpratma da asıl hedef olarak belirlenmiştir.

Emniyet Genel Müdürlüğü, İktidar Partisinin Kolluk Gücü Haline mi Getiriliyor?

Koltuk hırsına kendilerini adayan iktidarın hırsına yetişmek istercesine yenik düşen birkaç yetkilisinin talimatı ile hareket eden Emniyet Genel Müdürlüğü ve Türk Polis teşkilatına böyle giderse Türk Milletini değil "AKP'nin polisi" diyebiliriz.

AKP'nin muhalifi isimlere karşı yürütülen araştırmalar. Emniyet istihbarat ve Polis Teşkilatını yıpratacak hale gelmiştir.

Başbakan'ın İsparta İl Kongresi'nde EGM'nin AKP'nin muhallilerine karşı yürüttüğü araştırmaları kastederek "Zamanı geldiğinde biz de konuşacağız, şimdi sabrediyorsak bir sebebi var" şeklindeki tehdidi iktidarın ve Başbakan'ın EGM'yi adeta bireysel güvenlik örgütü gibi kullanma güdüsünü yansıtıyordu.

Anka Kuşu Hareketi olarak öncelikli olarak Başbakan RTE, elinizdeki kartlarımız açmanızı sabırla bekliyoruz. İçinde çamaşırlarımız olan bir küçük çantamız hazır, umarız söyledikleriniz altında kalmazsınız.

Türk polis teşkilatının şerefli mensupları sinesinde çıktığınız Türk Milletine olan yükümlülük ve sorumluluklarınızı birkaç makam sevdalısı için unutarak, EGM'ni AKP'nin Başbakan'ın danışmanlarını belediye başkanlarının, Milletvekillerini özel örgütüne dönüştürülmesine önce siz karşı çıkmalısınız.

EGM'nin bazı birimlerini ve üst düzey yöneticilerinin TSK'ya AKP'nin muhaliflerine karşı faaliyet içinde olması kabul edilemez. Atasözlerimizi hatırlayınız.

EGM, AKP'nin Talimatları ve Başbakanın İsteği Üzerine TSK'ya Savaş Açamaz!

Şemdinlideki provakasyon ihanet Danıştay katliamı, son olarak Atabey Provakasyonu ile EGM ve TSK'nın gücünü ve itibarını AKP adına AKP'nin dış destekçileri adına sıfırlama kullanılmaya çalışılıyor.

EGM TSK'nın düşmanı, TSK'da EGM'nin düşmanı haline sokulamaz!

TSK'nın artık dış güdümlü bir iktidar olduğu belgelenen AKP iktidarının karşısında yıpratılmasına alet olmak İngiliz, ABD, Fransız ve İsrail gibi devletler adına Türk Vatanı'na saldırmakla eş anlamlıdır.

TSK'ya açılan savaş Türkiye'ye ve Türk Milletine açılmış bir savaştır. Küresel oyunun karşısında durabilecek milletinin sinesinden çıkmış Türk Ordusunu oyunun parçası haline getirmek isteyen koltuk sevdalılarının hırsına, Türk Polis Teşkilatı alet edilemez.

EGM'nin dış milliyetçi tarikatçılığı ve bölgesel milliyetçiliği tetikleyen, geliştiren, besleyen bir mihrak haline gelen AKP ile ilgili elinde biriken dosyaları yargıya teslim etme zaman gelmiştir.

Başbakan R.T. Erdoğan Yunan Gizli Servisi'nin Elemanı Gibi Davranamaz!..

AKP iktidarının ve arkasındaki dış güçlerin içeride TSK'yi yıpratma ve sindirme, provoke etme gözden düşürme etkinliklerine denk düşen bir dış gelişmede Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan ve bir süredir devam eden gerginliktir.

Türkiye-Yunanistan gerginliği de TSK'yı dışarıdan yıpratma ve saldırgan gösterme, içeride ise gözden düşürmeyi amaçlamaktadır.

TSK'ya karşı hem içeride hem de Yunanistan aracılığı ile dışarıda yürütülen faaliyetlerin odak noktasında AKP iktidarı, yaşananlara, seyirci kalan her fırsatta Türk Ordusu'nu hedef gösteren, Başbakan, Dış işleri Bakanı, İç İşleri Bakanı ve maalesef Meclis Başkanı Arınç bulunmaktadır.

Görüldüğü üzere soru ve sorun çok. Burada en kötü ihtimallerden birisi EGM'nin başka ülkenin gizli servis elemanı ya da gizli servisince kullanılma ihtimali olduğu iddia edilen siyasi seçkinlerin bireysel örgütü haline gelerek Türk Devleti'nin kontrolünden çıkması durumudur.

Adı konulmamış bir asimetrik savaş yaşıyoruz. Bu savaşta bizi yönetenlerin bir kısmının düşmanın adamı olma ya da onlar tarafından kullanılma iddiası var. Tüm yaşananları akıl süzgecinden geçirdiğinizde duygularının ve hırsının kölesi olmayanlar "bu ihtimalde yüksekliği" görüyor.

Hepimiz, hepimizin varlığını hedef alan son gelişmeler ve gerginlikler için Başbakan'dan açıklama bekliyoruz!. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Başbakanlık koltuğuna oturarak ulaşılabilecek en şerefli makama gelmiş Başbakan'a Türk Devleti'nin ve Türk Milleti'nin her şeye vakıf olduğunu, elindekilerin onlarca kere sağlamasını yaptığını hatırlatarak son kez soruyoruz.

  • Hukuken Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanısınız. Ancak politikalarınız, yaptıklarınız karşısında, siz Türkiye'nin Başbakanı mısınız?

  • Etrafınızdaki kadroya bakınca "karanlık ilişkileriniz" var mı?

Türk Milleti'ni gerilime taşıyan demeçlerinizi sonuçlarının Türkiye'den ziyade başka devletlerin işine yaraması nedeniyle soruyoruz. Bir başka ülkenin gizli servisi veya çalışanları ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden itibaren birlikte misiniz?

Türk Ordusu'nu yıpratma çalışmalarına çanak tutan bazı EGM mensuplarının yetkilerini aşmalarına ses çıkarmayarak "Türk Polis Teşkilatını AKP'nin bir kolu haline getirmekle ısrarlı mısınız?"

Size bağlı çalışan bir özel örgüt var mıdır? Soruyoruz ve uyarıyoruz.!

Son gelişmeden gerginliklerin ve hükümet icraatlarının bilgi altyapısı oluştuğunda, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere; bazı bakanlar, bazı milletvekilleri ve bazı üst düzey bürokratlar, yabancı bir ülkenin gizli servisine çalıştıkları iddiasıyla ya da cürmü meşhut ile gözaltına alınıp tutuklanabilir.

Bizden hatırlatması"

 

http://www.millicozum.com/content/view/696/32/

 

Gündem değiştirme senaryoları

10.03.2007

TERÖR ve Kürdistan hayalleri artarken, zam sağanağı sürerken, Türk halkı sorunlarına çare ararken yöneticiler ve basın bunlarla değil, gündem değiştirip, göz boyama yollarını seçiyor. Türkiye şimdi de, basına sızdırılan Genelkurmay'ın sakıncalı ve sakıncasız gazeteciler listesini konuşuyor. Hükümettten ise bir ses yok.

Ancak Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken bu gibi haberlerin basına sızdırılacağına da kesin gözü ile bakılıyor.

GENELKURMAY, köstebeki ararken, askerin asıl "dikkat çekici" bulduğu mesele "İslami basın" olarak tanımlanan gazete ve gazetecilerle ilgili bölümün basına sızdırılmamış veya "yayınlanmamış" olması. Bu da yeni bir komplonun işareti olarak görülüyor. Genelkurmay, bu durumu kritik bir siyasi süreç öncesi, Genelkurmay'ın hedef haline getirilip gazetelerle Genelkurmay arasında bir "gerilim" başlatılması girişimi olarak görüyor.

Türkiye sırat köprüsünden geçerken, İmralı katilinin kılı-tüyü ve asıl sorunları unutturmak için uyduruk haberlerle uğraşılıyor.

 

TERÖR ve Kürdistan hayalleri artarken, zam sağanağı sürerken, Türk halkı sorunlarına çare ararken yöneticiler ve basın bunlarla değil, gündem değiştirip, göz boyama yollarını seçiyor. Türkiye şimdi de, basına sızdırılan Genelkurmay'ın sakıncalı ve sakıncasız gazeteciler listesini konuşuyor. Hükümettten ise bir ses yok.

Ancak Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken bu gibi haberlerin basına sızdırılacağına da kesin gözü ile bakılıyor.

GENELKURMAY, köstebeki ararken, askerin asıl "dikkat çekici" bulduğu mesele "İslami basın" olarak tanımlanan gazete ve gazetecilerle ilgili bölümün basına sızdırılmamış veya "yayınlanmamış" olması. Bu da yeni bir komplonun işareti olarak görülüyor. Genelkurmay, bu durumu kritik bir siyasi süreç öncesi, Genelkurmay'ın hedef haline getirilip gazetelerle Genelkurmay arasında bir "gerilim" başlatılması girişimi olarak görüyor.

İslami basın neden yok

Listenin Nokta dergisi gibi hiçbir gruba bağlı olmayan, bağımsız, İslamcı veya ulusal kimliği ön plana çıkmayan bir dergiyle kamuoyuna duyurulması da Genelkurmay'ın incelediği bir başka nokta.

Fakat Genelkurmay'ın asıl "dikkat çekici" bulduğu mesele "İslami basın" olarak tanımlanan gazete ve gazetecilerle ilgili bölümün sızdırılmamış veya "yayınlanmamış" olması.

Çünkü Genelkurmay'ın "andıç" adı altında yaptığı değerlendirmeler arasında "İslamcı" olarak nitelenen basınla ilgili bölümler de var. Üstelik buradaki değerlendirmelerin çok daha detaylı ve yer yer çok daha sert olduğu söyleniyor. Fakat bu bölüm ortalıkta yok. Bu da yeni bir komplonun işareti olarak görülüyor.

Genelkurmay, bu durumu kritik bir siyasi süreç öncesi, Genelkurmay'ın hedef haline getirilmesi ve liberal gazetelerle Genelkurmay arasında bir "gerilim" başlatılması girişimi olarak görüyor.

Genelkurmay'dan rapor soruşturması

Öte yandan Genelkurmay Başkanlığı, "Basın Yayın Organları Hakkında Değerlendirme Raporu"nun basına sızdırılmasıyla ilgili adli soruşturma başlattı.

Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesinde yer alan açıklamada, "8 Mart 2007 günü Genelkurmay Başkanlığı'nın basın yayın organları hakkında değerlendirme raporu hazırladığı şeklindeki haberlere medyada yer verilmiştir. Konu ile ilgili adli soruşturma başlatılmıştır" denildi.

Rapor ayrıca, Genelkurmay Başkanlığı'nın akreditasyon uygulaması konusunda da öneriler içeriyor. Ekim 2006 tarihli rapor, "Andıç" başlığıyla sunulmuştu.

Açıklamada adli soruşturmaya ilişkin başka ayrıntı verilmedi. Bu soruşturmanın sözkonusu çalışmanın dışarı sızdırılmasıyla ilgili kurum içi bir soruşturma olduğu belirtiliyor.


http://www.ortadogugazetesi.net/habergoster.asp?id=5922

***

Neler oluyor?

Orhan Karataş

10.03.2007

Millet herşeyin farkında

Boşuna çırpınmayın. Türk milleti gerçekleri görmüştür. Türk milletinin en güvenilmez kurumlar arasında basını ilk sıraya koyması, boşuna değildir. Siz ne derseniz, bu millet tersini yapacaktır. Siz askeri kötü göstermeye çalıştıkça, Türk milleti en güvenilir kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görecektir. Siz AKP'yi tek alternatif olarak sundukça, Türk milleti AKP ve yandaşlarından uzaklaşacaktır. Siz, milliyetçiliğin en büyük tehlike olarak gösterdikçe, Türk milleti milliyetçilere daha fazla sarılacak ve itibar edecektir. Herkesin bir hesabı var. Ama unutulmasın ki,bu milletin de bir hesabı var.

Şerefli Türk basını 2 gündür büyük bir telaş içinde. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kendi iç bünyesinde yaptığı bir çalışmanın, sızdırılmasının yankıları birinci sayfaları işgal ediyor. Birden bire demokrat kesildiler. Birden bire "asker aşkıyla" yanmaya başladılar. Akıl verenler, yol gösterenler, göz yaşı dökenler, teneke çalanlar, ne ararsanız var.

Bir gariplik var

Türkiye bütün meselelerini, bütün sıkıntılarını, gerçek gündemini unuttu. Estirilen havaya bakarsanız, Türkiye'nin en önemli hatta tek meselesi askerin basınla ilgili tespitleri. Neresinden bakarsanız bakın bu işte bir gariplik var. Herşeyden önce, Silahı Kuvvetlerin kendi iç bünyesinde böyle bir çalışma yapması, tamamen kendi taktirleridir. Bazı gazetelere, bazı gazetecilere ambargo koymak bu çalışmayla birlikte ortaya çıkmıyor. Zaten var olan bir durum. Ancak, bu çalışmanın basına sızdırılmış olmasında bir anormallik bulunuyor. Her ne hikmetse sızan kısımda, Silahlı Kuvvetlerin mesafe koyduğu bazı kuruluşlar, hiç yer almıyor. Ayrıca, Türkiye'nin çok ciddi bir yol ayrımına getirildiği bir dönemde gündem birden bire değişiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi, Kuzey Irak'da olanlar, Kıbrıs'da tezgahlanan oyunlar, Ermeni iftiralarının yeni boyutlar kazanması, unutuluyor. Bütün bu gelişmelerden memnun olan tek bir kurum var. AKP hükümeti. Belli ki bir tezgah kurulmuş. Birileri durumdan vazife çıkarmış ve başbakanın deyimiyle düğmeye basmış.

AKP yaparsa demokrasiye uygun

Kopan kıyametlerin altında ne var? Asker, basın organları arasında bir çalışma yapmış. Bazı gazete ve gazetecilere ambargo koymuş. Bu basın özgürlüğüne, demokrasiye aykırıymış. Ne güzel değil mi? İyi de adama sormazlar mı, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? AKP 4 yıldır çok daha ileri boyutlarda, aynı şeyi yapmıyor mu? Daha dün gazetelere yansıyan ve resmi bir kuruma dayanan, "bizden yana olanlar, bizden yana olmayanlar" çalışmasına ne diyeceğiz? Hiç uzağa gitmeyelim. AKP'nin şakşakçısı olmadığımız için hükümetin hiçbir tanıtımına, başbakanın hiçbir programına çağırılmıyoruz. Yani ambargoluyuz. Basın özgürlüğü, demokrasi diye kıyameti koparanlardan, bugüne kadar neden tek bir kelime duymadık?

Herşey kendileriyle sınırlı

Yine geldik aynı yere. Bunların demokratlığı da, özgürlükçülüğü de kendileriyle sınırlıdır. Eğer kendilerine yarıyorsa, kendilerinin işini kolaylaştırıp imkan tanıyorsa, basın özgürlüğü, demokrasi, insan hakları önemlidir ve değerlidir. Ama kendilerine dokunmaz veya başkalarını rahatsız ederse, basın özgürlüğünün çiğnenmesinin, demokrasinin askıya alınmasının, insan haklarına aykırılığın hiçbir önemi yoktur. Aynı şeyi 28 Şubat'ta görmedik mi? O günlerde alkış tutanlar, şapka çıkaranlar, "yaşasın asker" diye bağıranlar, AKP iktidarıyla birlikte makas değiştirip, tükürdüklerini yalamadılar mı?

Menfaat şebekesi

Boşuna uğraşmayın. Türkiye'nin en önemli meselesi basının içine düştüğü durumdur. AKP bugün bu kadar iler gidebiliyor, bu kadar vurdum duymaz oluyor, ülke ve millet menfaatleriyle bu kadar ters düşebiliyorsa, burada herşeyden önce basının suçu vardır. Türk basını, bir menfaat şebekesine dönüşmüştür. Manşetleri ve ana haberleri, patronların ve köşe başını tutan medya baronlarının menfaatleri şekillendirmektedir.

Hükümete nefes aldırmak

Türk Silahlı Kuvvetlerinin kendi içinde yaptığı bir çalışmanın, bu kadar büyütülüp gündem oluşturmasının sebebi, AKP hükümetine nefes aldırmaktan başka bir şey değildir. Nitekim, AKP'nin borazanı olan bazı gazeteler ve televizyon kanalları, özellikle kapsam dışı bırakılmıştır. Niyet bellidir. Bütün dertleri kamuoyu önünde Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarını sarsmaktır. Bir taşla birkaç kuş vuruluyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde dikensiz bir gül bahçesi oluşturmaya uğraşıyorlar. Kuzey Irak'da Kürt devletinin kurulmasına itiraz edebilecek olanları, zor duruma düşürmeye çabalıyorlar.

Millet herşeyin farkında

Boşuna çırpınmayın. Türk milleti gerçekleri görmüştür. Türk milletinin en güvenilmez kurumlar arasında basını ilk sıraya koyması, boşuna değildir. Siz ne derseniz, bu millet tersini yapacaktır. Siz askeri kötü göstermeye çalıştıkça, Türk milleti en güvenilir kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görecektir. Siz AKP'yi tek alternatif olarak sundukça, Türk milleti AKP ve yandaşlarından uzaklaşacaktır. Siz, milliyetçiliğin en büyük tehlike olarak gösterdikçe, Türk milleti milliyetçilere daha fazla sarılacak ve itibar edecektir. Herkesin bir hesabı var. Ama unutulmasın ki,bu milletin de bir hesabı var.

http://www.ortadogugazetesi.net/makale_goster.asp?id=2068&yazid=33

***

 

 

 

Kemal-i ciddiyetle teessüf ederim

Engin Ardıç

10.03.2007

Nokta Dergisi, ordunun içindeki bazı kişilerin muhtemel ve muhayyel bazı yasa dışı girişimlerine karşı olmak kavramıyla, kafadan ordu “karşıtı” olmak kavramlarını, ama bilerek ama bilmeyerek, birbirine karıştırmış ve haltetmiştir.

 Üstelik “akredite” kavramını toplantılara çağırılmak gibi basit ve pratik anlamıyla değil de “güvenilmez bulunmak” şeklinde algılamakta ısrar ederek meseleyi bambaşka yönlere götürmeye çalışıyor.

Basınla ordu arasında şu sıralar gerginlik yaratmanın kimseye bir yararı yoktur. Bu ne Çankaya’ya çıkmak isteyenlere fayda sağlar, ne de onları oraya çıkarmak istemeyenlere...

 

Şu “andıç olmayan andıç” olayında kimsenin dikkat etmediği bir nokta var: “Karşıt” kelimesini Genelkurmay kullanmamış, Nokta Dergisi kullanmış!

Kimbilir hangi işgüzarın, haberin liste açıklayan ayrı bir bölümüne (meslek jargonunda biz buna “kutu” deriz) attığı bir ara başlık... Haberin kendisini yazandan başka biri de olabilir bu... Ya düşüncesizlikten yapmış, ya da kasıtlı davranmış...

***

Nokta Dergisi, ordunun içindeki bazı kişilerin muhtemel ve muhayyel bazı yasa dışı girişimlerine karşı olmak kavramıyla, kafadan ordu “karşıtı” olmak kavramlarını, ama bilerek ama bilmeyerek, birbirine karıştırmış ve haltetmiştir. Üstelik “akredite” kavramını toplantılara çağırılmak gibi basit ve pratik anlamıyla değil de “güvenilmez bulunmak” şeklinde algılamakta ısrar ederek meseleyi bambaşka yönlere götürmeye çalışıyor.

Basınla ordu arasında şu sıralar gerginlik yaratmanın kimseye bir yararı yoktur. Bu ne Çankaya’ya çıkmak isteyenlere fayda sağlar, ne de onları oraya çıkarmak istemeyenlere...

Suçlamayı şiddetle reddeder ve teessüflerimi bildiririm.

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=70348,10,2

***

Andıç... Dosya savaşlarında sırada ne var?

Güler Kömürcü

13.03.2007

1- Bu andıç tartışmasıyla, ‘demek ki gizli evraklar böyle ele geçirilebildiğine göre, devletin en önemli kurumlarındaki kozmik bilgilerin hiçbir koruma kalkanı yok’ denilmek isteniyor. Yani... Hem askerin hem de kozmik kasanın sahibi olan başbakanlığın istihbarat çemberinin son derece güçsüz olduğu ima edilerek vatandaşın bu önemli kurumlara olan güveni zayıflatılmak isteniyor.

2- Askere sözde yakın-karşı medya grupları deşifre edilerek ciddi bir kamplaşma yaratılıyor. Askere taraf olanlar, hükümete taraf olanlar ayrıştırılıyor. Çankaya savaşlarında, sınır ötesi operasyon arefesinde, etnik zeminde kışkırtma hazırlıklarının yapıldığı içinde bulunduğumuz bugünlerde, öncü kuvvetleri sipere sokuyorlar... Böylece savunma ya da saldırı reel olmasın isteniyor, yapılacak ya da yapılmakta olan medya haberlerine “Bu taraftar gazetecilerin bakış açısıdır” kılıfı giydirilmeye çalışılıyor, okurun-izleyicinin zihninde özellikle askerin pozisyonu tartışmalı hale getiriyor (zor getirilir bu da başka konu ama).... Sonuçta medya, gazeteciler askeri savunamayacak hale getirilmek isteniyor.

Bir uzman dostumun dediği gibi; ‘asker gazetecileri andıçladı, kendine yakın olan ve olmayanları fişledi’ biçiminde patlatılan korsan rapor, provokasyon dosyası, en az Hrant Dink cinayeti kadar Türkiye’yi ayrıştırmak-kamplaştırmak-çatıştırmak için yapılmış tehlikeli bir plandır... Her şey düşünülmüş, mesela mı;

1- Bu andıç tartışmasıyla, ‘demek ki gizli evraklar böyle ele geçirilebildiğine göre, devletin en önemli kurumlarındaki kozmik bilgilerin hiçbir koruma kalkanı yok’ denilmek isteniyor. Yani... Hem askerin hem de kozmik kasanın sahibi olan başbakanlığın istihbarat çemberinin son derece güçsüz olduğu ima edilerek vatandaşın bu önemli kurumlara olan güveni zayıflatılmak isteniyor.

2- Askere sözde yakın-karşı medya grupları deşifre edilerek ciddi bir kamplaşma yaratılıyor. Askere taraf olanlar, hükümete taraf olanlar ayrıştırılıyor. Çankaya savaşlarında, sınır ötesi operasyon arefesinde, etnik zeminde kışkırtma hazırlıklarının yapıldığı içinde bulunduğumuz bugünlerde, öncü kuvvetleri sipere sokuyorlar... Böylece savunma ya da saldırı reel olmasın isteniyor, yapılacak ya da yapılmakta olan medya haberlerine “Bu taraftar gazetecilerin bakış açısıdır” kılıfı giydirilmeye çalışılıyor, okurun-izleyicinin zihninde özellikle askerin pozisyonu tartışmalı hale getiriyor (zor getirilir bu da başka konu ama).... Sonuçta medya, gazeteciler askeri savunamayacak hale getirilmek isteniyor.

  • Evet, birilerinin amacı bu... Şimdi, öncelikle şunu ortaya çıkaralım, konuştuğum konunun uzmanlarına göre söz konusu -andıç- ya da adı her ne ise bu çalışma tamamen sahte, korsan bir rapor daha da açıkçası teknik anlamda incelendiğinde, yazışma metodu-evrakın içeriği-yazışma dili Genelkurmay Başkanlığı’nın yazışma diline kesinlikle uymuyor. Ki sanırım Gen-Kur da çok yakında adli soruşturmayı tamamlayıp, bu korsan raporun hazırlayıcılarını deşifre edecektir...

  • Diğer yanda, yazımın girişinde belirttiğim gibi, yaratılmak istenilen bu kamplaşma sonucunda birilerinin, medyayı askeri savunamayacak hale getirme hedefleri de tutmayacaktır. Türkiye üzerinde bu denli tehdit algıları yükseliyor iken, ulusal güvenliğiniz çökertilmeye çalışılır iken şayet her kim kendi askerini savunmaktan çekinir ise onun vatanperverliği de tartışmaya açılmalıdır diyorum, ya siz ne diyorsunuz ey bilen okur?

  • Bu arada, hazır taraf-karşı taraf gazeteciler konusu gündemde iken birileri de ‘Washington’ın yaptırdığı’ medya değerlendirme raporunu ya da moda deyimiyle ‘Washington’ın Türk medyası içindeki yandaş ve karşıtlarını’ belirlediği fişleri de açıklayıverse... Nasıl olur dersiniz? Ki hatırlayın geçtiğimiz yıl, ABD Senatosu’nda, Türkiye’deki anti-Amerikancı yazarların listesi elden ele dolaşmış, kıyamet kopmuştu, birilerinin yaptığı -ulusal çıkarları- adına medya analizi oluyor, bizimkilerin yaptığı fişleme?!

  • Bitmedi, belki de şu günlerde süratle devam eden dosya savaşlarında daha fazlası da olabilir... Aniden... Ankara’da bazı önemli tepe siyasilerimizin kurduğu iddia edilen ‘özel örgüte’ yakın gazetecilerin fişleri de bakarsınız çok yakında bir gazeteye sızdırılıverir, olur mu? Olur.

  • Sözün özü; Türkiye’ye yapılan son ‘karşı psikolojik hareketin’ adı; ANDIÇ’tır. Yapan da tahmin ettiğiniz üzere -askerimize itibar infazı peşinde, Genelkurmay’ı yıpratmak isteyen ‘malum merkezlerin yerli işbirlikçileridir’ ancak siz sağduyunuzla zaten ne olup bittiğini çooook iyi biliyorsunuz, uzatmaya lüzum yok.

  • Şimdi tüm dikkatlerinizi sınır ötesinde yoğunlaştırın, sınır ötesine....


http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=70725,10,5

***

Hastalık mı yoksa?!

Güler Kömürcü

...

  • Evet, gündemi farklı cephelerde taramaya devam edelim... Birileri ‘askere’ karşı psikolojik harekatta tempoyu oldukça yükseltti, dosya savaşlarında seri operasyona geçtiler adeta değil mi? Bakınız son bir-iki hafta içinde olanlara; önce ‘korsan-sahte bir andıç’ hazırlatıp, sızdırdılar, sonra da ‘Genelkurmay gazetecileri fişledi’ diyerek güya medyayı topyekun asker karşıtlığına çekmeye çalıştılar. Bitmedi, hemen ardından, aynı seriden bir başka ‘kurgu’ sunuma konuldu, güya eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in ‘günlüğü’ ele geçirilip, bir internet sitesinde yayınlandı. İnternet sitesindeki haberi bir gazete manşet yapınca olay patladı .

  • Örnek Paşa ‘bu benim günlüğüm değil, asla ben böyle bir not tutmadım’ dese de dinleyen kim, tefrika devam ediyor ve bu sahte günlüğe bakarsanız bütün komutanlar-generaller birbirinin kuyusunu kazıyor. Denizci komutanın günlüğü ile hedeflenen de ‘Ordu içinde artık mikro kırılmalar’ yaratmak, mikro kırılganlıkların çarpan etkisiyle kanamayı tüm vucuda kılcallardan yaymak, kuşkunun öldürücü etkisinden maksimum fayda sağlamak, TSK’ı iyice etkisiz hale getirmek, amaçları bu...

  • Tam bu noktada bir kritik vurgum var; e-medya da önüne gelen yalan yanlış haber yapıp, Türkiye’nin ulusal güvenliğiyle, kurumların itibarıyla oynuyor ve bu ağır karalama-yalan haberleri yapanlara ceza verilemiyor, neymiş efendim internet medyasındaki suçlara dair yasal süreç tamamlanmamış. Kısacası, gözüken o ki kara propaganda daha da sertleşerek devam edecek, peki sırada ne var dersiniz? Belki sırada ‘gölge oyunlarından daha fazlası’ vardır, sıra ‘prestij sahnesine’ gelmiştir... Prestij şifresini önümüzdeki yazılarda çözeceğiz, bekleyin.

 

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=70929,10,5

 

.At gözlüklü basın!

10 Mart 2007

TSK"nın "Hizmete Özel" damgalı raporunun basına sızmasıyla, askeri hedef haline getiren medya, AKP iktidarının her ay düzenli olarak yaptığı fişlemeyi görmezden geliyor

At gözlüklü basın!
TSK"nın "Hizmete Özel" damgalı raporunun basına sızmasıyla, askeri hedef haline getiren medya, AKP iktidarının her ay düzenli olarak yaptığı fişlemeyi görmezden geliyor

AKP iktidarının medyayı fişlediği ortaya çıktı. Başbakan Erdoğan"a aylık sunulan medya analiz raporlarındaki gazetelerle ilgili ilginç saptamalar dikkati çekiyor. Başbakanlık, hangi gazetecinin ne kadar şarap içtiğine ve AKP"ye olan bakışına kadar herşeyi rapor haline getirmiş. YENİÇAĞ gazetesi de AKP"nin olumsuz baktığı yayın organlarının başında geliyor. AKP iktidarı, gazetemizi "hasım" olarak tanımlamış. Raporda, Cumhuriyet, Milliyet, Evrensel, Güneş, Milli Gazete ve Gözcü gazetelerine de sert eleştiriler geti-
riliyor.

İsim isim fişleme


İşte Cumhuriyet gazetesinin, "Başbakanlık fişlemesi" olarak verdiği haberden bazı ayrıntılar:

“Cumhuriyet, Başbakanlık Basın Merkezi"nin tüm medyaya yönelik 2005 tarihli aylık basın takip raporlarını ele geçirdi. Raporda şu saptamalara yer veriliyor. 4 köşe yazarı 1 şişe Fransız şarabı içti. Böylece Erdoğan"ın uçağında içki içilip içilmediği konusunda açılan parantezlere nokta konulmuş oldu.

YENİÇAĞ -Siyasi hasımlığı, fikri hasımlık sayıyor: MHP yanlısı ve MHP merkez yönetimine muhalif grubun sözcüsü olarak çıkan Yeniçağ gazetesi, AKP"nin özellikle başörtüsü ve eğitim sistemine ilişkin politikalarını desteklemesi beklenen gazete.

CUMHURİYET -Seyrek şekilde tarafsız durabiliyorlar: Kendilerini yeni değerler oluşturma ve o değerler üzerinden hükümeti eleştirme yetkinliğinde görmeye başladılar.

HÜRRİYET -Uçağa alınmayınca sayfayı kapattı: Referans gazetesi olma avantajını kullanıyor.

MİLLİYET -Doğan Grubu"nun en olumsuzlarından: Doğan Grubu"nun Başbakan Erdoğan ve AKP"ye ilişkin en olumsuz çizgideki gazetelerinden birisi olan Milliyet gazetesinde, Sedat Ergin ile birlikte ciddi bir dönüşüm meydana geldi.

SABAH -Olumsuzluk artmaya başladı: Ciner Grubu"nun yayın organı olan Sabah gazetesinde olumsuzluk eğiliminin artmaya başladığı gözleniyor..

VATAN -Bazı grupların yönlendirme aygıtı: Olumlu gelişmeleri küçük veren, olumsuz gördüklerini irileştirerek haberleştiren bir gazete.

AKŞAM -Sorgulamaya muhtaç: Amerika gezisi başta olmak üzere, Başbakan Erdoğan"ı, 59. Cumhuriyet Hükümeti ve AKP"yi birinci sayfasında göstermemek gibi bir çizgide yayın yapmaya başladı.

RADİKAL -Çok kez tarafsız: Başbakan Erdoğan"a karşı en büyük olumlulukları, çok kez tarafsız durmaları.

TÜRKİYE -Olumluluklarının altında İhlas Finans yatıyor.

ZAMAN -Önyargısızlar: Sözü ve eylemi, olduğu ve söylendiği biçimiyle yansıtıyorlar.

MİLLİ GAZETE -SP"nin uyanışına işaret: AKP, Başbakan Erdoğan ve 59. Cumhuriyet Hükümeti"ne ilişkin en küçük bir hoşgörü yok.

YENİŞAFAK -Mutlak destekçi: Başbakan Erdoğan ve Hükümeti mutlak biçimde destekleyen tek yayın organı olma misyonunu sürdürüyor.

VAKİT -Türban ve katsayı tepkilerini hükümetten uzaklaştırıyor.
Medya Grupları

DOĞAN YAYIN GRUBU (Hürriyet, Milliyet, Gözcü, Posta ve Radikal -tiraj toplamları

1.578.000) Haberler : 47 olumlu, 86 olumsuz 216 tarafsız. Köşe yazıları: 35 olumlu, 126 olumsuz, 59 tarafsız.

CİNER YAYIN GRUBU (Sabah, Takvim ve D.B. Tercüman -Tiraj toplamları 822.000) Haberler: 44 olumlu, 25 olumsuz, tarafsız. Köşe yazıları: 23 olumlu, 25 olumsuz, 32 tarafsız.

ÇUKUROVA GRUBU
(Akşam, H.O. Tercüman ve Güneş -Tiraj toplamları 316.000) Haberler: 25 olumlu, 42 olumsuz, 65 tarafsız. Köşe yazıları: 10 olumlu, 28 olumsuz, 15 tarafsız.

Köşe yazılarında en olumsuz gazeteler; Hürriyet 65, Cumhuriyet 51, Vatan 42.

Köşe yazılarında en olumlu gazeteler; Yenişafak 23, Türkiye 20, Milliyet 17.
Olumlu köşe yazısı çıkmayan gazeteler; Cumhuriyet, Gözcü, Takvim, YENİÇAĞ, Ortadoğu, Birgün, Gündem, Milli Gazete.
Olumsuz köşe yazısı çıkmayan gazeteler; Türkiye, Zaman, Yenişafak, Star.

Sabah gazetesi yazarı Mehmet Barlas"ın Başbakan Erdoğan"ın yanağını okşaması, medya patronu Aydın Doğan"ın AKP"li bakanla kadeh tokuşturması, Başbakanlık Müşaviri Akif Beki"nin basını fişlemesi, medya tarafından görmezden geliniyor...

AKP fişlerken ses yoktu!


Türk Silahlı Kuvvetleri"nin (TSK) hizmetiçi çalışması basına sızınca, başta Türkiye Gazeteciler Cemiyeti olmak üzere Basın Konseyi ve bazı gazeteciler, yapılanın "demokrasi dışı uygulama" olduğunu açıkladılar. Akreditasyon yapılırken keyfilik olmamasının altını çizdiler. Peki o zaman şunu sormak gerekmez mi? Başbakan Erdoğan yurtdışı gezilere giderken neden bazı gazeteciler ANA uçağının devamlı müşterisi oluyor? Gazeteci yazar Melih Aşık"ın deyimiyle, "Başbakan"a keyif veren gazetecilerin yerde ve havada ağırlanması, vermeyenlerin baskı altına alınması konusunda ne diyor TGC ve Basın Konseyi?"

"O makamda oturması ülkemiz için yüz karasıdır"

Başbakan"ın Sözcüsü Akif Beki"nin, AKP iktidarını eleştirdiği gerekçesiyle, gazetecilere "gazetecilik öğretmeye" kalkması ve medya mensuplarının "AKP gönüllü grubu" gibi çalışmaya zorlanması tartışılmaya devam ediyor. Milliyet gazetesi yazarı Melih Aşık, konuyla ilgili köşesinde şu ifadelere yer verdi:
Hemen istifa etmeli

“Sebahattin Önkibar birkaç gün önce Yeniçağ"daki sütununda yazmıştı... Başbakan"ın gözü bir ara Sebahattin Önkibar"ın "Alternatif" adlı programına ilişiyor. Programda o sırada imam hatip ve türban istismarı konuşuluyor. Başbakan, sözcüsü Akif Beki"ye dönüyor:

- Bu adam ne yapıyor, konuşmuyor musun bununla?
Akif Beki daha sonra Önkibar"la konuşuyor... “Sen sağ"da bir adamsın, türban ve imam hatiplerle ilgili programların etkili oluyor ve bu Başbakan"ı üzüyor” diyor... Bir süre sonra Flash televizyonuna baskılar geliyor. Sebahattin Önkibar işten ayrılıyor.

ÇGD, Akif Beki"nin basın düşmanlığı yaptığını bildiriyor, “Gazetecilerin neyi haber yapıp neyi yapmayacağını iktidarın memurlarının tayin edemeyeceğini bilmeyen kişinin, o makamda bir gün dahi kalması, ülkemiz için yüz karasıdır” diyor. Akif Beki susuyor. Kanaltürk, Başkent TV gibi kanalların muhabirleri Başbakanlık"a giremiyor. Başbakan"ın eleştiriye tahammülsüzlüğü ABD Dışişleri Bakanlığı İnsan Hakları raporuna bile girdi...

İktidar ve demokrasi


Benzin parasını bizim verdiğimiz Başbakanlık uçağına ancak Başbakan"ın gönlünü hoş eden gazeteciler binebiliyor. Genelkurmay"ın gazete ve gazetecilerle ilgili raporları yansıdı basına. Bir ülkede Genelkurmay"dan önce iktidarın demokratlığı konuşulur... Bu iktidarın demokrasiyle ilgisi var mı?”
* Melih Aşık / Milliyet

Kimler yerli Coni?


Bir rapor çıktı ortaya... Hangi gazeteciler asker karşıtı? Hangi gazeteciler asker yandaşı?
Böylece geriye tek liste kalıyor... Hangi gazeteciler AB"ye akredite? Hangileri AB fonlarından para alıyor? Hangi gazeteciler Belçika vatandaşı? Türk bankalarını satın alan, elalemin bankalarına akredite gazeteci var mı mesela? Kimler yabancı sermayeye akredite? “Asker yandaşı” gösterilen gazetecilerden hangileri orduevlerinde yaptı askerliğini? “Orduda tezkere bırakmış” ayaklarına yatıp, hiç askerlik yapmayan var mı aralarında? Kimler İran"a akredite? Şam"ın şekerini yalayanlar hangileri? Kimler Arap radyosu? Ermenistan"a akredite olan edebiyatçıları biliyoruz... Ermeni diasporasına akredite gazeteciler kimler? Hangi gazeteciler, “sarı basın kartlı müteahhit” olup, Barzani"den ihale alıyor? Kimler yerli Coni? İsrail"in fahri megafonları kim? İlla “yabancıcı” veya “askerci” olması da gerekmiyor aslında...Hangi gazeteciler Başbakan"ın uçağına binebiliyor? Hangi gazetecilere yasak? Kimler iktidara akredite? Kimler tarikatçi? Hangi gazeteciler komisyoncu? Hangileri iş takipçisi? Kimler, al takke ver külah yapıp, kooperatif arazileri ayarlıyor? Kimler yalakalık yaptığı için “köşe” oluyor, terfi ediyor, transfer parası alıyor? Bu liste de açıklansa...
Tadından yenmeyecek o zaman.
* Yılmaz Özdil / Sabah

SON DAKİKA
Duy da inanma!

GAZETEMİZ baskıya girerken, Başbakanlık medyada yeralan fişleme haberlerinin doğruları yansıtmadığını açıklamış. ANA uçağında kimlerin konuk edildiğini gösteren fotoğraflara mı inanalım, yoksa Başbakanlık"tan yapılan kuru bir açıklamaya mı? Karar sizin!..

Erdoğan akrediteliler


Başbakan Erdoğan"ın yurtdışı gezilerine giderken, ANA uçağına aldığı gazeteciler, genelde aynı. ANA uçağının değişmez konuklarının tek özelliği ise AKP yandaşlığı ve Erdoğan"ı eleştirmemek! YENİÇAĞ, Milli Gazete ve Cumhuriyet gazetesi, Erdoğan"ın ambargo uyguladığı gazetelerin başında geliyor. AKP iktidarınca fişlenen bu gazetelere mensup gazetecilerin uçağa alınmaması konusunda kesin talimat verildiği belirtiliyor.

Sevindirici gelişme


AKP yanlısı STAR gazetesi uzun süre sonra ilk kez Atatürk resmi kullandı!

Laf ola beri gele


Beni asker karşıtı olarak nitelendiriyorlar. Ben siyasete müdahalesine karşıyım. Siyasi beyanat vermelerine karşıyım.
* Nazlı Ilıcak (TAKVİM)

Bundan çirkin bir suçlama olamaz. Andıç, mandıç bir tarafa, bu bir ayıptır. Bu, haber kirliliği, ortalığı kirletme çabasıdır.
* Şakir Süter (AKŞAM)

Hukuk dışı bir şey. Darbeleri desteklemeyen, bizim itibar etmediğimiz adamlar mantığı dehşet verici bir şey.
* Mehmet Altan (STAR)


Böylesine ayrımcı bir bakış açısı ancak “andıçlı demokrasiler”de görülebilir. Demokrasinin geleceği adına düşündürücü, kaygı vericidir.
* Derya Sazak (MİLLİYET)

Bu benim de adımın geçtiği "Andıç"tan farklı. Genelkurmay bazı gazete ve gazetecileri sevmiyormuş.
* Cengiz Çandar (REFERANS)

 

http://www.kuvvaimilliye.net/news_detail.php?id=11482

 

Utah’daki kirli karargâh

Alperen Polat 

Andıç olayı patlak verdikten sonra Genelkurmay’ın idari soruşturma değil de, adli soruşturma başlatması, olayın ciddiyetini ve tehlikeli bağlantılarını ortaya koyar nitelikteydi. Aradan haftalar geçti ve Genelkurmay "andıç" konusunda çok çarpıcı bilgilere ulaştı.


Genelkurmay’ın açtığı adli soruşturmayı yürüten Genelkurmay Askeri Başsavcısı Albay Saim Öztürk, geçtiğimiz günlerde "andıç"a dair çok çarpıcı açıklamalarda bulunmuş ve  Nokta Dergisi’nde yayımlanan belgenin kimler aracılığıyla bu dergiye ulaştığına dair önemli bilgiler vermişti.
Albay Öztürk "Ulaşan teknik bilgilere göre, taslak Andıç çalışmasına ait metnin 12 Ekim 2006 tarihinde çalındığı, bilgilerin yurt dışı bağlantılarla ilişkili olarak ülkenin siyasi ortamı nazara alınmak suretiyle 8 Mart 2007 tarihine kadar bekletildiği ve o tarihte kamuoyuna sunulduğu dikkati çekmektedir" derken, bazı grupların Türkiye’deki siyasi takvimi dikkate alarak bir zamanlama ayarlaması yaptığına dikkat çekiyordu. Ve Albay Öztürk’ün verdiği en önemli bilgi ise, "andıç"ın Genelkurmay’dan çalınıp, ABD’nin Utah eyaletindeki sahte Amerikan isimli bir alıcıya iletilmesiydi. Bu bilgi Türk Telekom ve diğer ilgili kuruluşların çalışmaları neticesinde ortaya çıkmıştı.


Peki bu bilgi neden önemliydi?


Çünkü ABD’nin Utah eyaleti, Türkiye’deki "F tipi cemaatin" karargah merkezi. Grubun bütün önemli ve etkili isimleri burada konuşlanmış durumda. Ve asıl önemli nokta ise, Emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlüğün deşifre edildiği internet sitesi ve daha önce Genelkurmay Başkanı Büyükanıt paşayla ilgili ipe sapa gelmez iftiraları yayan site de Utah merkezliydi.


Anlaşılan, birileri Utah’ta kirli bir tezgah kurmuş ve akılları sıra oradan yayacakları iftira dalgasıyla Türkiye siyasetine yön vermeye çalışıyorlar.


Ama Utah’daki hesap, Türkiye’den dönmekte gecikmedi.


Genelkurmay Başsavcısının bu önemli açıklamalarından sonra Şemdinli, Rektör Aşkın, Danıştay saldırısı ve Hrant Dink suikastine kadar uzanan geniş bir yelpazede Utah merkezli kirli yapılanmanın parmağını görmek güç olmadı. Zaten hepsinde aynı mantık hakimdi: Askeri ve vatansever cepheyi hedef almak!


Bu kirli yapılanmanın AKP hükümetini nasıl yönlendirdiği ve bu yönüyle aslında "hükümetlerüstü" bir konsepte kavuştuğunu ise Ahmet Hakan’ın yazıları ele verdi.


Hakan, geçtiğimiz gün yemek yediği bir bakanın, bu grubun Emniyet, istihbarat ve devlet kademelerine nasıl sirayet ettiğini ve grubun ABD’deki liderinin istihbarat merakının nelere yol açtığına dair önemli itiraflarda bulunduğunu yazdı. Hatta bakan şöyle bile demiş: "Her işin arkasında onların parmağı var."


Hakan’ın, daha doğrusu AKP’nin bir bakanının bu itirafları aynı zamanda F tipi yapılanmanın Türkiye’de hükümeti nasıl yönlendirdiğini de ortaya koyuyordu.


Daha sonra o grubun önemli bir üyesi Ahmet Hakan’a, bahsedilen bakanı tanıdıklarını ve o bakanın kendilerine kişisel bir husumeti olduğu için böyle konuştuğunu anlatmış. O kişi, o bakanın kendilerine olan husumetinin sebebini bakın nasıl açıklamış:


"Bakanın yaptığı bir yasa çalışmasına karşı çıktık. Hem hükümet hem AKP bizim haklı olduğumuza kanaat getirdi. Yasa tasarısı değişti. Bakan gururunun kırıldığını düşündü ve bu olayı kişisel husumete dönüştürdü."


Bu son alıntıyı şu sebepten yaptım; Türkiye’de yasalar çıkarılırken kimlere danışıldığını ve danışılan grupların onay vermediği yasaların geçemediğini göresiniz diye.


ABD merkezli ve güdümlü F tipi yapılanmanın Türkiye’deki karanlık eylemleri, Genelkurmay’ın bu çalışması sonucunda ortaya çıkmış görünüyor. Bu grubun özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerine aktif bir şekilde müdahale etmek için çeşitli senaryolar hazırladıklarını da belirtelim.


Yarın da, bu gruba ABD’nin yüklediği misyonu yazalım…

http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=7005880&tarih=2007-04-06

***

Rand Corporation raporu ve Gülen

Alperen Polat 


Utah’daki kirli karargâhın Türkiye’deki tehlikeli faaliyetlerinin asıl menbaını ve hedefini anlayabilmek için, bu karargâhı yönlendiren asıl güce ve bu gücün bu piyonlara yüklediği misyonu açık bir şekilde ortaya koymamız gerekiyor.

 

Bu konuda Ahmet Eryılmaz’ın Turkish American Journal’daki derlemesinden istifade edeceğiz.

ABD’nin en etkili  düşünce kuruluşu RAND CORPORATION 26 Mart 2007’de ‘Modernist Müslüman Ağlarının Tesisi’  (Building Moderate Muslım Networks) başlıklı 217 sayfalık yeni bir rapor yayınladı.

 

Raporu hazırlayan ekibin başındaki isim yabancı değil. Ekipbaşı ABD’nin Irak eski büyük elçisi Zalmay Khalilzad’ın yahudi asıllı eşi Cheryl Barnard. Bayan Barnard 2003 yılında da yine Rand Corporatıon adına  “IIlımlı  İslam” (Civil Democratic Islam) adlı 83 sayfalık bir rapor yayınlamıştı. Bu raporda Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hadisler üzerinde şüpheler ve oynamalar meydana getirerek İslam’ı dejenere etmek için yeni yöntemler tavsiye edilmekteydi.  Bu dejenerasyon sürecinde ABD yönetimine bazı “Müslüman liderleri” uygun şekilde kullanmayı tavsiye eden raporda, “kullanılması gereken” sözde İslami liderlerden bazıları şunlardı: Eski Bosna Müftüsü Mustafa Ceric, UCLA’nın Islam Hukuku Profesörü Abou El Fadl, Türkiye’den Fetullah Gülen, “İslami anlaşmalar için öneriler” adlı kitabın yazarı Muhammed Shahrur ve  Amerika İslam Yüksek Konseyi (ISCA) başkanı Şeyh  Hişam Kabbani.

 

Amerika’nın yeni ismiyle Büyük Ortadoğu Projesi, yani İslam ülkelerini işgal projesi kapsamında müslüman ülkeleri içten çökertmek için “Ilımlı İslam” adı altında yeni bir yapılanma teşkil ettiğini biliyorsunuzdur.

 

Sözü daha fazla uzatmadan Ahmet Eryılmaz’ın kaleminden Rand Corparation’un 26 Mart tarihli yeni raporuyla sizleri başbaşa bırakıyorum:

 

“Geleneksel ve dogmatic İslam anlayışı Müslümanlar arasında  olduğu gibi Amerika ve Avrupa’da da hızla yayılmaktadır. İslam ülkelerinin çoğunda ılımlı ve modern İslam anlayışının aksine geleneksel islamcıların etkisi hızla artmaktadır.

 

ABD’nin  soğuk savaş döneminde Komünizm’e karşı savunduğu demokrasi propagandası ile elde ettiği tecrübeyi bu kez geleneksel İslam anlayışını benimseyen müslümanlara karşı kullanılabilir. Şöyleki müslüman ülkelerde tatbik sahasına konulacak modernist ve ılımlı İslam düşüncesini savunan İslami gurup ve cemaatleri destekleme programını yürürlüğe koymalıdır. ABD hükümeti bir ‘yol haritası’ hazırlayarak çeşitli müslüman ülkelerde faaliyet gösteren modernist ve ılımlı İslamcıların arasında bir haberleşme ve dayanışma ağı kurmalıdır. Bu şekilde geleneksel İslamcılara karşı mücadelede başarılı olunabilir.

 

Sözü edilen rapora göre ABD’nin Türkiye’de desteklemesi gereken kişi ve cemaatlerden sadece Fethullah Gülen ve tarikatının ismi geçmektedir (Sayfa 74). Rapora göre Gülen Hıristiyan ve yahudilerle diyalog çalışmaları başlatmış, iki kez Bartelemos ile görüşmüş, 1998’de Roma’da Papa’yı da ziyaret etmiş ve İsrail’in  Haham başısının ziyaretini de kabul etmiştir.”

 

Eminim bu rapordan sonra Utah merkezli kirli yapılanmanın Türkiye’deki faaliyetlerinin şifrelerini daha kolay çözeceksiniz...

 

http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=7006210&tarih=2007-04-16

 

.Andıçta 'F tipi komplo' iması var


Enis BERBEROĞLU  


ANKARA
GENELKURMAY andıcının medyaya yansıdığı gün, Başbakan Tayyip Erdoğan Nevşehir'deydi.


Akşam saatlerinde Ankara'ya döndü, mola vermeden ve bel ağrısıyla Bakü'ye uçtu.

Aynı akşam başkentte resmi bir yemekte, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt yan yana düştü. Sohbetlerinde andıçla ilgili tek cümle geçti.

Büyükanıt, "İnanın andıcı hiç görmedim" dedi ve ekledi, "Masama gelmedi".

Askerlikte komutana arz edilmeyen planlama (çalışma) resmiyet kazanmaz.

Nitekim dün Genelkurmay Askeri Savcılığı'ndan yapılan soruşturma açıklamasında, "...metin sahte olmayıp bazı istatistiki değerlendirmeleri de içeren ilgili şube müdürlüğünde (İletişim Dairesi) görevli bir kişi tarafından hazırlanan taslak bir metindir" ifadesi kullanıldı.

Metindeki "görevli kişi" şifresini kırmak daha zordu.

Aldığım ilk bilgiye göre, andıcın medyaya yansıdığı gün bilgisayarlar tarandı. Yakın zamanda terhis olmuş bir yedek subayın kullandığı bilgisayarda andıcın izine rastlandı. Bu kişinin bilgisine başvuruldu. Andıcın 12 Ekim 2006 tarihinde çalındığı ve ABD'ye yollandığı saptandı.

Tabii ki ABD'yi duyanın aklına ilk gelen, Fethullah Gülen'in ismi oldu. Silahlı Kuvvetler bu yolla andıcın Ankara jargonuyla "F tipi komplo" saydığını ima etti. Dahası andıcın medyaya sızdırılma zamanlaması ile Cumhurbaşkanlığı seçimi arasında şu satırla irtibat kuruldu: "Bilgilerin yurtdışı bağlantılarıyla ilişkili olarak ülkenin siyasi ortamı nazara alınmak suretiyle 8 Mart 2007 tarihine kadar bekletildiği ve o tarihte kamuoyuna sunulduğu dikkati çekmektedir."

Geçen salı günü bu köşede "Çankaya'nın diyeti, cemaati tasfiye mi?" diye sorduk.

Emniyet'teki iç savaşı anlatan bu yazının mürekkebi kurumadan Genelkurmay'ın andıç ithamı geldi.

Demek ki işler hızlandı, tabir yerindeyse "düğmeye basıldı". Ama cemaat de boş durmuyor gibi... Amiral Özden Örnek'in yalanlanan günlüklerinin kaynağı da ABD'deki aynı adres olmasın?

***

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=6240760&yazarid=6

 

 

'Andıç'taki emniyet kuşkusu araştırılsın'

 

 

 

CHP, "Emniyetteki cemaatçi" kadrolaşmayı Meclis gündemine taşımaya hazırlanıyor. Konuyla ilgili soru önergesi vereceğini belirten CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin , devletin tüm kurumlarında "cemaatçi kadrolaşma" olduğuna dikkat çekerek "Emniyette kendini AKP'nin arka bahçesi olarak değerlendiren bir kadrolaşma var" dedi. Cumhuriyet 'in kamuoyuna duyurduğu ve Utah'ta öğretim görevlisi olan Emre Uslu adlı eski emniyet görevlisi hakkında Genelkurmay andıcının çalınmasıyla ilgili inceleme başlatılmasının ardından gözler emniyet içindeki "cemaatçi kadrolaşmaya" çevrildi. Konuyu soru önergesiyle Meclis gündemine getirmeye hazırlanan CHP'li Ahmet Ersin, devlet kurumlarındaki cemaatçi kadrolaşmanın AKP'li bakanların bile "şikâyet edecekleri" noktaya geldiğine dikkat çekti. Bu cemaatlerin özellikle emniyet içinde örgütlenip Türk Silahlı Kuvvetleri'ni hedef aldığını belirten Ersin, devletin iki önemli kurumunun karşı karşıya getirilmek istendiğini vurguladı. TSK'yi yıpratma sürecinin "Şemdinli iddianamesiyle" başladığını anlatan Ersin, "Atabeyler operasyonu, Büyükanıt Paşa'ya iftira kampanyasıyla devam etti. Şimdi son olarak bu andıç olayı çıktı" dedi. Emniyetteki kadrolaşma ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt hakkındaki "iftira kampanyası" ile ilgili iki soru önergesi verdiğini belirten Ersin, "Aradan 1 yıla yakın süre geçti, 'Araştırmalar devam ediyor' diyorlar. Konunun üzerine gitmedikleri ortadadır" görüşünü dile getirdi.

Aydın'dan Gülen sorusu

CHP İstanbul Milletvekili Hasan Aydın da " Fethullah Gülen cemaatinin bir tasarıya itiraz ederek hükümeti ve AKP'yi ikna ettiği" haberlerini TBMM gündemine taşıdı. Aydın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yanıtlanması istemiyle TBMM Başkanlığı'na verdiği soru önergesinde, yazar Ahmet Hakan' ın, Hürriyet gazetesindeki köşesinde, etkili bir bakanın "Bu cemaat de çok olmaya başladı" diye yakındığını aktardığı yazısının ardından, önceki günkü yazısında da görüştüğü cemaat içinden birinin "Bakanın yaptığı bir yasa çalışmasına karşı çıktık. Hem hükümet hem de AKP bizim haklı olduğumuza kanaat getirdi. Yasa tasarısı değişti. Bakan gururunun kırıldığını düşündü ve bu olayı kişisel husumete dönüştürdü" dediğini aktardı. Müdahaleden yakınan bakanın kimliği hakkında bilgi isteyen Aydın, Erdoğan'a şu soruları yöneltti:

"Söz konusu bakan kimdir? Gülen cemaatinin itiraz ederek hükümeti ve AKP'yi ikna eden yasa tasarısı hangi tasarıdır? Türkiye Cumhuriyeti anayasa ve yasalarına göre illegal özellikte, varlıkları veya kuruluşları yasak olan cemaatler hangi düşünce ve mantıkla muhatap alınmıştır? Türkiye Cumhuriyeti anayasa ve yasalarını korumak ve kollamakla görevli hükümet bu tavrıyla, anayasa ilkelerine karşı gelerek ve yasadışı bir cemaatle ortak çalışma anlamına gelen ilişki ile anayasayı ve yasaları ihlal etmiş sayılmaz mı?"

 

http://www.cumhuriyet.com.tr/?em=cumhuriyet/w/c05.html

 

Büyükanıt ne demedi?

GÜNEŞ

Rıza Zelyut

13 Nisan 2007 <%Tarih%>
<%Gün%>

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın dünkü basın toplantısı merakla bekleniyordu.
Çünkü; Türkiye sıkışıktı. Özellikle terör sorunu almış başını gitmiş; terörü destekleyen Kuzey Irak'taki aşiretler Türkiye'yi tehdit etmeye başlamıştı.


Cumhurbaşkanlığı seçimi konusu, kamuoyunu ikiye bölmüş gibiydi.


Halkın büyük bölümü, türbanlı eşi olan birisinin Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne çıkmasını istemiyor. Yayın organlarında yapılan cumhurbaşkanlığı tartışmalarının özünü de aslında bu konu oluşturuyor.
Amerika; Kuzey Irak'taki terörü destekleyenlerin arkasında duruyor. Neredeyse 60 yıldır ABD ile işbirliği yapan Türk ordusu; şimdi geleneksel konumunu sorgulamak gereği duyuyor.


Bütün bunlardan daha vahimi; Türkiye içindeki bazı yayın organlarının ve sivil toplum görüntülü uzaktan kumanda edilen kuruluşların Türk Silahlı Kuvvetleri'ni hedef tahtasına koyması idi. Askerin, basında kimlerle bilgi alışverişi yapacağını gösteren özel belgeyi, birileri karargahtan çalıyor; ABD'ye gönderiyor; oradan Türkiye'ye servis yapılıyor.


Yetmiyor, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu söylenen günlük, Fethullahçı bir dergide yayımlanıyor; askerin darbe yapmak istediği imajı veriliyordu.


Bunun biraz daha gerisinde; bizzat şu anki Genelkurmay Başkanı olan Yaşar Büyükanıt Paşa'ya Şemdinli olayı ile komplo kuruluyor; adı 'devlete karşı gizli örgüt kuranlar' listesine alınıyordu.


Kim veya hangi örgüt tarafından?


Özden Örnek'in günlüğünü yayımlayan veya andıçı genelkurmay karargahından çalan örgütlenme tarafından...


***


Elbette o da biliyordu bu komployu düzenleyenleri...


Bir soruya cevap verirken bunu hafiften belirtti ve sizin de bildiğiniz gibi anlamına gelen bir şey söyledi.


Fakat ismini demedi...


PKK terör örgütünü, bu örgütü besleyen Irak'ın kuzeyindeki aşiret ağalarını iyi biliyordu ama adlarını söylemedi.


Asıl, bunları kışkırtan gücün ABD olduğunu da biliyordu.


Buna karşın Amerika'nın adını da anmadı.


Cumhurbaşkanlığı konusuna gelince, 'Şu kişi veya şöyle birisi cumhurbaşkanı olmamalı!' demedi.
Ama nasıl bir cumhurbaşkanı istediğini de gayet iyi tarif etti: 'Anayasa'da tanımlanan Türkiye'nin temel değerlerine bağlı olan ve bunu davranışlarıyla da ortaya koyan bir Cumhurbaşkanı'
Tanımlamayı böyle yapınca da 'Türbanlı eşi olan birisini Cumhurbaşkanı olarak istemeyiz.' demedi.

AÇIK UYARI


Genelkurmay Başkanı Büyükanıt sık sık hukuka bağlı olduklarını vurguladı. Fakat; 'Hukuk askerin de hukukunu korumalı!' demedi. Askere yönelik hukuksuzluğun açık örneklerini ortaya koymakla yetindi.


Büyükanıt Paşa'nın en açık söylediği iki konu vardı:


Birincisi Avrupa Birliği'ne idi: 'Türkiye'de etnik ve dinsel azınlık yaratmaya çalışıyorsunuz!' dedi; bunu deyince de 'Ülkemizden elinizi çekin!' demesine gerek kalmadı.


İkincisi ise Kuzey Irak konusundaki tavırla ilgili idi: 'Kuzey Irak'a askeri operasyon yapılmalıdır. Bunu yaparsak başarılı oluruz!' diyerek hem azıtan eşkıyaya, hem onun arkasındaki asıl güce meydan okudu.


Genelkurmay Başkanı Büyükanıt; bu konuda kararın da hükümete ait olduğunu vurguladı. Dediği özetle şuydu: 'Meclis karar versin; biz eşkıyanın başını ezeriz.'


Top böylece hükümete atıldı.


Hükümet kanadı; Genelkurmay Başkanı'nın açıklamalarından rahatlamış gözükse de Kuzey Irak ve terör topu kucaklarına atıldığı için şimdi daha derinden düşünmek zorundadır.

***


http://www.gunes.com/2007/04/13/yazarlar/y4.html

 

***

 

DİSK, KESK, Türk-İş, TTB, Arınç, Vakit ve benzerleri

GÜNEŞ

Rıza Zelyut

 

Türkiye aydını; giderek sömürge aydını haline geliyor. Bu aydınların hakim olduğu sendikalar ve sivil toplum kuruluşları da Batı emperyalizminin yan organlarına dönüşüyor. Bu kötü gidişin son örneğini; 14 Nisan Ankara mitingi ile gözledik.


Biliyorsunuz; bu mitingi engellemek için AKP hükümeti elinden geleni yaptı. Fethullahçılar, Amerika'da imal ettikleri komplolarla, bu büyük halk protestosunu darbeci işi gibi göstermeye uğraştılar. TBMM Başkanı Arınç da böyle bağırdı. Gerici Vakit Gazetesi, Yeni Şafak, yeni Fethullahçı Star Gazetesi, Fethullahçı tarikat erbabının işaret aleti Zaman Gazetesi de bütün gücü ile mitinge kara çaldı.


İş bu halde iken Türk-İş, DİSK, memur sendikası KESK; Türk Tabibler Birliği, mimarlar odası da Vakit Gazetesi'nin ağzını kullanıp hükümetin safında yer aldılar.


Atatürk'ün öğretmenini temsil etmesi gereken Eğitim-Sen Başkanı Alaattin Dinçer miting günü Zonguldak'a gitmiş ve gazetecilerle konuşurken 'Katılmama gerekçelerimiz var. Bu organizasyonun içinde birlikte o alanda bulunamayacağımız kişiler var. ' demiş. Sonra “En son 24-27 Kasım 2005’de büyük eğitimci yürüyüşü yapmıştık. İki gün Ankara’ya sokulmamıştık. Biz Ankara’ya sokulmama kararını sayın İçişleri Bakanı ile şimdi ADD Başkanı o zaman Jandarma Genel Komutanı olan sayın Eruygur’un birlikte aldığını öğreniyoruz. ' diye eklemiş.

ZONGULDAK'TAN CEVAP


Bu iddiaya, Zonguldak Atatürkçü Düşünce Derneği ve Genel Merkez yöneticilerinden Erol Sarıal cevap veriyor ve diyor ki: 'Alaattin Bey, çok iyi bilmektedir ki; 14 Nisan, 12 Eylül sürecinin tüm acılarını yaşamış yurttaşlarımızın, aydın, yazar, sanatçı.. ve öğretmenlerimizin yığınsal olarak katılımı ile alanların dolduğu bir miting olmuştur. Yine, ADD Genel Başkanı Emekli Jan. Gn. Komutanı Şener Eruygur ile ilgili gündeme getirilen darbecilik senaryoları, ABD Utah Eyaleti kaynaklı olup, CIA ve din baronlarının birlikte sunduğu bir servistir.


14 Nisan günü Ankara’da dünya tarihinin en kitlesel, demokratik, en ilerici, en devrimci eylemi gerçekleşmiştir. Bakınız, Sn. Cumhurbaşkanımız Sezer, 16 Nisan’da İstanbul’da: “Artık huzur içinde görevimi bırakıyorum' diyor .

İFTİRA


Karaelmas Gazeteciler Derneği’nde Eğitim-Sen Genel Başkanı Sayın Dinçer çok büyük bir iftirada daha bulunuyor. 24-27 Kasım 2005 tarihinde büyük eğitimci yürüyüşü düzenlemiş. İki gün Ankara’ya sokulmamış. O tarihte, Sayın Şener Eruygur Jandarma Genel Komutanıymış(!!!) İçişleri Bakanı ile Eruygur’un bu yürüyüşü ortaklaşa engellediğini ortaya çıkarmış. Anlatılanlar baştan sona yalan, düzmece ve iftira. Bırakınız 2005 Kasım ayında jandarma genel komutanı olmayı, bu gün ADD Genel Başkanlığı yapan Sn. Şener Eruygur, 2004 Ağustos ayında emekli olmuştur. Bu denli çirkin, gerçeklerden uzak bir iftira olmaz.'


Yukarıdaki açıklama, Tandoğan mitingine karşı çıkanların ne durumda olduklarını göstermeye yetiyor. İyi ki bunlar o büyük mitinge katılmadılar.

***

http://www.gunes.com/2007/04/19/yazarlar/y4.html

 

 Gündem

Askeri Savcılık: Andıç Raporu çalındı

30 Mart 2007

Özgür EKŞİ/ANKARA

Askeri Savcılık, "Andıç Raporu"nun TSK'dan çalındığını ve ABD'de bir kişiye gönderildiğini bildirdi.

Nokta dergisinde yayınlandığı gün "Andıç" soruşturmasına başlayan Genelkurmay konuyla ilgili ilginç bilgilere ulaştı. Askeri Başsavcı Jandarma Kıdemli Albay Saim Öztürk, sahte olduğu iddia edilen Andıç için “taslak ancak çalıntı” dedi.

Suçun askeri mahalde, asker kişiler tarafından ve askeri hizmet ve görevleri ile ilgili bir suç işlendiği göz önüne tutularak ve suçun Askeri Yargının görev alanı içinde değerlendirilmesi üzerine iki Yardımcı Askeri Savcı soruşturmayı yürütmekle görevlendirildi.

Başsavcılık tarafından yapılan açıklamada “taslak Andıç çalışmasına ait metnin 12 Ekim 2006 tarhinde çalındığı bilgilerin yurt dışı bağlantılarla ilişkili olarak ülkenin siyasi ortamı nazara alınmak suretiyle 8 Mart 2007 tarihine kadar bekletildiği ve o tarihte kamuoyuna sunulduğu” ifadesi yer aldı.

ANDIÇ'TA ABD BAĞLANTISI

Alınan bilgilere göre daha ön taslak aşamasındayken Genelkurmay Karargah'ından çıkarılan andıç, internet yoluyla önce ABD'ye gönderildi sonra da Nokta dergisinde yayınlandı.

ADRES "UTAH" OLABİLİR Mİ

Belge daha önce emekli Oramiral Özden Örnek'in günlüğünü yayınladığını iddia eden ABD'nin Utah'a gönderilmiş olabilir.

SUÇUN İŞLENİŞ ŞEKLİ BELLİ OLDU

Soruşturma kapsamında suçun işlendiği yer, tarih, işleniş şekli net bir şekilde tespit edildi. Ancak soruşturmanın gizliliği açısından bütün detaylar gizli tutuluyor.

"AKREDİTASYON ANDIÇ"I NEYDİ

Herşey Genelkurmay İkinci Başkanlığı tarafından hazırlanırken basına sızan ve Türk Silahlı Kuvvetleri'yle ilgili haberleri izleyen medya kuruluşları hakkında ayrıntılı değerlendirmeler yapan 'ANDIÇ' başlıklı belgenin basına sızmasıyla başladı. Genelkurmay, 'Akredite Basın ve Yayın Organları Yeniden Değerlendirmesi'ni amaç edinen taslak belgede, medya kuruluşları ile gazeteciler 'TSK yanlısı' ve 'TSK karşıtı' haberleriyle değerlendiriliyordu.

DÜZENLİ OLARAK YAPILIYOR

Türk Silahlı Kuvvetleri'nde 28 Şubat süreciyle birlikte başlatılan ve 10 yıldır düzenli olarak sürdürülen medya kuruluşlarına ilişkin 'güvenilirlik' (akreditasyon) değerlendirmesinin sonuncusunu Nokta dergisinden Ahmet Şık ele geçirmişti. Dokuz adet, toplam 52 sayfa olan 'hizmete özel' yazılar arasında daha önce akredite olmuş gazete ve televizyonların TSK ile ilgili yaptığı haberlere 'artı' ve 'eksi' notlar verilerek düzenlenmiş bir değerlendirme cetveli de yer alıyordu.

 

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=6236019&tarih=2007-03-30

 

Kontrgerillacılıkta son “Nokta”

 

 

 

Nokta dergisine ilan veren gazeteler: Evrensel, Yeni Şafak ve Birgün. PKK’nın gazetesi Gündem’in ise reklamları bedava habermiş gibi yapılıyor

Fethullah’ın yeni haber dergisi

Türkiye’nin uzun soluklu dergilerinden Nokta, 2006 yılının Kasım ayı başında yeni bir ekiple işbaşı yapmıştı. Yeni Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş’ün deyimiyle “efsane” haber dergisi, yeni bir anlayışla haberciliğe kaldığı yerden devam edecekti. Yayımlanmaya başlandığı tarihten beri ilgi çekici konulara yer veren dergi, özellikle son bir aydır yayımladığı haberlerle Türkiye gündemini belirleyen ve yönlendiren bir seviyeye ulaştı.

Nokta dergisi yüklendiği misyon ve ortaya koyduğu habercilik anlayışı ile Kürt-İslamcı faşist düzenin Türkiye’de yerleşeceği bir ortam hazırlama gayreti içine girdi. Yeri geldi Ermenicilik yaptı, yeri geldi Kürtçülük yaptı, yeri geldi Şeriatçılık yaptı; ancak son dönem özellikle iki ‘nokta’ya odaklandı. O da milliyetçilik ve Ordu düşmanlığı. Türkiye’deki ulusal direniş odaklarını hedef tahtasına koyan Nokta, bu bakımdan diğer haber dergileri arasında farklı bir yere sahip.

Nokta dergisinin yayın hayatına geri dönmesi öyle birdenbire olmadı tabiî ki. Türkiye’nin son dönemde içine girdiği sürecin bu geri dönüş için önemli bir sebep olduğu bir gerçek. Dergi, Amerika’da yaşamını idame ettiren Fethullah imam tarafından finanse ediliyor. Dergide kapaktan verilen bütün haberler, Fethullah’ın günlük gazetesi olan Zaman’da manşetten yer alıyor ve Türkiye gündemine taşınıyor. Özellikle son dönemde Ordu ile ilgili yaptığı haberler, Zaman, Yeni Şafak, Birgün, Evrensel, Radikal gibi gazetelere haber kaynağı oluşturuyor.

Dergi’nin genel yayın yönetmenliğini üstlenen Alper Görmüş, tanıdık bir isim. Başbakanlık Andıcında iktidarı tavizsiz desteklediği şeklinde değerlendirilen Yeni Şafak gazetesinin Arşiv köşesini hazırlıyordu. Yeni Şafak ailesi eski çalışanını yalnız bırakmıyor ve tam sayfa ilan vererek ona destek oluyor. Yine dergide şeriatçı Kanal 7 televizyonu ile “solcu” Birgün gazetesinin tam sayfa reklamları yer alıyor. Ne güzel bir birliktelik değil mi? Şeriatçılar ve ÖDP’li Birgün’cüler, AKP’li Yeni Şafakçılar ve Fethullah’ın Referans gazetesi, nokta sayfalarında “bir arada yaşam” alanı oluşturuyorlar. Pentagon’dan maaşlı Ahmet Altan, Kürşat Bumin, Mahir Kaynak gibi yine tanıdık simalar da dergide boy gösteren diğer Fethullahçılar.

Amerika sayesinde finansman bakımından sıkıntı çekmeyen Nokta ekibi Tayyip’in yarattığı “özgürlük” ortamından istifade ederek devlet düşmanlığını had safhaya ulaştırdı. Sayfalarında açıktan Kürtçülük ve şeriatçılık yapan Nokta, bu alanda sınır tanımadan doludizgin ilerliyor.

Pentagon’un psikolojik savaş aygıtı

Para kaynağı gibi haber kaynağı da Amerikan istihbaratı olan Nokta dergisi, Amerikan istihbaratının yönlendirmeleri doğrultusunda, Türk devletinin direnç noktalarına doğru geniş çaplı bir saldırıya geçmiş durumda.

Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gitgide yaklaştığı günlerde, Türk Ordusu’na yönelik haftalardır süren sistemli yayın politikası, Amerika’nın en büyük direniş odağı olarak gördüğü, aynı zamanda Türk Milleti’nin en çok güvendiği kurum olan Türk Ordusu’nun üzerinde oynanmaya çalışılan oyunu açıkça ortaya koyuyor.

Nokta dergisi; Zaman, Yeni Şafak, Birgün, Radikal gibi gazetelere de haber kaynaklığı yaparak, Amerika’nın yürüttüğü Kontrgerilla operasyonunun da başını çekmektedir.

Nokta dergisinin başını çektiği Psikolojik Harp Dairesi’nin operasyonları sadece Ordu’ya yönelik değildir. CHP gibi kurumlar da bu saldırılardan payına düşeni almaktadır.

ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’ye biçtiği Kürt-İslamcı rejimin kurulması çabasında, Fethullah ve ekibinin, Tayyip’in yıkıcı faaliyetlerine destek olan, Kürtçülüğü ve bilumum etnikçiliği yücelten ideolojik yayın faaliyeti önemli bir psikolojik savaş aygıtı olarak öne çıkmaktadır. Her ne hikmetse Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaştığı şu günlerde, Nokta dergisinde çıkan ordu ve ulusalcılar merkezli haberler önce zaman gazetesinde manşete taşınıyor, ardından Radikal ve Birgün gibi Başbakanlık andıcında övgülere mazhar olan “solcu” gazeteler tarafından bir-iki gün tartışılır, Aksiyon dergisinin bir hafta sonraki sayısında da yine kapaktan verilerek insanların beyni kuşatmaya alınır.

Bir yılı aşkın bir süre önce Fethullah’ın “Büyük provokasyonlar bekliyorum.” şeklindeki açıklamalarından sonra yaşanan Şemdinli Olayları, Atabeyler, Danıştay Baskını, Hrant Dink’in öldürülmesi, TSK andıcı ve son olarak ortaya çıkarıldığı iddia edilen (E) Ora. Özden Örnek’in günlükleri olaylarının hepsi birden dikkate alındığında, bütün bu olayların tek bir merkezden yönlendirildiği ve hedefinin Türk ordusu ile birlikte başta TÜRKSOLU olmak üzere ulusalcılar olduğu görülecektir.

Bugün Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin önündeki en büyük engel de bu kesimlerdir. O nedenle Amerikancı-Fethullahçı Psikolojik Harp Dairesi son bir aydır bu kesimleri hedef göstermiştir.

Radikal ve Nokta’da
farklı imzalarla aynı haber.

Çanakkale mitinginin
Radikal’de yayınlanan haberi

Milliyetçilik tartışmalarının odak noktası TÜRKSOLU

Hrant Dink cinayeti sonrasında hedef tahtasına oturtulan yine ulusalcılar olmuştu. Birgün, Radikal, Zaman, Yeni Şafak, Evrensel, Nokta, Aksiyon gibi yayın organları o gün bugündür ulusalcılık-milliyetçilik tartışması yürütüyorlar. Milliyetçiliğin ne kadar ırkçı ve ayrımcı bir fikir olduğundan dem vurup duruyorlar. Türk milliyetçiliğine küfretmek son dönemin yükselen trendi.

Cinayet sonrası kamuoyu tarafından milliyetçi olarak bilinen çevreler suçluluk psikolojisi içinde sinerken, bilumum etnikçiler “Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarıyla yürürken, BBP Genel Başkanı olan zat Hrant’a ağıt yakarken, “Hepimiz Türk’üz” yürüyüşü ile bir milletin topyekûn sanık sandalyesine oturtulamayacağını haykıran TÜRKSOLU ve Milli Mücadele Derneği tartışmanın odak noktasında belirdi.

Yukarıda adı geçen yayın organları bu andan itibaren tartışmanın seyrini değiştirdiler. Aslında bir aydır tartışılan şey isim verilmeden TÜRKSOLU ve onun fikirleriydi.

Sonra ortaya Kuvayı Milliye Derneği’nin Mersin’de düzenlediği Kuran’lı ve silahlı yemin töreni çıktı. Yemin töreninin hemen ardından başlayan tartışmalarda, Mersin’in ulusalcı örgütler için öneminden bahsediliyordu.

Radikal gazetesi düğmeye bastı. TÜRKSOLU’nun 22.03.2004 tarihli sayısına atıfta bulunarak Mersin’deki Türk Barikatı politikamızı ırkçılıkla suçlayarak haberleştirdi.

Ulusalcı örgütlerin dökümünün yayımlandığı haberde, ulusalcı örgütlerin başı olarak TÜRKSOLU’nu ilk sıraya yerleştiren polis bültenine benzer bir dil kullanıldı. Radikal’in 14 ve 17 Şubat tarihlerinde yayımlanan sayılarında TÜRKSOLU’nun Mersin planı ırkçılık olarak eleştirildi ve TÜRKSOLU,ulusalcı örgütlerin başı olarak gösterildi.

Nokta dergisi de 22 Şubat tarihli sayısında “Operasyona Uğrayan Şehir Mersin” başlıklı kapak haberinde, Radikal’in verdiği ulusalcı örgütler listesini aynen yayımladı.

Nokta’dan iki hafta sonra ise Aksiyon dergisi Mersin dosyasını açarak aksiyona dahil oldu. Haberleri yapan kişilerin isimleri farklı olduğuna göre geriye tek bir ihtimal kalıyor, o da aynı metnin tek merkezden iki kişinin eline verildiği.

Nokta, Radikal’le harfiyen aynı kelimeleri kullanarak TÜRKSOLU’na saldırıyor

Nokta dergisinin TÜRKSOLU üzerindeki psikolojik savaşı, Milli Mücadele Derneği’nin en son geçtiğimiz hafta Çanakkale’de Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına karşı düzenlediği “Kürt-İslam Faşizmine Geçit Yok” mitinginde devam etti.

Bütün medyanın görmezden gelmeye çalıştığı miting, bir tek Radikal gazetesi ve Nokta dergisi tarafından görüldü.

Radikal’in haberinin
bile olmadığı
Deniz Gezmiş’lerin
Devrim Andı

Biz Devrimci Türk Gençliği Türk halkına karşı
sorumluluğumuzu bilmekte, bu milli görevi
yerine getirmekteyiz.

Milli görevimiz;
bu memlekette son Amerikalıyı yok edinceye, ağalığın ve gericiliğin kökünü kazıyıncaya, Amerikan doları ile beslenen işbirlikçilerin canlarına okuyuncaya kadar devrimci kavgamıza devam etmektir.

Bu kavgada
Sayımızın azlığına
Düşmanın çokluğuna
Bakmadan,
Bıkmadan,
Usanmadan,
Yılmadan,
Yorulmadan,
Önümüze çıkan
Bütün düşmanların
Hakkından gelmeye
And içiyoruz,
And içiyoruz,
And içiyoruz!

Radikal gazetesi yine bu operasyonda Nokta’ya çanak tuttu. Radikal gazetesinin 26 Mart 2007 tarihli sayısında “Çanakkale’de Ürpertici Anma” başlığıyla Milli Mücadele Derneği’nin mitingi şu cümlelerle haberleştirildi:

“Hrant Dink’in öldürülmesine sevinen ve Dink cenazesine karşı yürüyüş yaparak boy gösteren Milli Mücadele Derneği (MMD), bu kez Çanakkale’de ortaya çıktı.

Zafer Haftası kutlamaları kapsamında dün Çanakkale’de miting düzenleyen MDD, ‘Türkçü’ sloganlar attı. Mitingde yaklaşık 500 kişi, şu sözlerin yer aldığı ‘devrim andı’ da içti:

‘Milli görevimiz, bu memlekette son Amerikalıyı yok edinceye, ağalığın ve gericiliğin kökünü kazıyıncaya, Amerikan doları ile beslenen işbirlikçilerin canlarına okuyuncaya kadar devrimci kavgamıza devam etmektir. Önümüze çıkan bütün düşmanların hakkından gelmeye and içiyoruz.’

Dernek üyeleri, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üzerine çarpı işareti çizilmiş Hitler bıyıklı fotoğrafı ve ‘Kürt-İslam faşizmine geçit yok!’ pankartı taşıdı. Kürtlerin aşağılandığı TÜRKSOLU dergisini çıkaran ekibin 2007 yılı başında kurduğu MMD, ‘Dink, Türk düşmanıydı, öldürülmesine hiç üzülmedik.’ açıklaması yapmış ve Taksim’de, ‘Hepimiz Mustafa Kemal’iz, Hepimiz Türk’üz’ pankartıyla yürümüştü.”

Amerikan doları ile beslenen Radikal tayfasının ettiğimiz “devrim andı”ndan korkması bizce anlaşılabilir; ama haberi yapan vatandaşa biraz tarih eğitimi vermelerinde fayda var.

Zira kamuoyu tarafından “solcu” gazete olarak bilinen Radikal çalışanlarının, 68 gençliğinin söylediği “devrim andı”ndan ırkçı and olarak bahsetmesi, en hafifinden kara cahilliktir.

Tabi “Bizim ‘sol’ tarihimizde böyle bir and yoktur.” diyorlarsa o başka.

Nokta dergisi de, 26 Mart 2007 tarihinde internet sitesinde “Çanakkale’de ulusalcı provokasyon” başlığı ile haberi şöyle veriyordu: Bakalım Radikal’inki ile arasında bir fark bulabilecek misiniz?

“Hrant Dink’in öldürülmesine sevinen ve Dink cenazesine karşı yürüyüş yaparak boy gösteren Milli Mücadele Derneği (MDD), bu kez Çanakkale’de ortaya çıktı.

Zafer Haftası kutlamaları kapsamında dün Çanakkale’de miting düzenleyen MDD, ‘Türkçü’ sloganlar attı. Mitingde yaklaşık 500 kişi, şu sözlerin yer aldığı ‘devrim andı’ da içti:

‘Milli görevimiz, bu memlekette son Amerikalıyı yok edinceye, ağalığın ve gericiliğin kökünü kazıyıncaya, Amerikan Doları ile beslenen işbirlikçilerin canlarına okuyuncaya kadar devrimci kavgamıza devam etmektir. Önümüze çıkan bütün düşmanların hakkından gelmeye and içiyoruz.’

Dernek üyeleri, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üzerine çarpı işareti çizilmiş Hitler bıyıklı fotoğrafı ve ‘Kürt İslam faşizmine geçit yok!’ pankartı taşıdı. Kürtlerin aşağılandığı TÜRKSOLU dergisini çıkaran ekibin 2007 yılı başında kurduğu MMD, “Dink Türk düşmanıydı, öldürülmesine hiç üzülmedik.” açıklaması yapmış ve Taksim’de, ‘Hepimiz Mustafa Kemal’iz, hepimiz Türküz’ pankartıyla yürümüştü.

İstanbul’dan 10 otobüsle Çanakkale’ye gelen yaklaşık 500 kişiden oluşan MMD üyeleri, ilk olarak yürüyüş yapmak ve ardından miting yapmak istedi. Dernek üyelerine güvenlik güçleri önceden izin alınmadığı gerekçesi ile izin vermedi. Salı Pazarı’nda otobüsten yürüyüş yapmak için inen dernek üyeleri tekrar otobüslerine binerek mitingin yapılacağı Cumhuriyet Meydanı’na gittiler.

Ellerinde Türk bayrakları ve üzerinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın resminin bulunduğu ‘Kürt-İslam Faşizmine Geçit Yok!’ yazılı dövizler ile miting alanına giren dernek üyeleri, ABD ve terör örgütü PKK aleyhinde sloganlar attılar.”

Aralarındaki tek fark Nokta’nınkinde açıkça belli olan metnin polisten alındığının üslubuna daha çok hakim olması.

Muhtemelen Radikal’e de aynı metin verilmiştir; ama yer sıkıntısından dolayı bu kadar ayrıntılı verememişlerdir.

Nokta, TÜRKSOLU’na saldırırken Amerikan milliyetçilerini yüceltiyor

“Irkçı Milliyetçiliğin Yükselişinde Sol Kendi Rolünü Tartışıyor” başlıklı 15 Mart 2007 tarihli sayısında, Ufuk Uras, Oral Çalışlar, Melih Pekdemir, Fikret Başkaya, Adalet Ağaoğlu, Perihan Mağden, Akın Birdal gibi isimlere, ırkçı milliyetçi yükselişi engelleyemediği için özeleştiri verdirten Nokta’nın Fethullahçıları, 22 Mart 2007 tarihli bir sonraki sayılarında da Amerikan milliyetçilerini ulusalcıların üzerine saldırttı. “Milliyetçiler Yeni Komitacılara Karşı” kapağıyla çıkan sayıda, “Ulusalcılık, demokrasiye karşı operasyonun bir parçasıdır ve masum değildir.” denildi.

MHP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır’ın ülkücüleri provokasyona gelmemeye çağıran, PKK’lıları kardeşlik politikasıyla kazanmaya çalışan yönelimine övgüler diziliyor. Görüşüne başvurulan bir diğer MHP’li ise, Bahçeli’nin danışmanı ve MHP MKYK üyesi Doç. Dr. Vedat Bilgin... Bilgin, ulusalcıları şu sözlerle niteliyor:

“Kendilerine Kızılelmacı veya Ulusalcı diyenlere bakınca, fanatizme vurgu yapan, devlet merkezli bir toplum tasarımını öne çıkaran, anti demokratik, çoğulculuğa karşı zihniyetlerin bu tür gruplar içinde yer aldığını görüyoruz. Ben bunun hastalıklı bir tavır olduğunu söylüyorum.”

Bilgin, ulusalcıların tavırlarını ise şu şekilde yorumluyor:

“Bunların tavırları Türkiye’yi istikrarsızlaştırıyor, dışarının müdahalesine açık ve dış servislerin müdahale alanı haline getirmeye uygun bir zemin yaratılıyor. O bakımdan ben kuşku verici davranışlar olarak görüyorum. Yani masum görmüyorum.”

Bir kere MHP’lilere şunu sormak gerekirdi ki, PKK’nın bölücü faaliyetlerini en çok artırdığı bir dönemde bayraklarımız yakılırken ya da bölücüler her gün Apo posterleri ile ayaklanma provaları yaparken milliyetçileri sokaktan çekmek nasıl bir taktiktir?

Ama sorunun saçmalığı da burada zaten.

Apo’yu ipten alan bir partiden “PKK’yı telin mitingleri” düzenlemesini beklemek en hafifinden büyük saflık olur herhalde.

Vedat Bilgin’e gelince, onunki tam bir cehalet.

80 öncesinde ülkede gençleri kamplara bölüp birbirini kırdırarak dış servislerin Ordu’daki uzantıları aracılığıyla müdahalesine ortam hazırlayan ulusalcılar değil, sizdiniz. Onun hesabını vermeden gerçek milliyetçilere çamur atmak ve milli direnişi içerden vurmaya kalkmak bir hastalık belirtisi midir?

Yoksa vatana ihanet midir?

Tartışmaya 29 Mart 2007 tarihli dergide dahil olan BBP Genel Başkanı ve Hrant şairi Muhsin Yazıcıoğlu ile milliyetçilik ordinaryusu, aynı zamanda Fethullahçı Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta olan Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, ağız birliği etmişçesine, “Ulusalcılık, ırkçı ve ayrımcı; Türk milliyetçiliği, bütünleştiricidir.” ana temasını işlemişler.

Fethullah, bir taraftan sahte milliyetçileri ulusalcılara küfrettirirken, diğer taraftan da dergisinde köşe tahsis ettiği ikinci cumhuriyetçi, dönek artığı Ahmet Altan eliyle, milliyetçi yükseliş balonunu patlatıyor! İşte Ahmet Altan’ın milliyetçi balonu ve patlatma formülü:

Altan’a göre ortada milliyetçiliğin yükselişte olduğu gibi uğursuz bir söylenti varmış; ancak milliyetçiliğin yükselişte olduğunu gösterir hiçbir belirti yokmuş. Ne MHP’nin dörtnala iktidara koştuğu bir anket, ne de kalabalık bir milliyetçi eylem. Devlet içinde yuvalanmış birtakım kimselerin yaydığı bir söylentiymiş bu.

Nokta ve Aksiyon birer hafta arayla aynı konuları kapaklaştırıyor. TÜRKSOLU’nun Mersin gerçeğini ortaya koyan yazısı üzerine her iki dergi birer kapak, Radikal ise üç gün manşet yaptı. Fethullahçı dergiler aynı zamanda Amerikancı milliyetçilere söz hakkı vererek ulusalcılığa küfrettiriyorlar. MHP ve BBP hiçbir konuda birleşemese de Fethullah himayesinde birleşiyorlar

Milliyetçilik artıyormuş; ama halkın arasında değil, devlet kademelerinde. Aslında ona göre artan şey milliyetçilik değil, ümitsizlikmiş. AB perspektifinin kaybolmasından kaynaklanan bu ümitsizlik nedeniyle “Milliyetçilik yükseliyor!” sesi bu kadar gür çıkıyormuş.

Aslında “Milliyetçilik yükseliyor!” sözü psikolojik savaşın bir ürünüymüş. Amacı da iktidarı korkutmakmış. Bunda başarılı olduklarını da itiraf ediyor Ahmet Altan. İktidar beceriksiz olduğu için ümitsizlik artmış, psikolojik savaşı kaybetmişti. Hele bir AB yolu yeniden açılsın, görün bakın milliyetçilik balonu nasıl sönecekmiş.

Aslında bu saçma sapan teoriye cevap vermeye bile değmez; ama bir-iki hatırlatma yapmakta yarar var.

Behey müsrif Altan, madem milliyetçiliğin yükselişini bir balon olarak görüyorsun, koskoca bir haftalık köşeni niye olmayan şeylere ayırıp Fethullah Efendi’nin kâğıdını ve mürekkebini israf ediyorsun?

İkincisi, öyle olur olmaz yerlerde iktidara beceriksiz falan dersen fişini çekerler. Bizden söylemesi. Sonra ulusalcılar demedi deme.

Ordunun gizli belgeleri Nokta’da

Nokta dergisinin son iki bombası ise Ordu ile ilgili. Ordu’nun kendi içerisinde kalması gereken, gizliliği olan yazılı belgeler nedense son zamanlarda hep Nokta’nın kucağına düşüyor. Bu durum ister istemez Nokta dergisine bir soru işareti koymamıza sebep oluyor.

Özellikle son bir yıldır yaşadığımız, Kürt-İslamcı iktidarın yönlendirdiği provokatif eylemler incelendiğinde, dört unsurun öne çıktığı görülmektedir.

Bunlar Kürt-İslamcı iktidar, PKK, Fethullah ve BBP’li Nizam-ı Alemciler.

Şemdinli olayında Fethullahçı bir savcı eliyle Türkiye’nin Kara Kuvvetleri Komutanı zan altında bırakılmaya çalışıldı.

Atabeyler olayında yine Özel Harp Dairesi’ne mensup askerlerimiz hakkındaki bilgiler, Fethullahçı emniyetçiler tarafından, Zaman gazetesine servis edilmişti.

Tüm bu provokasyonlarda polis bülteni vazifesi gören Fethullahçı medyanın son marifeti de Ordu’ya ait özel belgeleri yayımlaması oldu.

Andıç vakası ve Özden Örnek’in günlükleri

Bunlardan birisi mart ayının başında ortaya çıkan andıç olayı. Ordu’nun kendi iç güvenliği için medya kuruluşları arasında yaptığı değerlendirmeye “ulaşan” Nokta ekibi, bu önemli belgeyi kamuoyu ile paylaşmıştı.

Haberi yapan Ahmet Şık ismi ise oldukça önemli. Bütün kritik haberlerde onun imzasını görüyoruz.

Mersin konusunda TÜRKSOLU üzerinden milliyetçiliğe saldırırken, ya da PKK’nın gazetesi Gündem’in tarihçesini anlatan haberlerde hep aynı ismi görüyoruz.

Buradaki haberde de medya organları, izledikleri yayın politikasına göre TSK yanlısı veya karşıtı olarak kategori ediliyordu. Köşe yazarları da bundan nasibini almıştı tabi. Burada özellikle Ordu açısından iki önemli handikap var.

Birincisi bu belgenin başka bir kuruluş tarafından ele geçirilmesi.

İkincisi ve daha vahimi ise bu kurumun Fethullahçı olması ve Amerikan istihbaratı ile doğrudan ilişkisinin bulunması.

Nitekim bu hafta yayımlanan gazetelerde andıcın çalınarak Utah’a götürüldüğü yönünde haberler yer aldı.

Bu gelişme üzerine avukatı aracılığı ile açıklama yapan Fethullah, konunun kendisi ile ilgili olmadığını beyan etti. Daha ismi bile geçmeden Fethullah’ın açıklama yapma gayreti suçlu olduğunun en büyük kanıtı olarak gösterilebilir.

İkinci önemli olay ise Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen ve darbe planlarının anlatıldığı günlüklerin yayımlanması idi.

İlk olarak Amerika üzerinden yayın yapan “denizcilersitesi” adlı bir internet sitesinde yayımlanmaya başlayan günlükler, 13 Mart 2007 tarihinde Fethullahçı Star gazetesinde Şamil Tayyar tarafından yayımlandı ve manşete taşındı.

Ardından medyada yine darbe karşıtı ve Ordu karşıtı bir hava estirilmeye başlandı. 29 Mart 2007 tarihli Nokta’nın son sayısında Örnek’in günlüklerinin darbe ile ilgili olan kısımlarının tamamı yayımlandı (40 sayfa). Burada darbe planları tüm ayrıntıları ile anlatılıyor ve planlarıyla birlikte yayımlanıyordu.

Bütün bunlar alt alta yazılıp değerlendirildiğinde ortaya şu sonuç çıkıyor: Bugün Çankaya’ya ilerlemekte olan Kürt-İslamcı faşistin, önündeki en büyük engel olarak gördüğü Ordu’yu ABD ile birlikte tasfiye etmek istediği. Burada Fethullahçı medyanın da Amerikan istihbaratı ile koordinasyonlu uğursuz rolü ön plana çıkmakta.

Tayyip Erdoğan 3 Mart tarihinde yaptığı açıklamalarda, bu sözde darbe olayında adı geçen komutanlarla ilgili olarak savcıları göreve çağırmış ve açıktan komutanların kellelerini istemiştir. Genelkurmay’ın bu olayla ilgili nasıl bir tavır takınacağı da ayrı bir merak konusu.

Fethullah, daha önce yaptığı açıklamalardan birinde “Ulusalcı dalgayı kolaylıkla aşarız.” diye buyurmuştu Amerika’dan.

Bugün geldiğimiz noktada bunda pek başarılı olamadığını görüyoruz.

Hâlâ ulusalcılarla bu kadar uğraştığına göre ulusalcı dalga onun tahmininin çok ötesinde bir güce sahip.

Çarpıtmalarla, Amerikancı milliyetçilere sığınarak, ya da Amerikan destekli provokatif aksiyonlarla Türk Milleti’ni teslim alamazsınız.

Pentagon’un psikolojik savaş aygıtı olduğunuz ortaya çıktı.

Artık iyice su yüzüne çıkan entrikacı, darbeci, Türk düşmanı yüzünüzle bu milletin içinde yer alamayacağınızı bildiğiniz için Amerika’nın yolunu tuttunuz.

Yoksa çok mütedeyyin insanlar olarak başınızdaki “imam”a mı uydunuz?


http://www.turksolu.org/134/turkiye134.htm

 

Yeşil Elma Koalisyonu

Cumhuriyet'in 10. Yılı, Cumhuriyet'in 84. Yılı

Ali Özsoy

 


Fethullahçı Zaman ile Dev-Yolcu Birgün’de harfi harfine aynı haber

İkisinde de aynı cümleler, aynı kelimeler ve aynı yorumlar. Arabaşlıklar bile aynı: ADD-TİT ve TÜRKSOLU ittifak kurmuş. Ancak Birgün gazetesinde çıkan paragrafa bakarsanız, Birgün’ün Emniyet’ten aldığı metne hiç dokunmadan bastığını hemen anlayabilirsiniz. Kimbilir belki de Vatan Caddesi’ndeki amirlerini kızdırmak istememişlerdir. İmla ve anlatım hataları kendini ele veriyor. Aynı paragrafta hem şimdiki zaman hem de geçmiş zaman kipi kullanılmış. Anlaşılan Fetocu Emniyetçiler ne kadar koleje gitseler, ABD’den burs alsalar bile karakol polislerinin bozuk ve lümpen Türkçesinden kurtulamamışlar.
Zaman gazetesindeki muh(a)bir, polisin bozuk Türkçesini düzelttiği için imzasını hiç çekinmeden “haber”e atmış. Birgün ise daha “etik” davranmış. “Haber”i imzasız yayımlamışlar.

Kızıl Elma’yı bırak, Yeşil Elma’ya bak

“Kızıl Elma” kavramıyla kamuoyu bir dönem meşgul edilmek istenmişti. Bu siyasi kavram aslında, TÜRKSOLU gazetesinin “Türk’ün Ateşle İmtihanı” başlıklı sayısında farklı kesimlerden gelen milliyetçilerin yeniden Kuvayı Milliye’den yana ortak bir tavır beyan etmeleriyle ortaya atılmıştı.

Radikal gazetesi, TÜRKSOLU’nun yarattığı harekete saldırmak için “Kızıl Elma koalisyonu” kavramını üretmişti.

Oysa TÜRKSOLU zaten milliyetçilik ve solculuğu organik bir bütün içinde tek bir antiemperyalist ideoloji olarak algılıyordu.

TÜRKSOLU’nun inşa ettiği Ulusal Sol ideoloji ve hareket, milliyetçiliği solculuğa, solculuğu milliyetçiliğe karşı kurgulayan ABD ürünü sahte milliyetçi ve solcuları tarihin çöplüğüne zaten atıyordu. Tek bir Kuvayı Milliye vardı; o da devrimci ve antiemperyalist Atatürkçü halk hareketiydi.

Dolayısıyla kavramı üretenler mamullerini satamadılar, ellerinde kaldı. Bir tek Perinçek ve MHP tayfası ABD’den aldıkları işaretle, mal bulmuş Mağribi gibi atlayıverdiler “Kızıl Elma” oltasına. Bir iki komik miting ve basın açıklamasıyla ortalık bulandırılmaya çalışıldı.

Ancak “Fuller’in Kızıl Elması” kısa ömürlü oldu; çünkü ABD’nin esas koalisyonu olan “Yeşil Elma Koalisyonu” tarihinin en şaşaalı dönemini AKP iktidarı altında yaşıyordu. Perinçek ve MHP dâhil herkes, bu curcunaya daldı gitti. TÜRKSOLU ise kendi Atatürkçülük yoluna devam etti.

Tohumu Kenan Evren attı

“Aaa, ne garip; solcularla milliyetçiler bir araya geliyor!” diye ortalığı velveleye veren tarih bilinci ve ideoloji özürlüsü entel tayfa, telaşla karışık sahte şaşkınlıklarını devam ettiredursun. Biz gelelim Yeşil Elma Koalisyonu’na...

Bizim karşımızdaki curcuna, yani Yeşil Elma Koalisyonu, karşıdevrimcilik ve emperyalist işbirlikçiliği açısından adeta yeni bir miras yaratacak örnek sunmaktadır. Belki de siyasal düşünce tarihinin gelmiş geçmiş her rengi, her türlü marjinalizm örneği, en sağdan en “sol” jargona kadar her türlü aktivisti, Atatürk’ün, Cumhuriyet’in ve Türk Milleti’nin karşısında tek bir cephe oluşturdu.

Aslında Yeşil Elma Koalisyonu yeni kurulmadı. Bu hilkat garibesi siyasal hareketin tohumunu 12 Eylül’de Kenan Evren attı. Hepsi Kenan Evren çocuğu... “

Kenan Evren’in tohumu ilk ürününü 28 Şubat döneminde oluşturulan Atatürkçülük karşıtı cepheyle verdi. O zaman Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türkiye’nin bağımsızlığına, bütünlüğüne ve Atatürk ilkelerine düşmanlık temelinde bir araya gelen çok farklı gruplar herkesi şaşkına çevirmişti. Tabii Türkiye o dönem Yeşil Elmacı imalat hatalarına (ABD açısından harikalarına) henüz alışkın değildi.

Beyazıt Meydanı’nda “türbana özgürlük” eylemi için toplananlar arasında kimler yoktu ki... Zafer işareti yapan ve “Biji Azadi!” sloganı atan PKK’lılardan tutun, parmaklarıyla sözde bozkurt işareti yapan ülkücülere; “ılımlı İslamcı” Fetocular ve domuz bağcı Hizbullahçılardan tutun, komprador solun her türlü fraksiyonuna kadar herkes alandaydı.

 


Yeşil Elma’nın “milli” isimleri

Hrant Dink’in cenazesinde yok yoktu. Türban eylemlerini bile aşan bir “konsensüs” sağlanmıştı. En önde ABD Büyükelçisi, AB komiserleri ve TÜSİAD yöneticileri vardı. Arkadan Ermeni Diyasporası, Fethullahçı tayfası, ÖDP, EMEP’ten tutun PKK, TİKKO’ya kadar her türlü legal-illegal fraksiyon dizilmişti. “Hepimiz Ermeniyiz” pankartı hepsini birleştiriyordu. Tayyip Erdoğan ise İstanbul’un göbeğinde 8 km’lik yolu polis korumasında eylemcilere tahsis ediyor, eylem ve atılan “Katil Devlet!” sloganları için “Cenaze tek kelimeyle muhteşemdi.” değerlenmesini yapıyordu.

İşte Yeşil Elma Koalisyonu bu idi. ABD’nin çocukları, 12 Eylül mamulleri AKP sayesinde birbirine tamamen kavuşmuştu. Portrede tek bir eksik renk kalmıştı. Onu da sahte “milliyetçiler” tamamlandı. Yeşil Elma Koalisyonu’ndaki herkes, milliyetçiliğe ölümüne düşmandı; ama aynı zamanda durmadan “demokrat ve sivil milliyetçi” tanımları yapıyorlardı. Çünkü milliyetçilik gerçek milliyetçilere bırakılamayacak kadar tehlikeli bir ideolojiydi.

Yeşil Elma Koalisyonu kendine “milli” yandaşlar bulmakta gecikmedi. Hrant’a şiirler yazan BBP Başkanı Muhsin, “Türk Bayrağıyla sokağa çıkan şerefsizdir, provokatördür!” diye kükreyen MHP’li tosuncuklar, PKK’yı düz ovaya davet eden Ağar, PKK’nın düzenlediği “barış konferanslarında” devlet adına özeleştiri veren MİT’çiler ve AKP’nin Türkiye’yi Ermeni konusunda uluslararası mahkemeye çıkarma stratejisinin baş taşeronu Perinçek...

Örneğin hem Danıştay hem de Hrant Dink’in dava dosyasının baş şüphelisi konumundaki BBP’liler ve MHP’liler, Kürt-İslam faşizminin provokasyonlarında baş tetikçilik misyonunu üstlendikleri yetmiyormuş gibi, utanmadan her fırsatta Kürt-İslamcı yayınlarda Kuvayı Milliye’yi, Atatürkçüleri, gerçek milliyetçileri ve Türk Ordusu’nu provokatörlük ile suçlamaya devam ediyorlar. Böylelikle Murat Belge’den tutun Taha Akyol’a kadar ne kadar milliyetçilik düşmanı varsa, hepsinden “gerçek ve sivil milliyetçi” belgesini kapıyorlar.

Diğer yandan Perinçek İsviçre’de zorla kendini mahkûm ettirerek, Yeni Şafak yazarı Cevdet Akçalı’nın “Hepimiz Doğu Perinçek’iz” başlıklı yazısıyla övgülerini kazanıyor. Ayrıca Perinçek, Vakit yazarı, 1950’lerin Alparslan Aslan’ı (tek farkı tetik çekmedeki yeteneksizliği) Hüseyin Üzmez’in methiyelerini ve Abdullah Gül’ün sırt sıvazlamalarını hak ediyor.

Bu destek ve baş okşamaların karşılığında tüm Türkiye Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olma planına karşı sokağa dökülürken, Perinçek vatandaşı Paris’e romantik ve turistik gezilere götürmeye çalışıyor.

Ne günlerdi o günler... “Yiğitlik midir Sivas’ta insanlara kıymak?” şarkılarıyla kaset satıp para kazanan Grup Yorum, Sivas Katliamı’ndan tam 5 yıl sonra Sivas’ın katillerini türban eylemlerinde eğlendirmeye koyulmuştu.

80 öncesinin Dev-Yolcularının artıkları ÖDP adıyla, TDKP’cilerin artıkları EMEP adıyla Şeriatçıların kuyruğuna takılıp, cumadan cumaya Beyazıt’ı doldururdu.

Parkalı, pis sakallı solcu müsveddelerinin başlarına türban takıp kameralara poz verdikleri gün unutulabilir mi?

“Pekin mi, Moskava mı, Tiran mı?” tartışmalarının kanlı sayfaları arkada kalmıştı. Vaşington’un türban örtüsü PKK’dan MHP’ye, Refah Partisi’nden Dev Yol’a kadar herkesi tek bir çatı altında toplamıştı.

Bugün Mısır Çarşısı’nın “bombacı Leyla’sı”, “PKK’ya yardım ve yataklıktan hüküm giymiş” Pınar Selek ile vatandaşı “Herkese bedava TV vereceğiz!” diye söğüşleyen, sonra da o paralarla oğluyla masa üstünde çıplak dansöz oynatan Nazlı Hanım türban yasaklarına karşı yeni bir kampanya başlatmış.

İnsan böyle haberleri okuyunca birden geçmişe dalıp, nostalji duygularına kapılıyor. 1989’da Doğu Perinçek ile Abdurrahman Dilipak ilk türban eylemini yaptığında, herkes “ne yapsa yeridir!” atasözünü hatırlamış, olayı pek önemsememişti; ama “öncü ve cesur” Perinçek’in kurmaya çalıştığı Kürt-İslam faşizminin ve Yeşil Elma Koalisyonu’nun kısa sürede Türkiye’de iktidara gelip, tam bir faşizm kurmaya kadar işi ilerletebileceğini kim düşünebilirdi?

“Patronsuz” polis papağanları

Sene 2007 oldu. Türkiye’de her şey o kadar normalleşti ki; artık kimse sağ-sol, şeriatçı-Marksist gibi kavramlarının bu denli piçleşmesini yadırgamıyor.

Örneğin medyada son aylarda yaşanan K-9 polis köpekliği vakaları eskiden yaşansaydı bırakın siyasi sonuçları, gazetecilik mesleğinin kuralları açısından bile büyük skandallar yaratırdı.

TÜRKSOLU’na ve ulusal güçlere saldıran bir haber mi gördünüz? Emin olun, aynı haber tek bir virgül ve noktasına dokunulmadan başka bir gazete veya dergide kısa süre içinde yeniden yayımlanacaktır. Çağımız artık internet çağı. Anlaşılan, Fethullahçı polis bültenlerinden aynen kopyalanan psikolojik savaş metinleri “sol” ve sağ her türlü Yeşil Elmacıya e-mail ile atılıyor ki, imla ve anlatım hataları bile aynı kalıyor. “Kopyala-yapıştır” yöntemi hemen sırıtıyor.

Radikal’de “İsmail bilmem ne” imzalı çıkan “haber”, tek bir harfi değişmeden Nokta’da “Ahmet bilmem ne” imzasıyla çıkıyor. Sonra CIA ve Fethullah mamulü Nokta’nın yazarı “Ahmet bilmem ne”, eski TDKP’cilerin verdiği Metin Göktepe gazetecilik ödülünü kapıyor. Adları ne olursa olsun cümleler hep aynı. Polis için ne önemi var? Herhalde onlar muh(a)birlerini isimleriyle değil de, sadece kod numaralarıyla tanıyorlardır.

Alın size son örnek: Bir tarafta “patronsuz”, “bağımsız”, “sosyalist” gazete Birgün. Soros, Osman Kavala, Gürbüz Çapan ve daha nice açığa çıkmamış para kaynaklarını patron değil de herhalde proleter kabul eden eski Dev-Yolcuların bu minik marjinal gazetesi, AKP’nin hazırladığı Başbakanlık medya andıcında tarafsızlığı ve gazetecilik başarısıyla büyük beğeni toplayan “öteki solun renkli” gazetesi olarak tanımlanıyor. Şimdilerde AKP’nin bu “öteki solcuları”, ABD’nin Fethullahçı Emniyetçilerin önüne, onların ise Zaman gazetesine önüne attığı “haber” kemiklerini kemirmekle meşgul. Karşılaştıralım:

“Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı emekli Orgeneral Şener Eruygur, darbe tahrikçiliği yaptıkları için Ankara Cumhuriyet Savcılığı tarafından haklarında soruşturma açılan TÜRKSOLU grubuyla yemekte buluştu. Söz konusu grup, 4 yıl önceki ADD mitinginde ‘Ordu Göreve’ pankartları açmıştı. TÜRKSOLU’nun ismi, Danıştay’a yönelik silahlı saldırı olayında da geçmişti.”

Bu paragraf Fethullahçı Zaman gazetesindeki 5 Nisan 2007 tarihli Erkan Acar imzalı “haber”den. Şimdi alttaki paragrafı okuyun:

“ADD Başkanı olarak Eruygur, darbe tahrikçiliği yaptıkları için Ankara Cumhuriyet Savcılığı tarafından haklarında soruşturma açılan TÜRKSOLU grubuyla yemekte buluşuyor. TÜRKSOLU, 4 yıl önceki ADD mitinginde ‘Ordu Göreve’ pankartları açmıştı. TÜRKSOLU’nun ismi, Danıştay’a yönelik silahlı saldırı olayında da geçmişti.”

Bu paragraf ise Dev-Yolcuların Birgün gazetesinde 9 Nisan 2007 tarihinde imzasız yayımlanan “haber”den.

İkisinde de aynı cümleler, aynı kelimeler ve aynı yorumlar. Arabaşlıklar bile aynı: ADD-TİT ve TÜRKSOLU ittifak kurmuş. Ancak Birgün gazetesinde çıkan paragrafa bakarsanız, Birgün’ün Emniyet’ten aldığı metne hiç dokunmadan bastığını hemen anlayabilirsiniz. Kimbilir belki de Vatan Caddesi’ndeki amirlerini kızdırmak istememişlerdir. İmla ve anlatım hataları kendini ele veriyor. Aynı paragrafta hem şimdiki zaman hem de geçmiş zaman kipi kullanılmış. Anlaşılan Fetocu Emniyetçiler ne kadar koleje gitseler, ABD’den burs alsalar bile karakol polislerinin bozuk ve lümpen Türkçesinden kurtulamamışlar.

Zaman gazetesindeki muh(a)bir, polisin bozuk Türkçesini düzelttiği için imzasını hiç çekinmeden “haber”e atmış. Birgün ise daha “etik” davranmış. “Haber”i imzasız yayımlamışlar.

Türkiye öyle bir garip ülke oldu ki, yılların bölücü terör örgütü PKK ve Rızgari bile artık tamamen ABD taşeronu haline gelmiş MİT ve Emniyet’e dört elle sarılıp, sahip çıkıyor. Rızgari’nin internet sitesinde sözde TİT’e karşı operasyon yapan polislerin yüzü sansürlenerek veriliyor.

Ne diyelim, hepinizin Polis Günü kutlu olsun!

Pespaye geri döndü

Bu arada Nokta dergisini unutmamak lazım... Dergiyi çıkaran Yeni Şafak’tan yetişme Alper Görmüş isimli şahsa göre “efsane dergi”. Gerçekten de çocukluğumuzdan itibaren bu Nokta dergisinin ismini duyarız. 3 ayda bir patronu değişir. Patronu değiştikçe de yayın çizgisi değişir. Bazen ulusalcı, bazen Kürtçü, bazen dinci, bazen komünist, ne idüğü belirsiz bir dergidir. Tirajı falan da yoktur. Kısa süreli operasyonlar için alınır, satılır. Kısacası bu dergi “efsane” mi, “pespaye” mi; artık siz karar verin.

Pespayenin en son dönüşü CIA ve Fethullah operasyonu olarak gerçekleşti. Sahte günlükler, sözde darbe belgeleri ve Genelkurmay’dan çalınan resmi yazışmalar, önce Nokta’dan piyasaya sürülüyor. Sonra Zaman, Yeni Şafak, Bugün, Star ve Feto Medya Grubu’nun diğer yayınlarında uydurma dosyalar manşet oluyor. Gündem, Birgün ve Evrensel geriden takip ediyor. Sonra da Tayyip Erdoğan diyor ki:

“Çeşitli dergi ve gazetelerde çıkan haberleri savcılar niye soruşturmuyor?”

Yukarıda saydığımız dergi ve gazetelerin hepsinin reklâm ilanı birbirinde çıkıyor. Nokta dergisi bir haftasını PKK propagandasına, diğer haftasını MHP-BBP propagandasına ayırıyor. Alper Görmüş “sol”cuları Nur Risalelerini; Nurcuları ise “Hepimiz Ermeniyiz” sloganının ne kadar doğru bir slogan olduğuna emin olmaları için Said-i Kürdi’nin Ermenileri göklere çıkaran sözlerini okumaya çağırıyor.

Hrant’ı katleden zihniyet

Zaman, Birgün, Nokta vs. yayınların zihniyeti tam provokasyon zihniyetidir.

Kürt-İslam faşizmi cinayet ve provokasyonlarla ilerliyor. Yöntem basit. Fethullah’ın ışık evlerinde yetişmiş, AKP’nin ve Emniyet’in kontrolündeki Kürt-İslamcı tetikçiler ses getirecek cinayetler işliyorlar. Sonra önceden hazırlanmış dosyalar ABD’den Emniyet’e, oradan Fethullahçı medyaya, oradan da kemik kemirmeye hazır Birgün ve Evrensel gibi küçük taşeronlara iletiliyor. Sözde dosyalar çerçevesinde cinayetleri azmettirici güçler, bir taşla iki kuş vurma düşüncesiyle Atatürkçüleri ve ulusal direnç odakları tasfiye etmek için çeşitli soruşturma dosyaları düzenliyor.

Dosyaların hepsinin asılsızlığı mahkemelerde ortaya çıkıyor; ama önemi yok. Kürt-İslamcı iktidar ve faşizmin propaganda aygıtı konumundaki sağlı “sol”lu yayın organları katilleri aklayıp, AKP karşıtlarını suçlu ilan etmeye devam ediyorlar. Nasıl olsa Tayyip Erdoğan Çankaya’yı gasp edince bağımsız yargıyı da tasfiye edecek ya, o zamana kadar düzmece haberler gündemde kalmaya devam etmeli.

'Yeşil Elma’daki kurtçukların ortak düşmanı: Atatürk, Türk Ordusu, TÜRKSOLU

Atatürk’ün devrimci ve antiemperyalist milliyetçiliğine karşı ABD’nin uydurduğu Türk-İslam sentezinin pabucu yine bizzat ABD tarafından 1990’larda dama atıldı.

Türk-İslam Sentezi döneminin Maocu karıştırıcısından, faşist tetikçisine kadar ne kadar taşeronu varsa hepsi başta açıkta kalmıştı. Okyanusun ötesindeki babalarına kızıyor, hatta ona karşı eylem yapmayı bile düşünüyorlardı; ama babaları onları unutmadı. Kürt-İslam faşizminin Yeşil Elma Koalisyonu’na Soğuk Savaş’ın Amerikan mamulü sahte milliyetçi ve solcuları da dâhil edildi.

Ressam Kenan Evren Kürtlere eyalet sistemi verilmesini savunan son açıklamalarıyla “yüzüncü fırça” darbesini attı. Böylelikle portre tamamlandı. Kenan Evren’in başlattığı son “demokrasi mücadelesine” PKK, İHD, ÖDP ve EMEP sahip çıktı. Çizginin başlangıç noktasına dönmesiyle çember bağlandı.

Çemberin içine toplanan Yeşil Elma Kurtçukları’nın tam listesini yazmaya kalksan sayfalar yetmez. İşte bir deneme... Aşırı sağ ve dinci örgütlerden AKP iktidarı, MHP, BBP, SP, Hizbullah, Fethullah ve Nur Cemaati, Nakşibendi Tarikatı v.s.; merkez sağdan DYP-ANAP; komprador “sol”dan DEVYOL, TDKP, Perinçek; Kürt bölücüsü terör örgütlerinden PKK, KDP v.s...

Liste uzar da uzar. Adını yazamadığımız diğer fraksiyon ve terör örgütleri bizi bağışlasın.

Kurtçukları besleyen besin piramidinin tepesinde ABD ve Pentagon var. Doğrudan CIA kanalıyla provokasyon, para ve istihbarat trafiği Türkiye’ye akıyor. Piramidin bir alt basamağındaki AKP iktidarı MİT ve Emniyet kanalıyla kurtçukları yemliyor.

Fuller’in sahte Kuvayı Milliyesi operasyonu çerçevesinde kurulan MHP ve İP arasında kurulan sözde Kızıl Elma Koalisyonu topu topu bir cılız miting yapıp dağılmıştı. Öyle çok şaşkınlıkla karşılanacak bir operasyon da değildi bu.

Hrant Dink’in cenazesiyle tüm kimliğini açığa çıkaran Yeşil Elma Koalisyonu ise upuzun ve hiçbir zaman araya gelmesi düşünülemeyecek isimleri içeren bir listeden oluşuyor. Şeriatçısından, kozmopolit ateistine, ülkücüsünden bölücüsüne her türlü eğilimi barındıran Yeşil Elma Koalisyonu’nun öğeleri kalıcı bir hareket olarak Kürt-İslam faşizminin sokak gücünü oluşturmaya niyetleniyor.

“İlk bakışta birbiriyle bu denli çelişkili görünen bunca akım, bir arada nasıl durabilir?” sorusu gündeme geliyor. Hatta istinasız her türlü siyasi gelişmede ortak tavrı alıp, türbana özgürlük, Kıbrıs’ın verilmesi, Türkiye’nin bölünmesi gibi konularda hep aynı programa nasıl sahip olabilirler? En son görüldüğü gibi Tayyip Erdoğan’ın ve Kürt-İslam faşizminin Çankaya’yı ele geçirmesi için nasıl olup da aynı eylem ve söylem cephesini kurabiliyorlar?

Bu sorulara siyaset bilimi veya sosyoloji yardımıyla yanıt bulmak imkânsız...

Yeşil Elma kurtçuklarının tek ortak yanı hepsinin Atatürk, Türk Milleti ve Türk Ordusu düşmanı ve hepsinin ABD çocuğu olmalarıdır. Yine istisnasız hepsi kudurganca TÜRKSOLU’na saldırmaktadır


http://www.turksolu.org/135/ozsoy135.htm

 

Genelkurmay “Nokta”yı koydu

 

Okan İşbecer

 

Büyükanıt dikkat çekmişti

Son bir aydır yaptığı haberlerle gündeme gelen ve iki hafta önce TÜRKSOLU sayfalarından Pentagon’a bağlı kontrgerilla örgütünün psikolojik savaş merkezi olarak faaliyet gösterdiğini duyurduğumuz Nokta dergisi, geçtiğimiz hafta sonu polis baskınına uğradı.

Baskın Genelkurmay Askerî Savcılığı’nın istemi doğrultusunda Bakırköy Savcılığı’nın izni ile gerçekleştirildi. Baskında dergi çalışanlarının dışarı ile irtibatı kesilirken, polisin yanında getirdiği bilgisayarlara dergideki bilgisayarlardaki bilgi ve belgeler kopyalandı.

Baskının gerekçesi olarak, derginin 5 Nisan 2007 tarihinde çıkan sayısında yer verilen Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na ait belgenin sızdırılması gösterildi; ancak baskının esas nedeninin bu psikolojik harp merkezini etkisizleştirmek olduğu ayan beyan ortada.

Genel Kurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, 12 Nisan tarihinde düzenlediği basın toplantısında, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmaya yönelik sistemli, planlı ve dış bağlantılı birtakım faaliyetlerden bahsetmişti.

Nokta dergisinin bir aydır yaptığı yayınlar ve yayımladığı belgeler, dikkatleri derginin üzerine çekmişti. Fethullah aracılığıyla Pentagon’dan alınan talimatlar doğrultusunda yayın çizgisi izleyen dergi, cumhuriyet düşmanı kesimin beslendiği kaynak haline gelmişti.

Org. Büyükanıt’ın doğru tespiti neticesinde askerî savcının talimatları doğrultusunda bu savaş merkezine karşı bir baskın gerçekleşmiştir. Böylece Ordu, kendisine yöneltilen saldırıların kaynağını doğru olarak tespit etmiş ve bu saldırının kaynağına karşı harekete geçmiştir.

Harekâtın neticesinde dergideki bütün bilgi ve belgelere el konulmuştur. Bu belgelerin incelenmesi ile gerçek daha net ortaya çıkacaktır; ancak Genelkurmay’ın gizli belgelerinin Fethullahçılara sızdırılması ile ilgili bir asteğmen hakkında yasal işlem başlatılmış olsa da, savcılık tutuksuz yargılama kararı vermiştir.

Nokta operasyonu, bu hesaplaşmanın burada kalmayacağını, bu işin sonuna kadar gidileceğini gösteriyor. Sonuçta karargâh tehdidi doğru algılamış ve tehdide karşı harekete geçmiştir. Düşmanın sonu gelmedikçe de durulamaz.

Yeşil Elma Koalisyonu iş başında

Baskının ertesi günü Yeşil Elma Koalisyonu harekete geçti. Bütün gazetelerde baskın birinci sayfadan verilirken klasik “basın özgürlüğü” teması işlendi.

Zaman, Yeni Şafak, Vakit gibi gazeteler, kuyruğuna basılmış kedi gibi ciyaklamaya başladılar. Aydın Doğan’ın yeni “radikal” gazetesi Milliyet ise, manşetten duyurduğu habere içerden tam sayfa haberle destek olurken, Milliyet imzalı bir yorum yazısını da birinci sayfadan vermeyi ihmal etmedi.

Yeşil Elma’nın sol tarafı da baskın üzerinden Ordu düşmanlığına devam ederek dava arkadaşlarını yalnız bırakmadı.

Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra İstiklâl Caddesi’nde Agos gazetesi dağıtan güruh, bu kez Nokta dergisi dağıttı. Her Allahın günü sayfalarından Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi’ye küfürler yağdıran Vakit gazetesi, Oktay Ekşi’nin basın özgürlüğü temalı kınama demecine geniş yer ayırdı.

Albayrak’ların tavizsiz iktidar destekçisi gazetesi Yeni Şafak ise, Fehmi Koru aracılığı ile baskını şiddetle kınarken, Fethullah’ın Star gazetesi Mehmet Altan’la olaya müdahil oldu. TMSF’nin (AKP’nin) kontrolündeki Sabah da, Fatih Altaylı’nın köşesinden Genelkurmay’a veryansın etti. Ne yazık ki Yeşil Elma Koalisyonu’nun bu son kampanyası 14 Nisan mitingi nedeniyle güme gitti.

Burada bir parantez de Cumhuriyet gazetesine açmak gerek. Ulusalcı kesimin sesi olma iddiasındaki Cumhuriyet gazetesi de, maalesef Yeşil Elmacıların dümen suyuna girdi. Yeşil Elmacıların İstiklâl Caddesi’ndeki dergi dağıtma eylemini “Nokta Dergisi ile dayanışma eylemi” başlığı ile veren tek gazete Cumhuriyet oldu. Oral Çalışlar da, Yeşil Elmacıların önde gelen bir şahsiyeti olarak polise ve İçişleri Bakanı’na çattı:

“Yayınını sürdüren bir yayın organını basıp bilgisayarlarını denetim altına almak, mesleğini yapan gazetecileri bir odaya kapatıp üstlerini aramak, henüz yayımlanmamış bir habere ilişkin belgeleri aramak polisin işi midir? Böyle bir baskını gerçekleştiren polisler İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir kurumun görevlileri değil midir? İçişleri Bakanlığı’nın bu baskınla ilgili bir sorumluluğu yok mudur?”

Oral Çalışlar, polise yetki ve görevlerini hatırlattıktan sonra “İçişleri Bakanlığı nasıl olur da, böyle bir şeye izin verir?” diyerek saçmalamanın dozunu yükseltiyor.

Ulusalcı kesimin sesi olma iddiasındaki Cumhuriyet gazetesi de, maalesef Yeşil Elmacıların dümen suyuna girdi. Yeşil Elmacıların İstiklâl Caddesi’ndeki dergi dağıtma eylemini “Nokta Dergisi ile dayanışma eylemi” başlığı ile veren tek gazete Cumhuriyet oldu. Oral Çalışlar da, Yeşil Elmacıların önde gelen bir şahsiyeti olarak polise ve İçişleri Bakanı’na çattı.

"Kahraman” Noktacılar"

Baskın olayında öne çıkan önemli bir şey de Noktacıların maruz kaldığı sözde kötü muameleydi. Polis baskın esnasında dergi çalışanlarını duvara dayayarak üstlerini aramış, onları toplantı odasında nezaret altına almış vs...

Halbuki, baskın sırasında çalışanlara bilgisayarlara ve telefonlara dokunulmaması söylenmiş, kimlik kontrolü yapılmış, kimlik kontrolü süresince de çalışanlardan toplantı salonunda beklemeleri istenmiş. Nitekim kimlik kontrolü yarım saat sonra bitmiş ve çalışanlar binanın dışına çıkarılmıştır.

Yani Yeşil Elmacıların “direniş edebiyatı” tamamen palavradır. Alt tarafı yarım saat süren kimlik kontrolü, “kahraman” Noktacılarımızı ağlatmaya yetmiştir.

Bu ülkede nice gazeteciler işkenceden geçti, saldırılara uğradı, öldürüldü. Anlaşılan bizim Noktacıların bunlardan pek haberi yok. Olsaydı, basit bir kimlik kontrolünden bu kadar korkup ağlaşmaya başlamazlardı. Anlaşılan salya sümük ağlamayı Hocaefendileri çok iyi öğretmiş. Yüreğimiz parçalandı doğrusu.

Derginin Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş’ün durumu da çalışanlarınınkinden farklı değil. Askerî savcının olayı soruşturmak için istediği belgeleri, “Haber kaynağımı açıklamam!” diyerek vermeyen Alper Görmüş, kapısında savcı ve polisleri görünce gazetecilik kurallarını bir tarafa bıraktı. Bilgi Üniversitesi’nde ders veren Görmüş, baskın günü, siyasi parti lideri edasıyla kameraların karşısına geçti ve “Bizi cezalandırdılar!” diye ağlamaya başladı. Süt dökmüş kediye dönen Görmüş’ün öğrencilerine çok iyi örnek olduğu muhakkak.

Derginin son sayısı hazırlanırken binada hâlâ polislerin olması dergi çalışanlarını rahatsız etmiş; polis nezaretinde dergi çıkartmak Nokta çalışanlarını niye rahatsız etti biz anlayamadık.

Ferhat Sarıkaya’nın sonu

Fehmi Koru, baskını şiddetle kınadığı Yeni Şafak’taki yazısına bir soru ile başlıyor: “Biz farkında olmadan Türkiye’de rejim değişikliği mi oldu?”

İktidarlarla basın arasındaki ilişkilerin hep sorunlu olduğundan bahseden Koru, Nokta dergisine karşı başlatılan operasyonun arkasında iktidar olmadığını, bu nedenle iktidar yandaşı bir yayına karşı bir baskını anlayamadığını anlatıyor. Öyle ya, her şey yolundayken neden böyle bir baskın gerçekleşti?

Fehmi Koru bir şeylerin değiştiğinin farkına varmış. Ordu artık dört yıllık suskunluğun ardından konuşmaya başlamış, kendisine yönelen tehdidi kavramış ve bu tehdidi ortadan kaldırmaya yönelik adımlar atmaya başlamıştır. Artık AKP ve Yeşil Elmacılar için her şey eskisinden farklı olacaktır.

Yeşil Elma’dan bir önemli tespit de Vakit Gazetesi yazarı Serdar Arseven’den geldi. Arseven’in yazısında baskın değerlendirilirken şu cümle dikkat çekti:

“-Şimdi haberi geldi: Andıç ve günlük haberleri ile öne çıkan Nokta dergisine polis baskını yapılmış. Ne diyorsunuz?

-Ne diyeyim. ‘Ferhat Sarıkaya faciası’nı hatırlattı bana.”

Hatırlanacağı gibi Şemdinli provokasyonunun ucu Büyükanıt’a kadar uzatılmış; ancak Ordu, İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun ile Fethullahçı savcı Ferhat Sarıkaya’nın kellelerini almıştı. Alper Görmüş, Genel Yayın Yönetmeni koltuğunda daha fazla oturamayacağını bilsin!


http://www.turksolu.org/136/isbecer136.htm

 

Bu hükümet gitmelidir

 

Hüseyin Adıgüzel

 

Şemdinli’de uygulamaya konulan plan

Yaz bütün haşmetiyle yüzünü gösterdi. Ortalık yanıyor. Ortalık yanarken biz de yanıyoruz, hem de ne yanma! AKP hükümeti milleti kasıp kavuruyor, ortalığı yangın yerine çeviriyor, milleti ümitsizlik girdabına adım adım yaklaştırıyor. Ekonomideki dalgalanmalar, bir gece içinde trilyonlar kazananlar, bir gece içinde bütün birikimlerini büyük sermayeye aktarmak zorunda kalanlar, bu ülkenin insanları. Her gün getirilen şehit cenazeleri, yakılan ağıtlar ve siftah yapmadan dükkanını kapatan esnaflar, tarlasını sürmek için mazot parası bulamayan çiftçiler, IMF’nin insafına terk edilen memur, işçi ve emekliler, mezarda emeklilik yasasını protesto edeyim derken polis copu yiyen devlet memurları... Hepsi bu ülkenin insanları... Gayrı memnun kitle çığ gibi büyüyor, memnunlar keyif sürüyor.

Bunların hepi gerçek ve hepsi, memleketimin manzarası olarak orta yerde duruyor. Sıkıntı o kadar çok, o kadar büyük, o kadar çeşitli ki, insan hangisini yazayım diye sıkıntıya düşüyor. Biraz bu hükümetin en son marifetlerinden bahsetmek istiyorum. Düşüncelerimi sizlerle paylaşmak, sıkıntıyı hafifletmek istiyorum.

Aslında çok öncesi var, ama, ben Şemdinli’den başlamanın doğru bir seçim olacağını düşünüyorum. Hani şu “serhıldan” (isyan) çığlıklarını gündeme sokan Şemdinli’den. Çünkü, yıllardır hazırlanan, cumhurbaşkanını, orduyu, devletini seven ve korumaya çalışan kurumları devredışı bırakma ve milliyetçi kesimi korkutma ve ezme operasyonunun düğmesine Şemdinli’de basıldı. Sonraki, Diyarbakır, Hakkari, Yüksekova olayları, Danıştay baskını, Atabeyler çetesi olayları, Şemdinli’de uygulamaya konulan planın tamamlayıcı unsurları. Aynı zincirin halkaları. Bunların bir bir arkasına ortaya çıkmasını tesadüfle izah etmeye çalışmak, deliye postaki saydırmaktan da öte bir iştir.

Bir gün Şemdinli’de iki bomba patlatıldı. Halbuki, daha önceleri de Şemdinli’de onlarca bomba patlatılmıştı. Yani hazırlık yapılmıştı. Son iki bomba günü, bomba patlatılan kitabevinin karşı kaldırımında park etmiş, ordu mensubu iki kişinin arabası anında saldırıya uğradı. Arabadan neler çıktı, neler? Hatta, Gökçe Fırat, bu konuyla ilgili yazısının bir yerinde, “arabada bir TürkSolu gazetesi eksik kalmış” diyerek bir de espri yapmıştı. Sonra, Apo posterli, hayali Kürdistan bayraklı, her yeri kırıp döken, devletin tüm kurumlarına saldırılan bir gösteri düzenlendi. Bomba patladıktan iki dakika sonra ROJ TV, Danimarka’dan “Serhıldan” çığlıkları ile yayına başladı. Gösteriler yayıldı. Diyarbakır’da, Hakkari’de, Yüksekova’da, Van’da, Bitlis’te, Şemdinli’yi aratır gösteriler yapıldı. Büyük (!) başbakanımız oralara kadar giderek “Kürt Sorunu”ndan bahsetti. Ama hiçbir sonuç alamadı. Araya Diyarbakır Belediye Başkanı girdi. Başbakana, “siz şöyle durun, ben onlarla anlayacakları dilden konuşur, onları yatıştırırım” dedi. Onların anlayacağı dilden konuştu ve olayları yatıştırdı. Başbakan, başbakanlığının ayaklar altına alındığını bile anlayamadı ya da anladı da, anlamamazlıktan geldi. İş yargıya intikal etti. Van’da görevlendirilmiş bir savcı, iddianame hazırladı. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt başta olmak üzere, ordu mensupları tarafından bir çete oluşturulduğunu ve bu olayları bu çetenin gerçekleştirdiğini beyan eden bu iddianame ortalığa bomba gibi düştü.

Danıştay olayında TÜRKSOLU büyüyen gücü nedeniyle gündeme geldi

Günler sonra, bir avukat, belinde silahı ile, güvenlik kameralarının çalışmadığı bir gün Danıştay’a girdi, 2. Daire’yi kan gölüne çevirdi. Yakalandı. Daha sorgusu bile yapılmadan Başbakan Yardımcısı M. Ali Şahin gazetecilere “Sürprizlere hazırlanın” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu tip suçluların sorguları Cumhuriyet Savcılığınca yapılmasına rağmen, yargı devreden çıkarıldı ve emniyet içindeki Fethullahçı yapılanmanın temel taşlarından biri olan, bir Emniyet Genel Müdürü Yardımcısına verildi. Bu sefer sanığın arabasından Danıştay 2. Dairesinin türban kararı almasına olumlu oy veren üyelerinin resimleri basılı Vakit Gazetesi çıktı.

Sorgulamanın devam ettiği aşamada Başbakan, büyük bir çete ile karşı karşıya olunduğunu ve ana muhalefet partisi genel başkanının da bu komplonun içinde olduğunu söyledi. Muzaffer Tekin isimli ordudan ayrılmış eski bir yüzbaşının arandığı açıklandı. Muzaffer Tekin’in evinde yapılan aramada, komployu doğrulayan belgelerin yanı sıra, TürkSolu ciltlerinin de bulunduğu kamuoyuna duyuruldu. Herhalde bu duyuruyu yapan şahıs, Türksolu gazetesinin on beş bin tirajla basıldığını ve yüz bine yakın okuyucusunun olduğunu bilmiyordu. Ya da biliyordu da TürkSolu’nun gittikçe büyüyen gücünden endişe etmişti ki, onu da hedef tahtasının önüne koyuyordu.

Muzaffer Tekin teslim oldu. Onun çetesine mensup olduğu söylenen dört kişi ile hakim karşısına çıkarıldı. Mahkeme, Muzaffer Tekin ve çetesi olduğu söylenen dört kişiyi de serbest bıraktı. Çünkü, onların bu işle ilgisi olduğunu gösteren en küçük bir kanıt bile yoktu. Cürümü işleyen sanıkla telefonla konuşmasından başka bir kanıt getirememişlerdi. Halbuki, sanığın telefonunda belki yüzlerce isim vardı, ama, aralarından pervasızlıkla ayıklayarak Muzaffer Tekin’i seçtiler. Çünkü, Muzaffer Tekin emekli de olsa ordu mensubuydu, milliyetçi güçlerle fikri planda iş birliği yapıyordu, düzenlenen konferanslara, panellere, protesto eylemlerine katılıyordu ve KKTC Eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a da büyük destek veriyordu. Aranan kan bulunmuştu. Hemen üstüne atıldılar.

Emniyet içindeki Fethullahçı yapılanma

Daha Danıştay olayının perde arkasını bırakın, perde önü bile aydınlanmadan, ortalık toz duman içindeyken emniyet içindeki Fethullahçı yapılanma, basına, hem de hiç olmayacak şekilde, evlere servis yaparak bir çetenin daha çökertildiğini açıkladı. Atabeyler çetesi mensupları olarak üçü emekli asker, sekiz kişi basının önüne çıkarıldı. Emniyet Genel Müdürlüğü sözcüsü İsmail Çalışkan, 2 Haziran günü düzenlediği basın toplantısında, bir gazetecinin operasyon ile ilgili bir sorusuna “Bu operasyon, Genelkurmay Başkanlığı ile ortaklaşa gerçekleştirilmiştir” dedi. Fakat, 3 Haziran günü Genelkurmay Başkanlığı, televizyonlardan yayınlanan yazılı bir açıklama ile, operasyondan haberlerinin olmadığını, bütün gelişmeleri ertesi günkü gazetelerden öğrendiklerini, kamuoyuna duyurdu. Yani, sağ elin, sol elden haberi yoktu. Bu nasıl iş demeyin. Bu işte öyle bir iş!

En üst düzey emniyet yetkilisinin açıklaması ile, operasyonun içinde gösterilen Genelkurmay Başkanlığı, operasyonun bırakın içinde olmayı, haberlerinin bile olmadığını açıklıyor. Yani operasyon, emniyet güçleri tarafından yapılmıştır, askeri kanadın bundan haberi yoktur. Peki öyle ise neden emniyet üst düzey yöneticisi böyle bir açıklama yapma gereğini duymuştur? Çünkü, gözaltına alınanların içinde ordu mensupları da vardı. Onların göz altına alınmalarından Genelkurmay Başkanlığı’nın haberinin olması yasa gereği idi. O da, orada zevahiri kurtarmak için böyle bir açıklama yaptı, diye düşünüyorum. Neyse, burası bizi pek ilgilendirmiyor. Bu hesabı aralarında görürler.

Emniyet’teki Fethullahçı grup Orduyu kendisine engel görüyor

Şimdi gelelim sorunun temeline... Sorun emniyetin açıklamalarının doğru olmadığındadır. Emniyet, Şemdinli olaylarından beri, tüm olayların içinde Ordu’nun, yani TSK’nın faal olarak rol aldığını gösterme çabasındadır. Burada, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kendisine anayasa ile verilmiş bulunan devleti ve milleti koruma ve kollama görevini yapamaz hale getirmek başat amaçtır. Emniyetin bundan çıkarı nedir? Emniyetin bundan hiçbir çıkarı yoktur. Fakat, hükümete büyük destek veren Fethullah Hoca grubu, emniyetin içerisinde güçlü bir yapılanmaya sahiptir. Bu grup, siyasi iktidarın tercihi ile o mevkilere getirilmiştir. Siyasi iktidarın işlevini sürdürebilmesi için, bu grup vasıtasıyla, Ordu’nun millet nezdinde olan prestiji aşağıya çekilmek istenmektedir. Siyasi iktidarın ve Fethullahçı grubun, kafalarının içindekileri gerçekleştirmelerine en büyük engel olarak Ordu’yu görmeleri, onları bu yönde çalışmaya mecbur etmektedir. Ordu pasifize edilirse ki, Avrupa Birliği rüyası da bu süreç içinde değerlendirilmelidir, o zaman, dikensiz gül bahçesi içinde rahatça çalışabileceklerdir. Bu yüzden emniyet içindeki Fethullahçı grup ve siyasi iktidar, Şemdinli’den bu yana oluşan bütün olayların sorumluluğunu, Silahlı Kuvvetler’e ve ulusalcı güçlere yıkma uğraşının içindedir.

Bu olayların tümü, siyasi iktidar, emniyet içindeki Fethullahçı grup, PKK, AB ve ABD’nin tertibidir. Çünkü; ülkemizin ve dünyanın içinde yaşadığı siyasi şartlar, önümüzdeki bir yılı, Türkiye’nin bugün ve yarınki kaderinin belirleneceği bir yıl haline sokmuştur. Ülke içinde, özellikle tırmandırılan gerilim ortamı içerisinde AKP, üç önemli seçimi atlatmanın telaşını yaşamaktadır. Ülke dışında, yaklaşan İran operasyonu ve AB’nin reformların yavaşladığı uyarıları, AKP’yi zor duruma sokmuştur.

AKP Büyükanıt Paşa’yı neden istemiyor

Üç önemli seçimden söz ettik: 30 Ağustos’ta yapılacak Genel Kurmay Başkanlığı ve Nisan 2007’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 2007 Kasım’ında yapılacak parlamento seçimleri AKP’yi tam anlamıyla köşeye sıkıştırmış durumdadır.

Genel Kurmay Başkanlığına Yaşar Büyükanıt’ın getirilmesi, PKK ile olan mücadelede, ipin ucunun Ordu’nun eline geçmesi demektir. Bu durum, PKK’yı yok etmeye yönelik büyük bir temizlik harekatını da beraberinde getirecektir. Doğal olarak bu harekat, AKP’nin hem zemin, hem de prestij kaybına uğramasına sebep olacaktır. Öyle ise ilk etapta, Yaşar Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanı olması önlenmelidir. Yaşar Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanı olması ile başlayacak PKK temizlik süreci ile, AKP’nin ABD desteği de sona erecektir. Bu oluşum, daha sonra yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi ile, genel seçimleri de derinden etkileyebilecek bir oluşumdur. Bunun önlenmesi için, Ordu’nun yıpratılması, pasifize edilmesi gerekir. Pasifize edilen ve yıpratılan bir Ordu, hükümetin atayacağı Genel Kurmay Başkanına ses çıkaramaz, tepki koyamaz. Düşünülen operas yon için genelde emniyet içindeki Fethullahçı kanat kullanılmakta ve bütün olaylar, hükümetin bilgisi dahilinde, o kanatın eli ile tertip edilmektedir.

Bu arada günden güne tırmanan AKP- Ordu gerilimine de dikkatinizi çekmek isterim. Danıştay’daki cenaze töreni sırasında, halkın ortaya koyduğu tepkiyi olumlu bulan Genel Kurmay Başkanı “Sadece bu olayda değil, daha başka olaylarda da bu tepkiyi görmeyi dilerim” deyince, Başbakan sert bir çıkış yapmış, Genel Kurmay Başkanı’nı emekliye sevk etmeyi bile ima etmişti. Fakat, burada Cumhurbaşkanı Sezer’in tavrı önem kazandığından, onun laiklik yanı tavırlarından ürktüğü için öncelikle Sezer’i yalnız bırakmayı düşünerek köşesine çekilmeye zorlamaktadır.

AB de AKP’ye karşı: “AKP iktidarı eski hızını kaybetti”

İçeride tırmanan AKP-CHP gerilimi, AKP-Sezer, AKP-Ordu, AKP-ulusalcı güçler gerilimleri AKP iktidarını zor bir dönemece taşımış ve dönemecin başına oturtmuştur. Durum dışarıda da farklı değildir. AKP-AB, AKP-ABD, AKP-İsrail ilişkileri de istenilen düzeyde yürümemektedir.

AB Komisyonu Eşbaşkanı Lagendjik 4 Haziran Pazar günü yaptığı bir açıklamada, AKP iktidarının eski hızını kaybettiğini, reformların yavaşladığını ve yargıya yapılan saldırının, Türkiye’nin işini zorlaştırdığını söyledi.

Bir gün önce TÜSİAD’ın eleştirilerine cevap veren Abdullah Gül “AB ile işlerin istenildiğinden de iyi gittiğini ve hükümetin bütün enerjisini AB’ye ayırdığını” söylemişti.

Fakat, görünen o ki, AB Komisyonu Eşbaşkanı, işlerin iyi gitmediğini söyleyerek bir gün sonra, adeta Abdullah Gül’ü tekzip etme gereğini duymuştur.

İran operasyonu ve AKP

ABD İran’a operasyon kararını yakınlaştırıyor. Türkiye ne yapacak? ABD’nin kendisine biçtiği rolü mü oynayacak yoksa İran’ın yanında mı yer alacak? Bize göre, kendisine biçilen rolü oynayacak.

Aslında oynamaya başladı bile... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi ülkeler ile Almanya’nın Dışişleri Bakanlarının yaptıkları ortak çalışma sonucunda, çıkan karar, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından İran Dışişleri Bakanı’na bildirilmesi için Abdullah Gül’e havale edilmiş, o da görevini yaparak kararı İran Dışişleri Bakanına iletmiştir.

Elbette, sadece bu olaya bakarak karar vermiyoruz. Öncesinde de neler olduğunu sizler de biliyorsunuz. Fakat, bu bizim öngörümüz. AKP iktidarı halen bu sorun ile boğuşuyor ve önünde en büyük sorunlardan biri olarak duruyor.

PKK’ya müdahalenin önündeki engel ABD değil AKP’dir

PKK üzerine ABD ile ortak bir harekat yapılması sorunu da ortada, muallakta duruyor. Kandil Dağı da her gün can almaya devam ediyor. Akan ve bir sürü ödüne rağmen durdurulamayan bu kanın, iktidarı sarstığı da bir gerçek. Sebep olarak, operasyon yapmayan ve yaptırtmayan ABD gösteriliyor, ama, bana göre sorunun temeli AKP’nin iç dengeleridir. Çünkü, AKP içinde bu operasyonun yapılmasının zaruri olduğunu düşünenler olduğu gibi, bunun asla yapılmamasını isteyen hatırı sayılır milletvekili olduğu da bir gerçek. Bu durumda, bu operasyonu AKP yapamaz demek, herhalde en doğrusu olur.

Danıştay tertibi öncesinde, millet,Türk Ordusu’nun Kuzey Irak operasyonunu tartışıyordu. Danıştay baskını ile, tartışmalar bıçak gibi kesildi. Komplonun boşa çıkarıldığının en büyük göstergesi, Türk milletinin en acil sorun olan Kürt bölücülüğü sorununa geri dönmesidir. Artık, PKK konuşulmalı, sönen ocaklar konuşulmalı, bölünen ülke konuşulmalı, istila edilen bölgeler konuşulmalı ve Kürt bölücülüğüne karşı mücadele konuşulmalıdır. Bu konuşma içinde AKP’nin yerinin olmadığı açıktır. PKK’nın Türkiye’deki destekçisi, ABD’nin Türkiye’deki destekçisidir. Çünkü, PKK; ABD’nin ileri karakoludur. Kim ABD ile birlikte ise, o PKK’nın destekçisidir.

İktidar yıkılma noktasına geldi

Bütün bu gelişmeler ve ülkede tırmandırılan gerilim ortamı, AKP’yi köşeye sıkıştırmıştır. AKP hükümetinin artık suyu ısınmıştır. Dış destekler, neredeyse sıfırlanmış durumdadır. Cumhuriyeti ve tam bağımsızlığı savunan başta Cumhurbaşkanı, Ordu, Yargı kurumları ve ulusal güçlerin karşısında, yurdun her yerinde yuhalanan bir AKP vardır. Siyasi arenalarda, muhalefet etmek yerine iktidarı yıkma söylemleri artmıştır. Bu durumda AKP, artık bu ülkeyi daha fazla yönetme şansına sahip değildir. AKP iktidarı yıkılma noktasına gelmiştir.

Toplumun bütün dinamik güçleri ile kavgalı olan, Ordu’ya, Yargı’ya ve ulusalcı güçlere komplolar hazırlamaya çalışan, PKK terörünü yok etmeye gücü yetmeyen, Danıştay’daki cenaze töreninde Başbakanı ve bakanları yuhalanan bir iktidarın yaşaması mümkün değildir. Seçim sandığı mutlaka milletin önüne getirilmelidir. Bunun sağlanması için miting, grev gibi demokratik haklar kullanılmalı; millet, meydanları doldurmalıdır.

ABD’nin turuncu darbelerinin ilki ile iktidar yapılan AKP kırmızı beyaz bayraklarla doldurulan meydanların gücü ile iktidardan indirilmelidir. Gökçe Fırat’ın deyimiyle “Yıkılana kadar sallamak, meydanları doldurmak” gerekir.

Sivil güçler, iktidarı ancak halkın inanç ve desteği ile yıkacaklardır. Halkın gücü karşısında hiçbir gücün duramayacağını, artık AKP iktidarı da anlamak zorundadır. Önünde iki seçenek vardır. Ya erken seçime gidecektir, ya da iktidarı zorlayacaktır. İktidarı zorlamanın nelere gebe olduğunu herhalde düşüneceklerdir. Burası ABD ya da herhangi bir Avrupa ülkesi değildir. Burası Türkiye’dir ve Türkiye’nin dünyanın hiçbir ülkesine benzemeyen şartları ve moral güçleri vardır. Kendisinden önce iktidarı zorlayanların nelerle karşılaştıklarını, herhalde AKP kurmayları da bilmektedirler.

Bu iktidar Türkiye’ye, Türkiye Cumhuriyetine, Türk devletine ve Türk milletine zarar vermektedir ve bu yüzden gitmelidir.

Gitmiyorsa yıkılmalıdır!

 

http://www.turksolu.org/109/adiguzel109.htm

 

Kürt-İslam Mahkemeleri

Türksolu Dergisi

Basyazi

Gökçe Fırat

Şemdinli tertibi nasıl gerçekleşti

Kürt-İslamcı AKP iktidarının devlet kadrolarını Kürt-İslamcılaştırma çabasının çok yakın gelecekte Türkiye’ye nasıl bir “hukuk” düzeni getireceği Şemdinli mahkemesinin kararı ile birlikte daha net görüldü

Bilindiği gibi Şemdinli’de PKK üyesi olmaktan 15 yıl hapis cezasına mahkum edilen Seferi Yılmaz’a ait bir “kitabevi”ne “bomba” atılmış, “kitabevi sahibi” eski PKK’lı Seferi Yılmaz “bomba atılan” kitapçıdan dışarı çıkmış, kapının önünde bekleyen bir sivil arabayı görmüş, arabaya doğru ilerleyerek o sırada o caddede bulunan birkaç yüz kişilik PKK’lı grupla birlikte arabaya, arabadaki astsubay Ali Kaya ve iki istihbaratçıya saldırmış, arabasını yakmış, o sırada yine orada bulunan Danimarka’dan yayın yapan PKK televizyonu Roj TV Şemdinli’den naklen yayına başlamıştı.

Bu olay neresinden bakarsanız bakın bir komploydu. Ancak komployu yapanlar sanki bizlerle alay edercesine yapıyordu bu işi.

Olayın hemen ertesi günü gazeteler Susurluk manşetleri atmaya, “derin devlet” yorumları yapmaya başlamış ve PKK mahkumu Seferi Yılmaz’la röportaj kuyruğuna giren basın onu bir demokrasi kahramanı ilan etmeye başlamıştı.

Şemdinli olayı olur olmaz TÜRKSOLU Türkiye’deki tüm basının tersi bir tavır aldı, bunun Ordu’ya yönelik önemli bir komplo olduğunu yazdı. Komplonun düzenleyicileri olaraksa AKP ve PKK’yı adres gösterdik.

O zamanlar ortada Şemdinli iddianamesi henüz yoktu, Ferhat Sarıkaya yoktu, Orgeneral Büyükanıt’ın adı henüz geçmemişti. CHP ve Cumhuriyet gazetesi dahil her çevre olayı Türk Ordusu’na yıkarken bir tek TÜRKSOLU olayın bir komplo, bir provokasyon olduğunu yazıyordu. Şemdinli bize göre AKP iktidarının önemli bir hamlesiydi.

Gerçekten de bir süre sonra Ferhat Sarıkaya’nın iddianamesi geldi, Orgeneral Büyükanıt çete lideri olmakla suçlandı. O anda Susurluk, “derin devlet” gibi bir oltaya atlayan kimi insanlar uyanıverdiler.

Şemdinli’deki araçta demek ki astsubay değil, Orgeneral Büyükanıt linç edilmek istenmişti!

Saflar birden yer değiştirirken, Orgeneral Büyükanıt’ı suçlayan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı ve savcı görevden alındı. Kamuoyu olayın Ordu’ya yönelik bir tertip olduğuna büyük ölçüde kanaat getirmişti.

İddianame nasıl hazırlandı...

Fakat bu sırada Şemdinli davası da başlamıştı.

Aslında iddianamenin hazırlanması, bu arada Meclis’te kurulan Araştırma Komisyonu Türkiye’de bir şeylerin nasıl da değiştiğini gösteriyordu. Ki bizce bu değişikliğin üzerinde durmak yarına hazır olmak için son derece önemlidir.

Şemdinli olayı yargıya yansıdığı andan itibaren Meclis’te bir araştırma komisyonunun kurulmasına kimse tepki göstermedi. Oysa yargıya intikal etmiş bir soruşturmaya Meclis’in dahi karışma yetkisi yoktur. Kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, yasama organı olan TBMM yargıya müdahale edemez. Oysa Komisyon çalışması doğrudan yargıyı yönlendirecek, baskı altına alacak bir çalışmaydı.

Komisyon üyeleri ne hikmetse hep Güneydoğulu milletvekillerinden oluşuyordu ve tanık olarak da hep PKK’lılar dinleniyordu. PKK mahkumu Seferi Yılmaz gibi bir bölücü itibar sahibi olmuş, Meclis Araştırma Komisyonuna akıl veriyordu.

Fakat yasama organının yargıya müdahalesinin bununla sınırlı olmadığı da görüldü. Savcı Ferhat Sarıkaya Meclis Araştırma Komisyonu ile temas halindeydi. Araştırma Komisyonu Başkanı, komisyondan bile gizlice savcı Ferhat Sarıkaya’ya ifadeleri gönderiyordu.

Daha da ötesi, savcı Sarıkaya idianamesini bitirdikten sonra bu iddianameyi e-maille aynı komisyon üyesine gönderiyordu. Oysa iddianameyi hazırlayan savcı bunu sadece mahkemeye sunabilirdi.

Buraya kadar olan düzenek iyi işliyordu.

Şemdinli’de yuvalanan PKK hücresi, TBMM Komisyonu, Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı, Van Adliyesi arasında inanılmaz bir eşgüdüm vardı.

Artık ortada bir iddianame değil, senaryo vardı. Bu senaryonun baş destekçisi ise Fethullahçı medyaydı.

Fakat senaryo bir noktada kesintiye uğradı. Ferhat Sarıkaya meslekten atılınca Şemdinli davasının iddianame sahibi ortadan kalkmış oldu.

Onun görevden atılması ile birlikte normal bir hukuki işleyiş başlayabilirdi ama olmadı. Yeni savcı iddianameyi aynen sahiplendi. Oysa iddianameye siyaset karıştırıldığı ortadaydı. Normalde yeni savcının tüm iddianameyi baştan, siyasal önyargıdan uzak bir şekilde hazırlaması gerekirdi. Fakat bu yapılmadı. Dava aynı iddianame ile başladı.

 

Bu nasıl mahkeme

Üstelik iddianame kısmından sonra dava kısmı tam anlamıyla bir hukuk katliamı oldu.

Mahkeme önünde herkes eşittir. Devlet görevlisi de, sıradan vatandaş da birdir. Ancak mahkemeler, hakimler, kanaat belirlerken tarafların geçmişlerini göz önünde bulundururlar.

Örneğin bu davada bir tarafta PKK üyesi olmaktan 15 yıla mahkum bir Seferi Yılmaz’la, diğer tarafta devlete hizmet etmiş, pek çok takdirnamesi olan bir astsubay arasında kanaate hükmedecek hakim, kendi siyasal tercihlerine göre hareket edemez.

Ama bu davada böyle olmamıştır. Sanıklar aleyhine delil olmadığı için hakimler kanaatle karar vermişlerdir.

Peki o kanaat nedir? Devlet görevlilerinin suçlu olduğu!

Hakimler kanaat belirlerken Fethullahçı medyanın derin devletle mücadele eden yazarları gibi hissetmiş ve o şekilde karar vermişlerdir.

Fakat sadece karar aşamasında değil önceki saflhalarda da büyük hukuksuzluklar yaşanmıştır.

Örneğin devlet görevlileri, Jandarma Komutanlığının raporları, mahkeme heyeti tarafından dikkate alınmamıştır. Oysa mahkeme heyetinin bu tür devlet rapor ve elemanlarına öncelikle dikkat etmesi gerekirdi.

Fakat bu davada bir Türk mahkemesi, PKK’lıları ve yandaşlarını dinlemiş, dikkate almış, onların beyanlarına göre kanaat oluşturmuş ama Türk Ordusu mensuplarını dinleme zahmetine bile katlanmamıştır.

Sanık avukatları olayın büyük bir provokasyon olduğunu, daha derinlemesine bir soruşturma gerektiğini belirtmiş, yeni tanıklar bulmuş, soruşturmanın genişletilmesini talep etmişlerdir. Normalde mahkeme heyetinin sanık avukatlarının bu taleplerini dikkate alması gerekir.

Neden gerekir? Çünkü sanıklar zaten tutukludur, yeni tanık dinlenmesi ya da soruşturmanın genişletilmesi sanıklara bir yarar sağlamayacağı gibi bu davanın uzamasından zarar görecek bir kişi de yoktur. Bu noktada mahkeme heyetinin sanık avukatlarının talebini reddetmesinin imkânı yoktur. Reddederek hukuk dışı hareket etmişlerdir.

Fakat mahkeme heyeti açısından daha söylenecek çok şey var.

Aynı mahkeme heyetinin Van Üniversitesi Rektörü’nü de aynı şekilde iki ay tutukladığını biliyoruz. Ama rektör şu an görevinin başındadır! Demek ki mahkeme heyeti güçlü hukuki delillerle değil kanaatle hareket etmeyi alışkanlık haline getirmiştir.

PKK’dan al haberi

Bu davada ise mahkeme heyetinin ne yapacağını PKK’nın yayın organı zaten bilmektedir!

13 Haziran tarihli Özgür Gündem gazetesinde aynen şunlar yazılmıştı:

“Kararın bugünkü duruşmada ya da yetişmemesi halinde en fazla birkaç gün içinde çıkması bekleniyor. Bu arada mahkeme başkanının da tayininin çıktığı ve 19 Haziran’da ayrılmadan önce Şemdinli davasını karara bağlayacağı kaydediliyor.”

Şimdi ne var bu haberde diyebilirsiniz. Haberin tarihi 13 Haziran. O gün Şemdinli duruşması var. Henüz duruşma yapılmamış. Yani o günkü duruşmada ne olacağı bilinmiyor. Belki mahkeme o gün karar verebilirdi.

Ama Özgür Gündem mahkemenin o gün karar vermeyeceğini biliyor. Daha da garibi, mahkemenin bir sonraki duruşmasının 19’unda yapılacağını da biliyor!

Yani Özgür Gündem bir tek 19’undaki duruşmada sanıklara 39.5 yıl hapis verileceğini yazmamış!

Peki 13’ündeki mahkeme neden son savunma için sadece altı gün sonrasına karar kılar?

Normalde bu tür davalarda en az bir ay, hatta Erbakan’ın davalarında 3 aylık bir süre tanındığını biliyoruz. Yani son savunma önemlidir, mahkemeler de son savunma için 6 gün süre vermezler. Burada da hukukun doğruyu bulmak için değil infazı bir an önce gerçekleştirmek için işletildiğini akla getiriyor.

Ama daha önemli bir ayrıntı da var. Mahkemeden bir gün önce Ali Kaya GATA’ya sevkediliyor. Bu durumda son duruşmaya katılamıyor. Ceza davalarında ise sanığa son söz hakkı verilir ve bundan önce karar verilmez. Bu durumda mahkeme heyetinin 19’unda karar vermesi beklenemez. Nitekim PKK’lı avukatlar astsubayın kararı geciktirmek için GATA’ya kaldırıldığını yazıyor. Ama mahkeme heyeti de PKK’lı avukatlarla aynı kanaatte ki son sözü bile sormadan 39.5 yıl hapis veriyor!

Dikkat edelim sıradan bir cezadan değil 39.5 yıl hapisten bahsediyoruz.

Kürt-İslamcının adaleti

Hukuki ayrıntılardaki tutarsızlıklar, hukuksuzluklar ve çok açık bir şekilde tertipler çoğaltılabilir. Fakat burada asıl meselemiz bu değil.

Şemdinli davası açılışından kapanışına kadar tam anlamıyla adaletin ne duruma geldiğini göstermektedir. Artık bu ülkede hiç kimsenin adil yargılanma güvencesi kalmamıştır. Adalet Bakanlığı içindeki kadrolaşma mahkeme seviyelerine ulaşmış, karar mercileri Kürt-İslamcıların denetimine geçmiştir!

Mahkeme Yaşar Büyükanıt’ı yargılayamamıştır ama sadece şimdilik. Bu ülkenin bir rektörünü suçsuz yere, gereksiz yere iki ay hapse atabilecek kadar kendilerine güvenmektedir bu Kürt-İslamcı kadrolar.

Ferhat Sarıkaya’nın görevden alınması onları biraz ürkütse de kanlarındaki Kürt-İslamcı devlet düşmanlığı geni ağır basmakta, yargılayıp cezalandıracak bir Türk aramaktadırlar!

Ordu mensubu aramaktadırlar!

Artık adliyenin niteliği değişmiştir. Türk adaletinin yerini Kürt-İslam mahkemeleri almıştır.

Danıştay’a yapılan saldırı burada anlam kazanmaktadır. Yine bir Kürt-İslancı olan Başbakan, Danıştay’ı açıkça tehdit ediyor ve engel olarak suçluyordu. Hemen ardından yine aynı bölge doğumlu bir Kürt-İslamcı tetikçi Danıştay’ı bastı!

Şimdi Şemdinli davası Yargıtay’a gidecek ve oradan geri dönecek. Bunu kararı veren mahkeme heyeti de gayet iyi biliyor. Ama bilmesine rağmen bu kararı veriyor. Çünkü devlete, yargıya ve Ordu’ya mesaj veriyorlar!

Demokrasi, insan hakları, hukuk diye diye iktidara gelenler, artık hukuku rafa kaldırmışlar, komplolar, baskınlar, infazlarla iş görmektedirler.

Artık Türkiye’de bir Kürt-İslamcı çete iktidarı vardır

 

http://www.turksolu.org/110/basyazi110.htm

 

Yaşar Büyükanıt Görevde

Dr. Alptürk Ünlü  

 

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun üzerinden yaklaşık seksen üç yıl geçmiştir. Şu anki Genelkurmay Başkanı, bu göreve gelen, yirmi beşinci kişiymiş. Bu göreve geçmişte gelenlerden örneğin Salih Omurtak, Rüştü Erdelhün, Cemal Tural ya da Semih Sancar adını içimizdeki kaç kişi hatırlar? Eskilerin Erkanı Harbiye Reyisi dedikleri, bu makama geliş sürecinde, hiçbir Genelkurmay Başkanı adayına, Yaşar Büyükanıt’a karşı yapılan komplolar yapılmamıştır

 

Birincisi Yaşar Büyükanıt’a niçin bu komplolar yapılmıştır? İkincisi; Yaşar Büyükanıt’a komploları yapan mihraklar, kimlerdir ve nerelerden beslenmektedir?Bilindiği üzere son bir yıldır, başta “Şemdinli Olayları” adıyla ülke gündemini bulandıranlar, aslında Yaşar Büyükanıt’ın önünü kesmeye çalışanlardır. Bu olaylarda, iki yönlü güç unsuru belirmiştir. Buna göre birinci yön, görevden alınarak, işinden atılan savcı ve benzeri anlayıştaki şahısların yüksek puropagandasından kaynaklanmaktaydı. Bu savcının bir cemaatin adamı olduğu söylenmiş, bu anlayışın da olayın bir yönünü temsil ettiği ifade edilmiştir. “Şemdinli Olayları” tezgahının diğer ucunda da ise PKK’lılar vardır.


PKK’lılar bu konuyla ilgili olarak, Yaşar Büyükanıt’a şöyle saldırıyorlardı:“Koma Komalen Kürdistan Yürütme Konsey Başkanı Murat Karayılan, Van Başsavcısı'nın hazırladığı iddiyanamenin buzdağının görünen küçük bir parçası olduğunu söyledi. ''Kürt sorunu varoldukça bu tür çeteler her zaman olacaktır'' diyen Karayılan, “Kürt halkına karşı kirli savaş yürüten çetelere Büyükanıt’ın komutanlık yaptığını belirtti.”


Üstelik PKK mensuplarından Murat Karayılan, Şemdinli konusunda savcı Ferhat Sarıkaya adlı şahsın iddiyanamesinden istifade etmeyi de iyi bilmiştir: Karayılan bu sayede şunları da belirtmektedir:“Aslında bu Susurluk’ta ortaya çıktı ama üzerine gidilmedi üzerine gidilmediği için Şemdinli’de suçüstü yakalanma oldu. Şimdi her taraftan yığınla çaba gösterilerek bunun da üstü örtülmeye çalışılıyor. Bana göre sayın savcı gördüklerinin bir kısmına iddiyanamede yer vermiştir. Savcının iddiyanamede ifade ettiği şeyler buzdağının sadece görünen ve açığa çıkan yanıdır.”


Bu iki gurubun ve besledikleri adamların yakın dönemde, Türk milliyetçiliğine karşı tavırlarını çok net biliyoruz. Bu iki gurubun çizgisinde gidenlerin, Yaşar Büyükanıt’la sorunları var mıdır? Varsa nedir?Bunlar da, iyi düşünülürse gayet kolay bulunur. PKK’lar zaten bu konudaki tavırlarını açıkça ortaya koymaktadırlar. Diğer tarafa mensup ya da yakın olanlar da, kendi çaplarında bir şeyleri ileri sürmektedirler. Fakat bunlardan da vahim olanı, kendilerini Türk milliyetçisi gibi gösterip tavır koyanlardır.Bunların da internetteki siteleri iyi incelendiğinde, kurnazca hazırlanan uzaktan kumandalı bir sıtratejiyi, harfi harfine takip ettirildikleri görülmektedir.


Örneğin Milliyetçilik adına palavra sıkan bu site sahipleri, Ferhat Sarıkaya ve Sabri Uzun gibi belirli görüşte oldukları bazı basın tarafından ifade edilen şahısları, sahiplenebiliyorlar ve onları özellikle de yazılarında kollamaya çalışıyorlardı. Yoksa, internetteki incelediğimiz bu site sahipleriyle, onların aralarında gizli bir mutabakat mı vardı? Ayrıca kollamaya çalıştıkları kişiler, Türk milliyetçisi miydi(?) Ya da onlardan bizim mi haberimiz yoktu? Neyse, şimdilik bunların hepsini geçelim. Site sahiplerinin bu konuda ne dediğine bakalım:


“Kirli oyunlarına alet olan piyonlarının beceriksizliği başına dert ve sıkıntıya yol açan Org. Büyükanıt, bu yapılan hataların, planını bozmaması ve oyununun devam edebilmesi için çareyi, bu AÇIK ların üzerine gidebilecek kişi ve kurumları susturmakta buluyor.


Önce Şemdinli İddiyanamesi’ni hazırlayan Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’yı görevinden ihraç ettiren Org. Büyükanıt, arkasından Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’u görevinden aldırdı. Şimdi ise sıra MİT Müsteşarı, ‘Emre Taner’de.”


Dikkat ediniz! Yaşar Büyükanıt’a ağır bir iftira atıyorlar. Aziz okuyucular! Ferhat Sarıkaya ve Sabri Uzun’un hangi cemaate yakın olduğunu düşününüz ve yukarıdaki cümleleri yorumlayınız. Neyi göreceksiniz? Ayrıca bu konuda internette malum sitenin sahipleriyle, bildiğiniz cemaatin yayınlarındaki bilgi ve isteklerin örtüştüğünü görebilirsiniz. Yani Ferhat Sarıkaya ve Sabri Uzun’dan, Yaşar Büyükanıt rahatsızmış. Hiç düşündünüz mü? Örneğin, “hırsız evin içinde” diyen bir şahıs hakkında ve sağa sola Şemdinli Şemdinli diyerek yana yakıla saldıran Ferhat Sarıkaya hakkında kim rahatsız olmaz? Elbette PKK ve yandaşları! Bu Ferhat Sarıkaya, madem bölgede savcıydı, PKK ve bölgedeki yandaşları üzerine neyin savını geliştirdi. Böyle bir savı varsa, hangi kamuoyu önüne taşıdı. Onun savlarını Murat Karayılan’da kullanıyor ama hangi savını, Şemdinli deki savını. Al! İşte Ferhat Efendinizi... Siz evin içinde hırsız var derseniz, PKK ile mücadele edebilir misiniz? Bunu diyen kim? Üst düzey emniyet mensubu? Nasıl o görevlere kadar bu ülkede çıkmış, iyice düşünülmeli! Ev neresi? Türkiye cumhuriyeti ve onun ilçesi emdinli. Evin içindeki hırsız olarak suçladığı kim? TSK mensupları... Görüyor musunuz tablonun vahametini...O şahıs aklınca evin içindeki hırsızı gösteriyor da, ev sahibini niye göstermiyor? Bu durumda TSK’lılar hırsız olursa, evin sahibi kim olabilir? Başka alan kalmıyor. Diyelim ki ev Şemdinli, hırsız belli. Ev sahibi kim? Acaba PKK’lılar mı? Onlar nerede?


Malum internet sitecilerinin kafalarının içindeki, sevmedikleri Yaşar Büyükanıt görevde olmasın da, ne olursa olsun anlayışı vardı! Bu mudur istenilen? Fakat ne derlerse desinler, Sarıkayalar’ı, Uzun’ları savunanların, Türk milliyetçiliği söylemleri, biraz değil ama, korkunç bir şekilde tarikatçılık, cemaatçilik kokuyor. Her şeyi kamufle edebilirler. Aklımızı da mı, gördüklerimizi de mi, yaşadıklarımızı da mı kamufle edecekler?


Milliyetçilik yapacaksan delikanlı gibi yapacaksan, kırılıyorsan, kıvrılıyorsan,bükülüyorsan meydan burası değil dans pistidir.Utanmazca Türk milliyetçiğini kullanan site sahipleri, o kadar ipe sapa gelmez görüşler ileri sürmüşler ki, inanılacak gibi değil! Bakınız şu yazdıklarına ve iftiracıların hallerini görünüz!


“Başlarında Org. Mehmet Yaşar Büyükanıt’ın bulunduğu cuntacı azınlıkların üretmeyi arzu ettikleri “ulusalcı” prototipi, işte eli kanlı saldırgan avukat Alparslan Arslan’ın ta kendisidir.
Bu Devlet ve Millet düşmanı katil Av. Alparslan Aslan; düşünce yapısı ve faaliyetleriyle, Org. Mehmet Yaşar Büyükanıt ve Cunta’sına bağlı olan Veli Küçük ve maaşlı katilleriyle, Taner Ünal ve VKGB’yle, Sedat Peker ve mafyasıyla, Doğu Perinçek ve Maocu partisiyle, Cevizoğlu ve Yeniçağ gazetesiyle, Kemal Kerinçsiz ve Hukukçular Birliği Derneği’yle, Ümit Özdağ ve diğer dava hainleriyle aynı ekibin içindedir. Alparslan Arslan; azınlıkların tasarladığı şekilde beyni yıkanmış bir “ulusalcı” mankurttur.”


Yukarıdaki görüşlere bakınız! Bunun neresi, Türk milliyetçiliğine yöneliktir. Böyle bir yaklaşımı Türkiye’de kimler yapmaktadır? Kimlere ne kazandırabilir? Onu da siz bulunuz! Biz yukarıdaki bazı isimleri, kendi inandığımız düşüncemize göre, pek olumlu bulmamamıza rağmen, hepsine birden iftira, çamur ve sığ bir anlayışla saldırı yapılmasını da doğru bulmuyoruz.


Yaşar Büyükanıt’a saldıran gurupların başında da, bir de sözüm ona milliyetçi(!) olduğunu söyleyenlerin, bulunması çok ilginç! Bu sahte milliyetçiler, akla, mantığa ve Türkiye gerçeklerine oturmayan pek çok şeyi kafalarına göre kurgulamışlar. Ne kadar acı bir durum! Biz tüm bunları, ülkemizde milli değerlerin alt üst edildiği ortamda, kasıtlı olarak Türk milliyetçiliğinin önünün kesilmesi, TSK ile Türk milliyetçiliği arasında çelişkilerin oluşturulması adına kurgulanıp sunulmuş olan bir sitenin anlayışıdır diyoruz.. Bu anlayışı sitelerinde hezeyana ve büyük çelişkilere kadar vardıran kişilerin, bazı yazılarını görünce de, insanların şaşırmaması da normal değildir. O nedenle bize, bu şahısların Türk milliyetçiliği hakkındaki görüşleri, şüpheli gelmektedir. Bunlar, sembol olarak Ergenekon çıkışını kullanabilirler. Kürşat diyebilirler. Alpaslan Türkeş’in adını zikredebilirler ve başka başka şeyleri de kullanabilirler. Bu anlamda, pek çok şeye sahiplenmiş olarak da kendilerini özellikle göstermeye çalışıyorda olabilirler. Fakat ABD ve CİA gibi, ülkemiz adına en büyük ihanet kumpasını kurmuş olan mihrakları da görmezden geliyorlar.Ya da bu konuda hedef saptıran tespitler yapıyorlar.Örneğin şunları yazıyorlar:


“Onlar bu menfur emellerinden hala vazgeçmediler; İngiliz’in, Rus’un, Alman’ın ve daha nicesinin imparatorluk hayalleri bitmedi.”Bu cümlede en başta olması gereken Amerikalının adı nerede? Türklüğün günümüzdeki en büyük düşmanları, niçin kamufle ediliyor? Kimin kime ihtiyacı vardır? Kim kimi, Türk milletinin gözünden kaçırmaktadır? Acaba bunların, ABD’ye diyet borcu mu var? Bunun için mi CİA’de gözden uzak tutuyorlar? Şu iyi bilinsin! Günümüzde ABD ile her alanda mücadele etmeyene, Türk milliyetçisi, denemez! Bunun için Fethullaseverci olarak düşündüğümüz kişiler, Türkiye’de MI5’in etkili olduğunu vurgularken bu arada CİA, yine kamufle ediliyor. Buna da örnek aşağıdaki yazıdır:“İngiliz İstihbarat Servisi MI5’in, Türkiye’deki marjinal sol kesimi manipüle etmek için yıllardır kullandığı ajan - Maocu parti lideri, yayınladıkları ‘Karanlık’ dergisinde, Milliyetçi Liderliğe salyalı hakaretler ve iftiralarla saldırdı.


...iftira ve hakaretlere cevap vermek üzere buradan, evveli sağcı, ortası Maocu ve sonu da sahte Atatürkçü olan “İngiliz ajanına ve onun destek verdiği Sahte İkinci Atatürk adayına” sesleniyoruz.”


Aynı şekilde sözde, Türk askeri olduklarını söyleyen bu internetçiler, sabah akşam ABD’de yatıp kalkan, Fethullah Gülen hakkında gıklarını çıkaramıyorlar. Biz diyoruz ki, Kurt Türkçede iki anlamda kullanılır. Bunlardan birincisi, dağlarda, ovalarda, yaylalarda, Sibirya’dan Hindistan’a Avrupa’dan Ortadoğu’ya, Kanada’dan Kuzey Amerika’ya kadar yayılmış olan malum Kurt...Bir de elmalarda, incirlerde, kirazlarda ve de insan dahil, kokuşan canlılarda olan Kurt vardır. Ben bunu, Kurtçuk olarak isimlendiriyorum. Şimdi, İnternette, Türk milliyetçiliğini kullanan kurtçuklar var. Bunlar tezgahlarını, purovakasyonlarını kurmuşlar, habire vuruyorlar. Aynı dünkü süreçte, yani 1950’lerde olduğu gibi...O zaman ki Milliyetçiler Derneğindeki ağbileri gibi...Kendilerine ve kamuoyuna, Bekir Berk’in adını, Milliyetçiler Derneğindeki seminerlerini, hedef saptırıcı çalışmalarını hatırlatırız. Bilmiyorlarsa yeni ağbilerine sorsunlar. Biliyorlarsa da dürüstlük adına, oturup sussunlar.


Bu kurtçuklar, yaklaşık on ay önce, 12 Kasım 2005’te şöyle yazmışlar:


“Şemdinli'deki iş kazasında açığa çıkan olay lokal değildir ve ülke çapında devam eden purovakasyonlar serisinin küçük bir parçasıdır (...) Bunlar, kendi şahsi emelleri için bu vatanın evlatlarını birbirine kırdıracak, kendi askerine, polisine, savcısına, hakimine purovokasyon yapacak kadar alçalmış, vatan hainleridir. milletin devlete ödediği vergilerle satın alınmış silahların, yine bu milletin evlatlarını öldürmek için kullanılması bir ulusal ihanettir. Milliyetçileri, Kürtlerle savaştırmak için yeniden sokaklara çekmeye çalışmak vatana hıyanettir.”


Demogojiyi görüyor musunuz? Yukarıdaki bu ağız, iyi incelenirse kimin olabilir? Yok efendim “Milliyetçileri Kürtlerle savaştırmakmış, kendi askerine, polisine, savcısına, hakimine purovakasyonmuş”, ne kadar kurnazca ve aşağılıkça bir hedef saptırma. Kendi askeri dediği herhalde ordudan YAŞ kararı gereği atılanlar olsa gerekir. Din istismarcılığına payanda olanları da TSK’nın başında taşıyacak hali de olmasa gerekir! Polis dediği de, acaba Süleyman Uzun mudur? Savcı ise, düşüncesini çok sevdikleri, sitelerindeki bazı yazılarda, özellikle referans olarak aldıkları, Ferhat Sarıkaya ya da benzeri görüşteki biri olmasın sakın?. Onların dediği hakimleri de sizler düşünüp, bulunuz!Görüyor musunuz? Malum bezirganların kurguladığı, bu tezgahtaki düşüncelerin. ibretle incelenmesi gerekir..Buna göre; tarikatçı ve bölücü güçlerin müttefikliğinde oluşturulup, medyaya sunumu yapılan Şemdinli Olaylarındaki hedef adam, o zamanlar önü kesilmeğe çalışılan Yaşar Büyükanıt değil miydi? Peki, malum cemaatseverlerle PKK niçin Yaşar Büyükanıt’a çamur atıyorlardı. Bu çamuru avuç avuç alarak, internet kurtçukları da niye alet oluyordu?. Bunları bilmek ve anlamak için, kahin ya da bilgiç olmaya gerek yoktur. Onlardaki Yaşar Büyükanıt korkusu, bu ülkede beslendikleri ve siper aldıkları ortamın bozulacağı endişesinden kaynaklanmaktaydı. Zira Beren’nin dedesi, bu konuda onları hiç rahatsız etmemişti. O göreve nasıl gelmişti ve görevi boyunca ne yapmıştı? Yaptığı şeylerin kime ne faydası olmuştu? Bunlar incelenmeğe değer. Niye torunun adı Beren’di? O da incelenmeğe değmez mi?


Şehit cenazelerine selefinin aksine sürekli giden ve hayatının önemli bir kesiminde Güneydoğu gerçeği yer tutan, Yaşar Büyükanıt, bu yüzden mi, bazılarının korkmasına yol açıyordu?Bu şahıslar bunun için mi Yaşar Büyükanıt’ın önünü kesmek istiyorlardı? Bu sorunun cevabı gayet açıktır. Yaşar Büyükanıt, onların dişine ve anlayışına göre bir Genelkurmay Başkanı olarak gözükmüyor. En azından bizim gelşmelerden anladığımız bu. Tarihin bunu doğrulayıp doğrulamayacağını da yaşayarak göreceğiz. Onun selefinin rotasından çıkacığından korkanlar, ona saldırmayı kendileri için bir amaç edinmişlerdir. Böylesi hayin mihraklar, elbette Yaşar Büyükanıt’ın “Çuval Geçirme” ve “Kırmızı Noktalar” gibi konulardaki duyarlılığının selefinden çok ilerde olduğunu bildikleri için de, komplolarını kurmuşlar ve hiyanet denizine ağlarını salmışlardır.Bizim hayatımızda, Yaşar Büyükanıt’ın sadece televizyonlarda ya da gazetelerdeki görüntüsünden öte bir tanışıklığımız da yoktur. Fakat, onu tanıyan, Kara Harp Okulundan da sınıf arkadaşı olan ve arada bir görüştüğümüz emekli asker bir büyüğümüzden (Ü.Ç.)aldığımız bilgiler vardır. Aynı zamanda, aynı odayı da görev yıllarında, Yaşar Büyükanıt’la paylaşmış olduğunu bildiğimiz büyüğümüzün, bize aktardığı çerçevede, biz Büyükanıt’ı gıyabında tanımış olduk. Bu bağlamda öğrendiğimiz Yaşar Büyükanıt gerçeğine karşı, haksızca yapılan bilhassa internet üzerindeki saldırılar, son derece bayağı ve de aşağılıkça görülmektedir. Bu siteleri hazırlayanların, haysiyetlerini ve şereflerini Anglo-Sakson-Siyonist Yahudi ittifakının dümeninde gidenlere sattıkları anlaşılmaktadır. Zira, bizim okuyucularımız bizi, gayet iyi tanır.

 Düşüncelerimizin temelinde, dünya egemenliğinde etkin rol alan Siyonistlere karşı, mücadele etmek vardır. Bu mücadele hem milletimiz, hem de insanlık içindir. Biz, kurtçukların yaptığı gibi, önümüze gelene Yahudi yaftası takıp, durup dururken, ilgili ilgisiz herkesi de o anlamda hedef göstermeyiz. Aynı zamanda, vicdanla da bağdaşmaz. Biz,“Çamur at izi kalsın” ya da “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” hesabıyla da hareket edip, insanların beyinlerini de sulandırmayız.. Türk milletinin ve Türk milliyetçiliğinin elbette diğer milletler gibi, Siyonist Yahudilerle sorunu vardır. Bu sorunun sonu da getirilmelidir. O da dünya egemenliğindeki, Siyonistlerin etkisiz kılınmasıyla söz konusudur. Ama Yahudilik, dönmelik vb. kavramları, sadece düşüncelerinin çıkarı gereği, hedef saptırmak için kullananları da benimsemiyoruz. Yalçın Küçük, Yaşar Büyükanıt hakkında, “Kemalist” olduğu yorumuyla, doğru bir tespit yapmıştır. Ayrıca Yaşar Büyükanıt’a Yahudilik çamurunu atarak saldıran gurupların, kimlere dayandığını da, 6 Ağustos 2006 tarihindeki “SKY Türk” kanalındaki purogramında ifade etmiştir. Yalçın Küçük’ün oradaki ifadesine göre,Yaşar Büyükanıt’a Yahudilik yaftasını takanlar, Fethullah Gülen çizgisindeki kişilermiş.


Gerçekten de Yaşar Büyükanıt’a iftira atan siteleri incelediğimiz zaman, kurnazca bir sıtrateji takip edilmektedir. Bu sıtratejiyi izleyenler, sözde Türk Silahlı Kuvvetlerine mensup olduklarını da belirtiyorlar. Fakat bunun doğru olmadığı da aşikardır. Onlar kendi gerçek yüzlerini göstermeyerek, başka bir görüşteymiş gibi hareket etmeye çalışmaktadırlar. Site sahipleri gerçek anlamda, sahibinin sesi olduklarını o kadar güzel gösteriyorlardı ki; Fethullah Gülen’in Amerikan macerası hakkında hiçbir şey diyemiyorlar. Bazı milliyetçilere de çamur üstüne çamur atıyorlar.İnternet kurtçuklarının şu iddiyaları da çok komik kaçmaktadır:


“Orgeneral Mehmet Yaşar Büyükanıt, ulusalcı gazete Yeniçağ’ı (…)bizzat kurdurmuştur; örtülü ödenekten beslemekte ve el altından yönetmektedir.”


Görüyorsunuz değil mi? El insaf! Dedirten bir iftira daha...İnternet kurtçukları, Danıştay cinayetini de aynı malum cemaatin medyasında verilen görüşlere benzer şekilde işlemişler. Bu görüşün de elle tutulur yanı yok.Zaten günümüz gerçeği de,internet kurtçuklarını yalanladı. Alparslan Arslan, en azından bazı bilgileri onurlu bir şekilde doğru olarak verdi. Bu bağlamda, bazı foyalar da açığa çıktı.


Ayrıca internet kurtçukları,Danıştay cinayetinde sapla samanı kasıtlı olarak karıştırdılar.


Örneğin:“Cuntacılığı ve Yahudiliği gündeme gelen İlhan Selçuk, bu defa "mağdurlar"ı oynayıp kamuoyu desteğini alabilmek için, 'ulusalcı terörist' Alparslan Arslan'ın Cumhuriyet gazetesine bomba atmasını tezgahlattırdı. Hem de üç kez... Nedense, Makina Kimya yapımı bombalar hep bahçede patlatıldı. Kirli adını "Cumhuriyetimiz"le birleştirmeye çalışan gazete, “Atılan bombalar Cumhuriyet’e atılmıştır” diye manşet atarak halkımızı manipüle etmeye ve galeyana getirmeye çalıştı. (…)Oysa, 'ulusalcı terörist' Alparslan Arslan, kendini yöneten ellerin akıl hocası olan sabetaycı darbetör İlhan Selçuk’un prototipini çizdiği bir kukla tetikçidir.”


Görüldüğü gibi akıllarınca düşüncelerindeki tezgahı kurmuşlar ve habire işliyorlar. İlhan Selçuk’la olayın ne ilgisi var? İlhan Selçuk’un olsa olsa Danyal Oral Çalışlar’la ilgisi vardır.Çünkü Cumhuriyet gazetesi yaz boyunca, cumhuriyet rejiminin tehlikede olduğunu millete işledi. İlhan Selçuk ise, Oral Çalışlar denilen kişinin, Nazlı Ilıcak ve benzer kişilerle görünmesine ses çıkarmadığı gibi, İpek Çalışlar’ın kitabını da yadırgamamıştır. Danyal Oral Çalışlar’ı, İlhan Selçuk’ta çok benimsemiş olacak ki, gazetesinden sürekli besledi ve de besliyor. Bu anlamda, Cumhuriyet tehlikede diyenlerle, cumhuriyetin kurucusuna çarşaf giydirenler el ele vermişlerdir. İlhan Selçuk’un düşüncelerini benimsemediğim gibi, yöneticiliğini de tasvip etmiyorum. Geçmişte onun yanında çalışanlar dahi, bu gerçeği yazılarıyla ortaya koymaktadırlar. Fakat benim ona duyduğum olumsuz düşünceler, ona karşı Alparslan Arslan adamıdır diye iftira atmak veya atanları alkışlamak gerekçesini de doğurmaz. İnternet kurtçukları, bu iftirayı o tarafa kasıtlı olarak, hedef saptırmak için atmışlardır diye düşünüyorum.. Niçin derseniz? Cumhuriyet gazetesi Amerika’daki efendilerine, arada bir gönderme yaptığı içindir. İnternet kurtçukları, Danıştay eylemini de aşağılıkçasına Yaşar Büyükanıt’a,Veli Küçük’e ve Muzaffer Tekin’e bağlayabiliyorlar. Niçin?Malum finansörleri öyle istediği için. Şimdi iftiracıların bu konudaki görüşlerine bakalım:


“Danıştay’a yapılan kanlı eylem, küçük bir çete eylemi gibi gösterilip kapatılmaya ve cuntacı örgüt çeteciliğe indirgenmeye çalışılmaktadır. Veli Küçük üzerinden Büyükanıt’a Kadar dayanan bu illegal örgütlenmenin ortaya çıkarılmaması için büyük gayret sarf edilmekte ve yarım kalan provokasyon bu illegal örgütün diğer tetikçi-operasyonel ekipleri tarafından tamamlanmak istenmektedir. Bu bağlamda, Muzaffer Tekin, kesinlikle bir çete lideri değildir; Veli Küçük’e bağlı tetikçi-operasyon ekiplerinden sadece bir tanesinin sorumlusudur.”


Bu kurtçuklar, korkunç bir iftira kampanyası içersinde, internet tetikçiliği yapmaktadırlar. Bu tetikçiliklerini de, özellikle bazı kişiler üzerinde sürdürmüşler ve sürdürmektedirler. Yaşar Büyükanıt’ta artık göreve geldi. Onun gelmesini istemeyen kesimler, şimdi üzüntü içersinde ve yeni tezgahlar peşindedir. Bizim Yaşar Büyükanıt’a tavsiyemiz. Geldiği makam kalıcı değildir,fakat yapacağı işler ise kalıcı olabilir. PKK sorunu karşısında, Doğu ve Güneydoğu illerinde olağanüstü hal ya da sıkıyönetim olmadan, TSK’nın o bölgede başarı şansı yoktur. Ordunun her günkü kaybı, bazıları tarafından Büyükanıt’ın aleyhine delil olarak kullanılma durumuna dönüşecektir. Büyükanıt derhal, Olağanüstü Hal ya da Sıkıyönetim topunu Recep Tayyip Erdoğan’ın kucağına atmalıdır.Yaşar Büyükanıt, sermayenin ülke üzerindeki ekonomik, politik ve askeri güce etkisini inceletmelidir. Yine, Türk milletinin gönlünde kalıcı olmak istiyorsa, kartelci medyanın toplumu uyuşturması ve yönlendirmesi üzerinde de, iyi düşünmesi gereklidir. Son olarak, gayri milli güçlerin birlikteliğinin en üst düzeye vardırıldığı şu günlerde, din istismarcıları, emek sömürücüleri, etnik milliyetçiler, Sorosçular, Batının foncu ajanları ile bütün purovakatörler üzerine purojöktör tutmak zorundadır. Kendisinden önceki başkanın demokratım söylemlerine diyeceğimiz şudur. Demokratlığın, demokratlar arasında işlevi vardır. Ülkeyi soyanların, tekelleşenlerin, bölücülüğe, gericiliğe götürenlerin ve de gün be gün şehitlerin vatan toprağına düştüğü bir yerde demokratlık, ne kadar olursa o kadar demokrat olabilirsiniz. Fakat başkalarının çocuklarının kanları ve canları pahasına, onların analarının dinmeyecek gözyaşları sürecinde, sözüm ona demokratım demek, her halde size yakışmaz. Size yakışan, Türk milleti lehine kalıcı hizmetinizi, vermeniz olacaktır. Göreviniz ve yapacaklarınız, tarihin aynasında size artı ya da eksi fatura olarak dönecektir. Türk milletinin kırılma noktasına doğru süreklendiği bu dönemde, görevinizin size ve Türk milletine hayırlı ve uğurlu olmasını dileriz.

 

http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20060922

 

Şemdinli oyunu

Yeni Mesaj

Muharrem Bayraktar  

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgenaral Yaşar Büyükanıt’ı “yargıyı etkilemeye teşebbüs ve çetecilik” gibi ağır ifadelerle mahkemeye sevkeden Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya, Türkiye’nin gündemine bomba gibi düştü.

Büyükanıt Paşa’nın bir çok görüşünü tasvip etmemekle birlikte, bir kuvvet komutanının sağlam olmayan delillerle ve hukuka aykırı bir prosedürle, “Çetecilik” gibi ağır bir suçlamaya maruz bırakılmasını hayret verici bir olay olarak görüyorum.
Savcı Sarıkaya’nın iddianame hazırlamasına yol açan süreci irdelediğimizde, kafamızı karıştıran bir çok olay çıkıyor karşımıza:
1– Org. Yaşar Büyükanıt’ı suçlayan sözler Diyarbakırlı işadamı, Söz gazetesi ve televizyonu sahibi Mehmet Ali Altındağ’a ait.

Mehmet Ali Altındağ’ın dinlenmesi için TBMM Şemdinli Araştırma Komisyonu’na çağrılmasını isteyen kişi kim? Diyarbakır Milletvekili Cavit Torun!
Cavit Torun kim? Altındağ’ın eski avukatı! Altındağ’ın zehir–zemberek ifadelerinin tutanakları savcıya gönderen kim?
AKP’li Komisyon Başkanı Musa Sıvacıoğlu!

2– Orgenaral Yaşar Büyükanıt’ı ve birçok TSK mensubunu suçlayıcı sözler sarfeden Mehmet Ali Altındağ kim? Hikmet Çetinkaya’nın satırlarından okuyalım:
“Altındağ bir Nurcudur. 1970’li yıllarda köy köy gezerek Risale–i Nur satmıştır. 1996’da Hizbulluh ve PKK ile ilişkiye girdiği iddiası ile gözaltına alınmıştır. Fethullahçı kimliğini hiçbir zaman saklamamıştır.
Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 5 Eylül 1990 tarih ve 1990/1076 hazırlık numaralı dosyasında görülen bir davada kendisine PKK’lı süsü veren Abdurrahman Balatangöz’ün Mehmet Ali Altındağ’ın yanına giderek PKK için yağ, şeker, ayakkabı istediğini anlatıyor.
Dava dosyasında, Altındağ’ın Balatangöz’e şunları söylediği iddia ediliyor:
“Ben bu malzemeleri almam. Onun yerine size para vereyim. Alın 5 milyon lirayı. Bir de isim listesi vereceğim. Eğer bu kişileri öldürürseniz size her türlü yardımda bulunabilirim.” (H. Çetinkaya, Cumhuriyet, 8  Şubat 2006)
Orgenaral Yaşar Büyükanıt’la ilgili iddialar, işte böylesine şaibeli bir geçmişe sahip Mehmet Ali Altındağ’a ait. Nurcu, Fethullahçı, PKK ile işbirliği yaptığı iddia edilen, mahkeme dosyalarında PKK militanlarına “şunları şunları vurun!” dediği yazılan ilginç bir isim.

3– Meclis araştırmasının neden yapıldığı Anayasa’nın 98. maddesinde şöyle anlatılır: “Meclis araştırması belli bir konuda bilgi edinmek için yapılan incelemeden ibarettir.”
Şemdinli olaylarını araştırmak için kurulan komisyon da Anayasanın amir hükmü gereği “bilgi edinilmek için” yapılan bir “incelemeden” ibarettir.
Bu incelemeyi savcının önüne koymak yanlıştır. Meclis eski Başkanlarından Hüsamettin Cindoruk,  Mehmet Ali Altındağ’ın komisyona verdiği ifadenin savcılığa gönderilmesini “bu yasama organının yetkilerini savcı ile paylaşmaktır ki çok sakıncalıdır. Komisyona verilen ifadeler Mecliste saklı kalması gerekirdi. O bilgileri Meclise emanet ediliyor. İstese doğrudan savcıya baş vurabilirdi” şeklinde değerlendirmesi doğrudur.

4– AKP’li Cavit Torun’un  Mehmet Ali Altındağ’ı yakinen tanıdığı, “ne söyleyeceğini çok iyi bildiği”, Komisyona verdiği ifadenin de yine bir AKP’li vekil tarafından savcının önüne atıldığı ve dosya sürecinin başladığı düşünüldüğünde bu kadar tesadüfün bir araya gelmeyeceği anlaşılıyor.
Bütün bu bilgileri önümüze koyduğumuz zaman “Nurcu–AKP’li” ittifakının, Türkiye’de PKK’ya karşı en zorlu mücadele sürecine girdiğimiz şu günlerde, ordunun yıpratılması için “surda” çok önemli bir gedik” mi açmak istiyorlar sorusunu ister istemez sormak durumundayız.

 

http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=6005965&tarih=2006-03-11

 

AKP SORUNU VE TAYYİP BEYİN SONU!

Yazar Mehmet DENİZ (Mili Cozum Dergisi)

.

 

***

AKP, RTE ve Onun arkasındaki "Artık Bilinen" Güçler

1-Şemdinli'de TSK'yı karalamak ve halkla karşı karşıya getirmek istemişler, bu sebeple ordu mensuplarını orduyu sabotajcı, suikastçı.,. Zalim görüntüsü ile özleştirip terörü meşrulaştırmaya çalışmışlardır.

2-Danıştay 2. Daire'ye başörtüsü konusundaki kararından ötürü sindirme ve korkutma yöntemi kullanarak saldırı düzenlenmiştir. Böylece başörtüsü kararı cezalandırılmıştır.

3-RTE, AKP'nin ve AKP'li bir Anakent Belediye Başkanı'nın desteklediği emekli bir Albay Mit müsteşarı yapılmak istenmiş bu sebeple bir grup oluşturulmuş bizzat RTE'nin yerine oynanan Anakent  Belediye Başkanının mali destekçisi izlenimini veren bir grup yakalanmış oluşum maalesef kasıtlı bir şekilde TSK'ya mal edilmeye çalışılarak AKP'nin iç hesaplaşması örtülmek istenmiştir.

4-Atabeyler Gerilla Grubu Baskını, işe AKP'nin yıpranmış inandırıcılığını yitirmiş ve artık siyasi ömrünün bittiğini anlaşılmış başbakanı ve onun kara kutusu Zapsu'yu M. Ali Erbil üzerinden kurtarmayı amaçlamıştır.

Ayrıca Şemdinli ve Danıştay'da meydana gelen olaylarda tek devlet ve tek millet yapısını muhafaza kararlılığını, Laik ve Demokratik Cumhuriyeti İngiliz güdümlü hilafet devletine dönüştürmeme azmini ortaya koyan Türk Silahlı Kuvvetlerini sindirme ve yıpratma da asıl hedef olarak belirlenmiştir.

Emniyet Genel Müdürlüğü, İktidar Partisinin Kolluk Gücü Haline mi Getiriliyor?

Koltuk hırsına kendilerini adayan iktidarın hırsına yetişmek istercesine yenik düşen birkaç yetkilisinin talimatı ile hareket eden Emniyet Genel Müdürlüğü ve Türk Polis teşkilatına böyle giderse Türk Milletini değil "AKP'nin polisi" diyebiliriz.

AKP'nin muhalifi isimlere karşı yürütülen araştırmalar. Emniyet istihbarat ve Polis Teşkilatını yıpratacak hale gelmiştir.

Başbakan'ın İsparta İl Kongresi'nde EGM'nin AKP'nin muhallilerine karşı yürüttüğü araştırmaları kastederek "Zamanı geldiğinde biz de konuşacağız, şimdi sabrediyorsak bir sebebi var" şeklindeki tehdidi iktidarın ve Başbakan'ın EGM'yi adeta bireysel güvenlik örgütü gibi kullanma güdüsünü yansıtıyordu.

Anka Kuşu Hareketi olarak öncelikli olarak Başbakan RTE, elinizdeki kartlarımız açmanızı sabırla bekliyoruz. İçinde çamaşırlarımız olan bir küçük çantamız hazır, umarız söyledikleriniz altında kalmazsınız.

Türk polis teşkilatının şerefli mensupları sinesinde çıktığınız Türk Milletine olan yükümlülük ve sorumluluklarınızı birkaç makam sevdalısı için unutarak, EGM'ni AKP'nin Başbakan'ın danışmanlarını belediye başkanlarının, Milletvekillerini özel örgütüne dönüştürülmesine önce siz karşı çıkmalısınız.

EGM'nin bazı birimlerini ve üst düzey yöneticilerinin TSK'ya AKP'nin muhaliflerine karşı faaliyet içinde olması kabul edilemez. Atasözlerimizi hatırlayınız.

EGM, AKP'nin Talimatları ve Başbakanın İsteği Üzerine TSK'ya Savaş Açamaz!

Şemdinlideki provakasyon ihanet Danıştay katliamı, son olarak Atabey Provakasyonu ile EGM ve TSK'nın gücünü ve itibarını AKP adına AKP'nin dış destekçileri adına sıfırlama kullanılmaya çalışılıyor.

EGM TSK'nın düşmanı, TSK'da EGM'nin düşmanı haline sokulamaz!

TSK'nın artık dış güdümlü bir iktidar olduğu belgelenen AKP iktidarının karşısında yıpratılmasına alet olmak İngiliz, ABD, Fransız ve İsrail gibi devletler adına Türk Vatanı'na saldırmakla eş anlamlıdır.

TSK'ya açılan savaş Türkiye'ye ve Türk Milletine açılmış bir savaştır. Küresel oyunun karşısında durabilecek milletinin sinesinden çıkmış Türk Ordusunu oyunun parçası haline getirmek isteyen koltuk sevdalılarının hırsına, Türk Polis Teşkilatı alet edilemez.

EGM'nin dış milliyetçi tarikatçılığı ve bölgesel milliyetçiliği tetikleyen, geliştiren, besleyen bir mihrak haline gelen AKP ile ilgili elinde biriken dosyaları yargıya teslim etme zaman gelmiştir.

Başbakan R.T. Erdoğan Yunan Gizli Servisi'nin Elemanı Gibi Davranamaz!..

AKP iktidarının ve arkasındaki dış güçlerin içeride TSK'yi yıpratma ve sindirme, provoke etme gözden düşürme etkinliklerine denk düşen bir dış gelişmede Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan ve bir süredir devam eden gerginliktir.

Türkiye-Yunanistan gerginliği de TSK'yı dışarıdan yıpratma ve saldırgan gösterme, içeride ise gözden düşürmeyi amaçlamaktadır.

TSK'ya karşı hem içeride hem de Yunanistan aracılığı ile dışarıda yürütülen faaliyetlerin odak noktasında AKP iktidarı, yaşananlara, seyirci kalan her fırsatta Türk Ordusu'nu hedef gösteren, Başbakan, Dış işleri Bakanı, İç İşleri Bakanı ve maalesef Meclis Başkanı Arınç bulunmaktadır.

Görüldüğü üzere soru ve sorun çok. Burada en kötü ihtimallerden birisi EGM'nin başka ülkenin gizli servis elemanı ya da gizli servisince kullanılma ihtimali olduğu iddia edilen siyasi seçkinlerin bireysel örgütü haline gelerek Türk Devleti'nin kontrolünden çıkması durumudur.

Adı konulmamış bir asimetrik savaş yaşıyoruz. Bu savaşta bizi yönetenlerin bir kısmının düşmanın adamı olma ya da onlar tarafından kullanılma iddiası var. Tüm yaşananları akıl süzgecinden geçirdiğinizde duygularının ve hırsının kölesi olmayanlar "bu ihtimalde yüksekliği" görüyor.

Hepimiz, hepimizin varlığını hedef alan son gelişmeler ve gerginlikler için Başbakan'dan açıklama bekliyoruz!. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Başbakanlık koltuğuna oturarak ulaşılabilecek en şerefli makama gelmiş Başbakan'a Türk Devleti'nin ve Türk Milleti'nin her şeye vakıf olduğunu, elindekilerin onlarca kere sağlamasını yaptığını hatırlatarak son kez soruyoruz.

  • Hukuken Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanısınız. Ancak politikalarınız, yaptıklarınız karşısında, siz Türkiye'nin Başbakanı mısınız?

  • Etrafınızdaki kadroya bakınca "karanlık ilişkileriniz" var mı?

Türk Milleti'ni gerilime taşıyan demeçlerinizi sonuçlarının Türkiye'den ziyade başka devletlerin işine yaraması nedeniyle soruyoruz. Bir başka ülkenin gizli servisi veya çalışanları ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden itibaren birlikte misiniz?

Türk Ordusu'nu yıpratma çalışmalarına çanak tutan bazı EGM mensuplarının yetkilerini aşmalarına ses çıkarmayarak "Türk Polis Teşkilatını AKP'nin bir kolu haline getirmekle ısrarlı mısınız?"

Size bağlı çalışan bir özel örgüt var mıdır? Soruyoruz ve uyarıyoruz.!

Son gelişmeden gerginliklerin ve hükümet icraatlarının bilgi altyapısı oluştuğunda, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere; bazı bakanlar, bazı milletvekilleri ve bazı üst düzey bürokratlar, yabancı bir ülkenin gizli servisine çalıştıkları iddiasıyla ya da cürmü meşhut ile gözaltına alınıp tutuklanabilir.

Bizden hatırlatması"

 

http://www.millicozum.com/content/view/696/32/

 

.Şemdinli: Devlet’e karşı savaşın adı!

Türksolu Dergisi

Türkiye

Kuzey Fırat

 

Şemdinli ayaklanmasının üzerinden üç hafta geçmesine rağmen, tartışmalar daha da artarak devam ediyor. Elbette bizler tartışmaların bitmesini, olayın üzerinin kapatılmasını beklemiyoruz! Çünkü baştan da söylediğimiz gibi bu uzun yıllardır planları yapılan bir operasyon... Devlete karşı yapılan bir operasyon.

Bu operasyonda, dışardan ve içerden PKK’ya yardımcı olan güçler var elbette. PKK’ya dışardan yapılan yardımlar konusunda hemen hemen herkes bir şey söylemekte; fakat içerden yapılan yardımların, PKK’nın önünün kimler tarafından nasıl açıldığının üzeri atlanmakta.

TÜRKSOLU’nun tespiti şudur ki, devlet içine yerleşmiş bir PKK merkezi var ve bu merkez devlete savaş açmıştır. Kimi devlet kurumları da, bu merkezle birlikte, bilerek ya da bilmeyerek devlete karşı savaşmaktadır.

Şemdinli ayaklanmasından sonra yapılan tartışmalar, devlete karşı bir savaşın sürdüğünü açıktan göstermektedir. Acı olan, devletin bu saldırılar karşısında suskun kalmasıdır. Devlet kendisini savunamamaktadır, devleti savunacak güçler sindirilmeye çalışılmaktadır.

Başta Amerikancı medya olmak üzere, Şemdinli ayaklanması vesilesiyle, toplumun tüm “duyarlı” kesimleri derin devlete karşı savaşmakta, “demokrasi mücadelesi” vermektedir!

Hükümet devlete karşıdır, muhalefet devlete karşıdır!

Elbette bitmeyen sadece tartışmalar değildir; Şemdinli’ye destek adı altında, PKK’nın büyük şehirlerdeki ayaklanma provaları da artarak sürmüştür. İstanbul Küçükçekmece’de, PKK bayraklarıyla, Apo posterleriyle sokağa dökülenler polise saldırmış, bir polis panzeri yakılmıştır. Yine İstanbul’un çeşitli semtlerinde PKK lehine gösteriler düzenlenmiştir. Mersin’de PKK lehinde yapılan gösterilerde bir kişi ölmüştür. Bir sonraki gün ölen kişinin cenazesi PKK bayrağına sarılarak toprağa verilmiştir!

Tüm bu olanlar, demokrasinin bir gereği, insanların baskı ve zulme karşı isyanı olarak kamuoyuna duyurulmaktadır! Oysa her şey ortadadır. Tüm olup bitenler bir plan dahilindedir ve uzun yıllardır hayata geçirilmeye çalışılmaktadır!

Yaşanan savaştır. Türk devletine karşı yürütülen bir savaştır ve ne yazık ki Türk devleti bu savaşta sindirilmeye çalışılmaktadır ve büyük oranda da başarılı olunmuştur.

Şemdinli ayaklanmasına derin devletin sebep olduğunu düşünenlerin, Abdullah Öcalan’dan öğrenmesi gereken şeyler var! Hükümetin devlete karşı savaşı

Bizler, AKP iktidar olduktan sonra, AKP’nin devlete karşı savaşa başladığını söylemiştik. Bu savaş günümüze kadar süregeldi ve ne yazık ki bu süreç devlet aleyhinde gelişti. Devletin en güçlü kurumları, kendisine yapılan saldırıları sineye çekti. Şemdinli’de böyle bir olayın ortaya çıkmasının sebebi de, yaşanılan bu süreçtir. Kendisine karşı yapılanlara ses çıkarmayan devlet, Şemdinli olaylarını yaşamak zorunda kalmıştır.

Şemdinli ayaklanması, devlete karşı savaşta, hükümetin elinde önemli bir silah oldu.

Tayyip Erdoğan’ın, Şemdinli gezisi Amerikancı basında büyük sevinçle karşılandı. Çünkü, bu gezi vasıtasıyla, bazı güçlere mesaj veriliyordu. Mesaj verilen ilk kurumların başında elbette Ordu gelmekteydi.

Amerikancılara, liberallere göre olayların çıkmasında ve bu boyutlara ulaşmasında en büyük suçlu Ordu idi. İnsanların sakinleştirilmesi, doğru çözümü bulmak hükümete düşmüştü. Tayyip Erdoğan’ın “Olayların üzerine gideceğiz, olaylarda sorumluluğu olan herkes hesabını verecek” yönündeki açıklamaları, doğrudan Ordu’ya yönelikti. Çünkü Ordu dışında suçlanan başka kurumlar, başka insanlar yoktu zaten.

Şemdinli olayları, yabancı basında da, AKP iktidarının Ordu’yu siyasetten uzaklaştırması için önemli bir fırsat olarak görülüyordu!

Tayyip Erdoğan’ın Şemdinli gezisi aynı zamanda, hükümet mi yoksa Ordu mu meşru, tartışmalarına cevap niteliğindeydi! Olayları Ordu çıkarmış, yatıştıran ise hükümet olmuştu! O zaman hükümet meşru, Ordu ise gayri meşru idi. Tüm Türkiye’de bu hava yaratılmaya çalışılıyordu.

Hele olaya karışan Ordu mensuplarının yargılanacağının garantisinin verilmesi, hükümeti halk gözünde daha da meşrulaştırıyordu!

Ordu karşısında meşru olan hükümet bu gezi sırasında başka bir gerçekle karşı karşıya kalıyordu! Ortada kendisinden daha meşru bir güç vardı; PKK!

Tayyip Erdoğan’ın gelişinden kısa bir süre sonra, kalabalık bir kitle toplanmış ve protestolara başlamışlardı. Tayyip Erdoğan protestocuları ikna edemezken, başbakanın yanında bulunan, Hakkari ve Yüksekova DEHAP il ve ilçe başkanları tek bir hareketle tüm protestoları durduruyorlardı!

Bu, tüm devlet kurumlarına bir mesaj olmasının yanında, Başbakana da bir mesajdı! “Burada, otorite biziz, burada insanlar bizleri dinlerler, bizler istediğimizi yaparız” mesajıydı.

Başbakan, kendi dışındaki otoriteyi kabul etmişti; Apo’nun “Demokratik Cumhuriyet” projesinin temelini oluşturan Türkiyelilik fikrini, çözüm olarak dillendiriyordu. Belki de Başbakan, Kürtleri ikna edeceğini umuyordu!

PKK’nın yayın organı Özgür Gündem gazetesi, hükümetin tavrını olumlu bulmuş olacak ki, “Hükümet barış için iyi bir fırsat yakalamıştır” diyordu! Barıştan kastı, Başbakanın yaptığı gibi, PKK’nın siyasi taleplerinin dillendirilmesi ve uygulanmasıdır!

“Atatürkçülerin” devlete karşı savaşı

Hükümet devlete karşı bu şekilde açıktan savaş yürütürken, muhalefet de bu savaşta hükümete destek olmaktadır. Kimi “Atatürkçüler” hükümetle birlikte devlete karşı savaş açmıştır.

Olaylar sonrasında, bölgeye giden CHP Hakkari milletvekili Esat Canan’ın ilk söylediği şey, olayın arkasında derin devlet olduğudur. O da böyle bir şeyi PKK’nın yapabileceğini aklının ucundan bile geçirmez!

Esat Canan, olayın hemen ardından, Susurluk’la bağlantı kurmuş ve PKK’nın televizyonu Roj TV’ye demeç vermiştir. Başbakan Tayyip Erdoğan’la aynı düşündüklerini ve Başbakanı iyi niyetli bulduğunu açıklamaktadır! “Sayın Başbakan iyi niyetlidir. Farklı etnik kökene sahip insanlar Türkiye’de kardeşçe yaşayabilmelidir. Anayasa tarafından vurgulanan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı herkes için bir üst kimliktir. Bu iyi niyetli sözlerin gerektiğinden fazla tartışılması yersizdir.” Bu açıklamayı yapan CHP’nin milletvekilidir. Tayyip Erdoğan’ın açıklamasına “sert” çıkış Deniz Baykal’ın kendi milletvekilinin bu sözlerine ses çıkarmaması neyle açıklanabilir?

Roj TV tartışmaları da biraz buna benzemektedir. Roj TV’nin yayınlarının durdurulması için adım atılmasını isteyen Baykal, PKK’nın yayın organı Özgür Gündem gazetesinin yayınlanmasına neden ses çıkarmaz. Sadece Baykal değil Roj TV’nin yayınların durdurulması için kampanyalar düzenlemeyi düşünenler neden kendilerine bu soruyu sormazlar? Tayyip Erdoğan’ın Danimarka’da Roj TV var diye basın açıklaması yapmamasını milliyetçi bir çıkış olarak görenler, kendilerini bir kez daha gözden geçirsinler!

PKK’nın tüm siyasi taleplerini hükümet hayata geçirmektedir. Özgür Gündem gazetesi, hergün Öcalan’ın talimatlarını, siyasi yorumlarını yayınlamaktadır! Tüm bunlar olurken, Roj TV üzerinden yapılan milliyetçilikle kendisini kandıranları, saflığın ötesinde bir şeyle tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Yine benzer şekilde olaylar karşısında Cumhuriyet Gazetesi’nin tutumu, gazetenin gerçekte kime ve nasıl hizmet ettiğinin görülmesi açısından öğreticidir. Cumhuriyet Gazetesi’nde daha olayların başından, bu işin derin devletin bir işi olduğu sonucuna ulaşmıştır. Cumhuriyet ve Özgür Gündem arasında çok fark yoktur. Cumhuriyet’e Öcalan’ın demeçlerine daha az yer verilmesini küçük bir fark olarak ortaya koyabilirsiniz belki. Cumhuriyet, hemen hemen bütün yazarlarıyla hükümettin yanındadır. Derin devletin ortaya çıkarılması mücadelesinde hükümetle birlikte, mücadele yürütebileceğini açıklamaktadır! Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök bile, “devletle PKK arasında tercih yapacaksam neden terör örgütü seçeyim” diye yazarken, ulusalcı geçinen Cumhuriyet gazetesinin PKK yanlısı yayını, gazetenin devlete karşı girişilen kampanyanın içersinde özel misyonla olduğunu göstermektedir.

Öcalan: Herkes Şemdinli halkının mücadelesini örnek alsın

Şemdinli ayaklanmasına derin devletin sebep olduğunu düşünenlerin, Abdullah Öcalan’dan öğrenmesi gereken şeyler var! Avukatlarıyla görüşen Öcalan, “Herkes Şemdinli halkının mücadelesini örnek alsın” açıklamasında bulunmaktadır. Öcalan, Şemdinli olayları sonrasında, “Kimin demokrasi isteyip istemediği ortaya çıkmıştır” açıklamasını yapmaktadır. “İnsanların o psikoloji ile devlet yetkililerine çok büyük zararlar verebileceğini, ancak sağduyulu davranıp çeteci zihniyeti ortaya çıkardığı için başta Şemdinli halkı olmak üzere Hakkari ve Yüksekova halkını selamladığını” söylemektedir.

Öcalan’ın bu açıklaması bile tek başına, olayların arkasında gerçekte kimin olduğunu açık olarak göstermektedir. Bu işten kimin kârlı çıktığı ortadadır. Öcalan ayaklanmadan memnundur. PKK amacına ulaşmış, bölgede devletin değil, kendi otoritesinin olduğunu göstermiştir.

Öcalan, bu açıklamasıyla devleti tehdit etmektedir. Devlet yetkililerine zarar verilebilirmiş, ancak verilmemiş, verilmesi önlenmiş! Devlet PKK’nın insafına kalmıştır. Devletin geleceği Öcalan’ın iki dudağı arasındadır! Sırada yeni Şemdinliler vardır! Seferi Yılmaz görevini başarılı bir şekilde yerine getirmiştir!

Şemdinli’de her yol Seferi’ye çıkıyor!

Yukarıdaki başlık bizim değil, Şemdinli ayaklanmasının “kahramanı” Seferi Yılmaz’la, Özgür Gündem gazetesinin yaptığı röportajın başlığı! Gerçekten de her yol Seferi’ye çıkıyor Şemdinli’de. Seferi Yılmaz Şemdinli’nin en çok sevilen, sözü en çok dinlenen insanlarının başında geliyor!

Seferi Yılmaz daha önceden söylediğimiz gibi PKK’nın Şemdinli sorumlusu! PKK’nın Şemdinli’ye ilk baskını yapan ekibinin içinde yer almış, yargılanmış ve 15 yıl ceza almıştır. Cezaevinden çıktıktan sonra, örgütle bağı kopmamıştır. “Cezaevinden çıktıktan sonra aktif siyasete giriyor” deniyor röportajda. Aktif siyaset yaptığı yer ise DEHAP ve yeni kurulan DTH!

Seferi Yılmaz’ın Şemdinli’de başka bir iş yerine kitapçı açması da ilginç! Şemdinli gibi yerde bir kitapçı! Kendisi de kitapçıyı para kazanmak için açmadığını söylüyor zaten. Şemdinli halkı yoksul diyor. Ama okumaya aç. Herkes okusun diye böyle bir işe giriştiğini söylüyor!

Kitapçı, bir kitapçıdan çok buluşma yeri. İnsanlar orada buluşuyor, tartışıyor bir şeylere karar veriyorlar! Hadi gel de tüm bunlara inan ve altında başka bir şey arama!

Sadece kendi itirafları değil. Olaylar sırasında, yapılan telefon konuşmaları kimlerin böyle bir planı hazırladıklarını göstermekte. Olaylar öncesinde de Seferi Yılmaz’ın, Murat Karayılan ile telefonla görüştüğü, talimatlar aldığı kanıtlanmasına rağmen, hiçbir şey yapılmıyor, suçlu telefonla konuşan değil de, telefonları dinleyen oluyor!

Her şey ortada aslında. Olaya sebebiyet verenler kendi ağızlarıyla bunu itiraf ederken, kimileri hâlâ gerçek suçluları görmezden geliyor. Çünkü hedef gerçeğin ortaya çıkarılması değil, devletin linç edilmesi. Herkes devleti linç etmek için saldırıyor.

Neden Şemdinli sorusuna, Seferi Yılmaz’ın verdiği cevap bile, kimlerin ne planladıklarının ortaya çıkmasına yetiyor. “Hakkari, özellikle Şemdinli halkı, Öcalan’ın barış manifestosuna bağlıdır” diyor Yılmaz!

Şemdinli: “Kuzey Kürdistan’dan, Güney Kürdistan’a” açılan kapı

Olayın başka bir yönü, yine Seferi Yılmaz’ın açıklamalarından ortaya çıkıyor.

Şemdinli coğrafi konumu nedeniyle Kürt örgütleri için kritik önemde. İran ve Irak’la komşu olan bu bölgede büyük rantlar dönüyor diyor Yılmaz. Rant dediği sınır ticaretinden yani kaçakçılıktan elde edilen kâr. Herkes bu kâra sahip olmak istiyor.

Bölgeye hakim olmanın ekonomik kaygılardan öte başka bir anlamı daha var aslında. Şemdinli, Türkiye, İran, Irak üçgeninde yer alıyor ve bu bölge bu üç devletinde en az otorite sağladığı yer. Kurulması düşünülen “Büyük Kürdistan Devleti”nin kesişme noktası.

Burada Kürt örgütler arasında iktidar mücadelesi, kimi zaman üstü kapalı, kimi zaman açıktan devam ediyor. Özellikle Barzani’nin burada faaliyetlere başlaması ve bölge Kürtleri arasında etkili olması PKK’yı korkutuyor. PKK, Şemdinli ayaklanmasıyla, bu bölgede otoritesini sadece devlete değil Barzani’ye de kabul ettirmiş oluyor. PKK’nın Şemdinli’de sağlam durması bölgedeki geleceği açısından önemli.

Devlete saldıran güçleri, biraz da bu hesaplara göre değerlendirmek gerekiyor. Barzani’ye karşı çıkanlar, PKK’nın bölgede hakim olmasından yana. Hattâ insanların önüne, Barzani mi, PKK mı seçeneği her fırsatta çıkarılıyor. Acı olan, devletin tüm bu hesapların dışında tutulması. Türk devleti zaten baştan kaybetmiş kabul ediliyor.

Şemdinli operasyonunun, Türk Ordusu’nun K. Irak’a operasyonun gündeme geldiği şu günlerde ortaya çıkması tesadüfün ötesinde bir şey; bunu görmek gerekiyor!

Elbette bu olayın başka bir boyutu. Ancak bölgeye PKK da hakim olsa, Barzani de hakim olsa Türk devleti açısından bir şey değişmiyor. Otoritesini kaybeden yine Türkiye oluyor, toprağını kaybeden yine Türkiye oluyor.

Ve askerler tutuklanıyor!

Ne yazık ki son gelişmeler, Türkiye’nin son olayda büyük kayıplar verdiğini gösteriyor. Olaylar sonrasında ortaya atılan taleplerin hemen hemen hepsi kabul ediliyor ve uygulanıyor. Bunların başında gelen, olaylara adı karışan askerlerin tutuklanması talebi ne yazık ki yerine getiriliyor.

Tutuklamanın ne için yapıldığının bir önemi yok. Önemli olan tutuklamaların olması!

Tutuklamalar sonrası, bölücü basında bayram havası esiyor: “İyi çocuklar hapiste” diye. Bu tutuklama PKK’nın Ordu’ya karşı kazandığı başka bir zafer oluyor.

Bu karar 50 tanık dinlenerek yapılıyor. Tanıklar yabancı değil elbette! Bombalama olayından birkaç dakika sonra toplanan ve “çeteyi” yakalayan halkın arasından kişiler! Kuzuyu “kurde” teslim ediyorsunuz ve bunun adı hukuk devleti oluyor!

Askerlerin yargılanacakları suç da ilginç: Askerler terör suçundan yargılanacaklar. Yani devletin bölünmez bütünlüğüne karşı harekette bulunmaktan!

Sadece tutuklamalar değil, bunun öncesi de var elbette. Vali görevden alınsın diyorlar, alınıyor, kaymakam görevden alınsın diyorlar, alınıyor. Şu kaymakam görevinden alınırsa infial olur diyorlar yerinde kalıyor. Hükümet PKK’ya teslim olmuş, devlet müdahale edemiyor!

Yanlış hesap Bağdat’tan dönsün artık!

Olaylar sonrasında ortaya çıkan tablo hiç de iç açıcı değildir. Yaşananlardan sonra;

-PKK güçlenmiştir,

-Bölgede Barzani’nin kendisine güveni gelmiştir, fırsat kollamaktadır. Karşısında şimdilik bir tek PKK vardır,

-Hükümet, Ordu’ya karşı bir zafer daha kazanmıştır,

-Teröre karşı mücadele eden güçler belli süreliğine sindirilmiştir,

Yaşananlar ortada. Hayatını devletin geleceğine, vatan bölünmezliğine adamış iki askerimiz tutuklanıyor. PKK ayaklanırken, Ordu, “daha kötü sonuçlara yol açmamak için” kışlasında bekletiliyor! Ordu’nun en önemli komutanlarından birine çetecilik suçlaması yapılıyor ve buna kimse ses çıkarmıyor.

Neden ve nasıl bu günlere gelindiğini birilerinin oturup sorgulaması gerekiyor artık.

Ortada izlenen yanlış bir çizgi var. Devleti yok olmaya doğru götüren bir çizgi!

 

http://www.turksolu.org/96/firat96.htm

 

Emniyetteki örgütün adı: F (Fethullah) tipi Yöneten: Ramazan Akyürek

 Adil Serdar Saçan

 

Danıştaya yapılan saldırı sonrası yaşanan ‘kamuoyunu yönlendirme’ faaliyetini emniyet içindeki Fethullahçı yapılanma örgütledi. Bu örgütlenmenin başında Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek bulunuyor.

İstihbarat Dairesi, Terör Dairesi, Kaçakçılık Dairesi ve Eğitim Dairesi’nde örgütlenmiş durumdalar ve illerin istihbarat teşkilatları bunların elinde. Teknik dinleme yapan polis birimleri tamamen bunların elinde. Dinlemeyi polis mi yapıyor, yoksa polis üniforması giymiş F tipi adam mı yapıyor? Bunu merak eden savcı varsa ben onları isim isim veririm.

Şemdinli’de savcı iddianameyi yazmadan önce, Meclis Araştırma Komisyonu’na İstihbarat Dairesi’nin Başkanı geliyor. Diyor ki, “hırsız içeride dışarıda aramaya gerek yok.” Onu alıyorlar onun yerine sicilinde “Fethullahçı” yazan birini atıyorlar. Adamlarda hiçbir değişiklik yok. Şemdinli iddianamesi, F Tipi örgütünün araştırmalarına göre yazıldı.

Devletin belirli kademeleri ele geçirilmiş. Bu örgütün başı, bir başka ülkenin istihbarat servisi ne derse onu yapıyor. O ülke, o örgüt vasıtasıyla bizim ülkemize operasyon yapıyor. Burada hem hükümete operasyon yapılıyor, hem de bize yani ulusalcı güçlere…


Aydınlık, 28 Mayıs 2006

Türkiye’de ilk Kaçakçılık ve Organize Suçlar Müdürlüğü 1998 yılında kuruldu. Müdürlüğün İstanbul’daki şubesinin kurucusu Adil Serdar Saçan. Saçan, 5 yıllık görev süresince Ömer Lütfi Topal cinayeti, Malki cinayeti, Korkmaz Yiğit, Albayraklar Holding, İGDAŞ, Akbil ve İSTAÇ gibi operasyonlarını yürüttü. AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte görevden alındı. Nedeni, Emniyetteki irticai kadrolaşmaya karşı olması.

Aydınlık Genel Yayın Yönetmeni Emcet Olcaytu, Dr. Adil Serdar Saçan’la İstanbul’da bürosunda konuştu.


AYDINLIK: 

Telefon görüşmemizde “Danıştay saldırısı sonrası yaşanan gelişmeleri Emniyet içindeki Fethullahçı yuvalanmanın organize ettiğini” söylediniz. Bu örgütlenmeyi ve bu olay içindeki rolünü anlatır mısınız?

A. SERDAR SAÇAN: 

Polis Koleji’ne 1978 yılında girdim. Birden Işık Evleri’ni buldum karşımda. Bu yıllar Polis Koleji’nin bu örgüt tarafından ele geçirilme dönemidir. Polis Akademisi’nden o dönem mezun ilk komiser yardımcıları -seçilmiş bir grup Polis Koleji’ne gelmişti. Şimdi kolejdeki örgütlenmeyi yapan bu kişilerin hepsi şu anda emniyet müdürü. Bunlardan birisi de şu anki İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek.

İKİ YIL İÇİNDE İL EMNİYET MÜDÜRÜ OLACAKLAR


Komiserler, Kolej’deki öğrencileri Işık Evleri’ne götürmeye başladılar. Bizim dönemimizden Işık Evi eğitimi almış birçok kişi var. Önümüzdeki 2 yıl içinde onlar il emniyet müdürü seviyesine çıkacaklar. Şu anda müdür yardımcısı durumundalar. O tarihten sonra Polis Koleji ve Polis Akademisi, daha sonra Polis Okulları bu F Tipi örgütlenmenin (Fethullah Gülen örgütlenmesi – Aydınlık’ın notu) eline geçti. Ve emniyet örgütünün yönetici kesiminin büyük bir bölümü, bunlardan oldu.

ÖZAL DÖNEMİNDE ÇIKAN ÖZEL YASA


1985 yılında, “Özel Sınıf” adı altında polis koleji değil, üniversiteyi bitirmiş olan kişileri de aldılar. Bir sene eğitip, 1986 yılında amir yaptılar. Atatürk, Polis Koleji’ni, Cumhuriyet’e bağlı bir polis teşkilatı yetişsin diye kurmuştu. Ama 1985 yılında. Özal döneminde bir yasa çıkarıldı. Böylece; örneğin İlahiyatı bitirmiş adam Polis Koleji’ne girmeden, sınavla Polis Akademisi’ne girdi. 8 ay eğitim görüp, Kolej ve Akademi mezunları gibi yetki sahibi oldular. Bunların büyük bir bölümü “F tipi”dir (Fethullah Tipi). Bunlar şu anda il emniyet müdür yardımcısı düzeyindeler. Önümüzdeki sene itibariyle birinci sınıf emniyet müdürü olacaklar. Emniyet örgütlenmesi içindeki üst yapılanmanın büyük bir bölümü şu anda ne yazık ki, örgütün kontrolüne geçti. Dolayısıyla emniyet birimleri de F tipi örgütlenmenin kontrolüne geçti.
Işık Evleri eğitiminden geçmiş emniyet müdürleri, imam emniyet müdürleri... Üzerlerinde resmi üniforma var ama üniformanın arkasında çok ciddi bir örgütlenmeye bağlı emniyet mensupları var.

“SAVCILARA İSİM VERİRİM”


AYDINLIK: 

Emniyet Genel Müdürü, Danıştay’a saldırı olayının arkasında, adı belli olmayan bir örgütün varlığından bahsediyor?
SAÇAN: 

Ben F Tipi örgütten bahsediyorum. İstihbarat Dairesi, Terör Dairesi, Kaçakçılık Dairesi ve Eğitim Dairesi’nde örgütlenmiş durumdalar ve illerin istihbarat teşkilatları bunların elinde. Teknik dinleme yapan polis birimleri tamamen bunların elinde. Dinlemeyi polis mi yapıyor, yoksa polis üniforması giymiş F tipi adam mı yapıyor? Bunu merak eden savcı varsa ben onları isim isim veririm.

F TİPİ ÖRGÜT SOKAKLARI İZLİYOR


Dinleme kapsamında MOBESE (Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu) diye bir sistem kurdular. Bu sistem bütün sokakları izliyor. Yasal alt yapısı yok. Her yere bir kamera koydular ama her sokağa kamera koyan devlet Danıştay’a kamera koymayı unutmuş. MOBESE’yi kuran firma, bu sistemi kuran örgüt, biraz önce bahsetmiş olduğum grubun kontrolünde.

DANIŞTAY SALDIRISI VE ÖNCESİ


Son olayda Cumhuriyet’e doğrudan sıkılmış bir kurşun var. Atatürkçü olduğu, Cumhuriyetçi olduğu, laik olduğu kesin olan bir üst yargıya Cumhuriyet tarihinde ilk defa sıkılmış bir kurşun. Danıştay’a yapılan saldırı sonrası yaşanan “kamuoyunu yönlendirme” faaliyetini Emniyet içindeki Fethullahçı yapılanma örgütledi. Bu örgütlenmenin başında Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek bulunuyor.


Ancak son olaylar yaşanmadan önce Türkiye’de bir takım olaylar oldu. Bunlardan bazı örnekler vereceğim.


Bir terörle mücadele komiseri, 2001 veya 2002 senesinde Çağdaş Eğitim Vakfı’nda bir kaset buluyor. Önce sızıyor oraya güya komiser. Ve sonra arama yapılıyor vakıfta ve orada kaset bulunuyor. Kaseti bir dinliyorlar. Fethullan Gülen’le ilgili soruşturma yapmakta olan Nuh Mete Yüksel’in seks kaseti. Tesadüfe bakın şimdi. Kim yapıyor operasyonu? Devlet yapıyor ama; devlete sızma, üniforma giyme budur yani. Peşinden Nuh Mete Yüksel görevden alınıyor, sürülüyor.

YÜKSEK YARGIYA SALDIRININ MERKEZİ DE AYNI


Peşinden tekniğe dayalı bir istihbarat operasyonu daha. Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya olayı. Yöntemi bildiğim için söylüyorum. Özkaya laiklikle ilgili bir konuşma yapıyor, laikliği başka tarif eden grup bunu beğenmiyor. Ve Eraslan Özkaya birden bire Alaaddin Çakıcı ile ilişkilendiriliveriyor. Soruşturma yapılınca adamın suçsuzluğu ortaya çıkıyor ama daha evraklar adliyeye gitmeden basında çarşaf çarşaf yazıyor. Burada da operasyonu yapan istihbarat ve kaçakçılık daireleri.


Danıştaya silahlı saldırı yapıldı. Fakat yüksek yargıya yapılan silahsız saldırılar daha önemli. Yüksey yargıya Yargıtay Başkanı’nın şahsında saldırı yapıldı.


Hemen devamında AKP’nin bir milletvekili (TBMM Dokunulmazlıkları Araştırma Komisyonu Başkanı Hüsrev Kutlu – Aydınlık’ın notu) diyor ki “yargıya güvenmiyoruz”. Akabinde Kaçakçılık, İstihbarat Daire Başkanlıkları “Neşter” diye bir operasyon başlatıyorlar. Yargıtay’a otomatik tüfekle saldırı gibi bir olay. “Yargıtay’ın yargıçları, rüşvet aldı” diye telefon görüşmeleri yayınlanıyor. Yüksek yargıçlar karalanıyor. Yargıtay Genel Sekreterliği topa tutuluyor. Sonuçta hepsi beraat ediyor.

BDDK OPERASYONU


Bunun peşenden BDDK Başkanı Engin Akçakoca ele alındı. Adamın evinin yanında bir depo bulunuyor. Evraklar bulunuyor ihbar gelmiş falan filan. Adam “lanet olsun” dedi gitti. Hedef gösteriliyor. Polis hazır. Polis dediğim, bizim Türkiye Cumhuriyeti polisi değil.

FERHAT SARIKAYA IŞIK EVLERİNE GİTMİŞ Mİ? ARAŞTIRILSIN


Devam ediyorum... Van 100. Yıl Üniversitesi meselesi. Orada hedef kim? Üniversiteler. Neden Çete’ye sokuldu orada rektör. Çünkü o tarihteki mevzuata göre telefonları dinlemek için çete mensubu olması lazım. Hemen İstihbarat Dairesi ve malum örgüt faaliyete başladı. 

Daha enteresan bir şey. Rektör Aşkın’ın avukatı (TBB eski başkanı Teoman Evren-Aydınlık’ın notu) Ankara’da, şimdiki Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok’la birlikte aynı büroyu kullanıyor. Bu büroya giriliyor, talan ediliyor. Bu da yüksek teknik kullanabilecek kişiler tarafından yapılabilecek bir arama. Ondan sonra da Şemdinli olayı meydana geliyor. Burada da askere kurşun sıkılıyor. Herkes bu savcı yetkisini aştı falan filan dedi. Peki bu savcı kim? Son olayda Muzaffer Tekin’in dedesine kadar araştırıyorsun. Bu savcıyı araştırdılar mı? Bu savcı ışık evlerine hiç gitmiş mi acaba? Şemdinli’de bir güç gösterisi var. TSK’nın en üst düzeydeki paşası çetecilikle suçlanıyor. Bu güce kim sahip Türkiye’de.


Dikkat edin. Şemdinli’de savcı iddianameyi yazmadan önce, Meclis Araştırma Komisyonu’na İstihbarat Dairesi’nin Başkanı geliyor. Diyor ki, “hırsız içeride dışarıda aramaya gerek yok” Onu alıyorlar onun yerine sicilinde “Fethullahçı” yazan birini atıyorlar. Adamlarda hiçbir değişiklik yok. Şemdinli iddianamesi, F Tipi örgütünün araştırmalarına göre yazıldı.

SAVCI İSTANBUL POLİSİ HAKKINDA SORUŞTURMA AÇMALI


AYDINLIK: Son soruşturmada da Bakan Mehmet Ali Şahin, “Süprizlere hazır olun” dedi.

SAÇAN: Somut olay şu. Cumhuriyet Gazetesi üç defa bombalandı. Birinci bombalamada, tamam, polis olarak bu eylemi yersiniz. İkinciyi yemezsin, gazetenin önünde tedbirini alırsın. Bu olay örneğin Zaman Gazetesi’ne olsaydı, ikinci eylem yapılabilir miydi? İddia ediyorum yapılamazdı. Neden oraya bir izleme aracı atmıyorsunuz. Üçüncüyü de attılar. Ekipler orada duruyor, adamlar yürüyüp gitti. Aynı adamlar Danıştay’da Cumhuriyet’in hâkimini katletti. Ondan sonra polis çıkıp “biz başarılıyız” diyor. Aynı yerde üç olay oluyorsa bir kere bu görevlilerin yakasından tutacaksın. Hiç soruşturma açıldı mı bunlar hakkında? Aksine ödüller veriliyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın bu konuda soruşturma açması lazım. En azından “görevi ihmal” var burada. Ondan sonra Ankara adamı yakalayınca İstanbul polisi, “Ben bu adamları vermem, bu adamlar Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba attı” diyor. Ankara’daki eylem olmasaydı sen yakalayamıyordun ki bunu. Bence o adam oraya yakalanmak için gitti zaten. Bu ya görevi ihmaldir, ya da acemilik sebebiyle ölüme sebebiyettir. Bir komplo varsa komplo buradan başlıyor.

İSTİHBARAT DAİRESİ’NİN OLANAKLARINI KULLANIYORLAR

AYDINLIK: Komplo, Fethullahçı yuvalanmadan sağlanan imkânlarla mı yapılıyor?

SAÇAN: Tabii tabii. İstihbarat dairesi, kaçakçılık dairesi. Dikkat edin hepsi tekniğe dayalı. Telefon görüşmeleri... Eraslan Özkaya telefonla görüşmüş, bir avukatın bürosunda Nuh Mete Yüksel’le ilgili kaset çekiliyor. Planlı...
Danıştay saldırısı öncesi de Başbakan, “Danıştay 2. Daire’nin kararı şöyle böyle” dedi saldırı oldu. Polis Yargıtay’a operasyon yaptı.

BASIN İŞİN PSİKOLOJİK HAREKATINI YAPIYOR


AYDINLIK: Basın, polisten gelen bilgileri sorgulamadan bunun peşinde koşturup gidiyor. Muzaffer Tekin bağlantısı diye bir şey ortaya atıldı. Basının bilgi yetersizliğinden mi?

SAÇAN: Basın ne veriliyorsa onu yazıyor. O merkez aynı zamanda bu işin psikolojik harekâtını da yapıyor. Onlar ne verirse basın da onu yazıyor.

AYDINLIK: Tüm bunları kim planlıyor?

SAÇAN: Şemdinli olayıyla bu iki olaya baktığınızda bu olaydan zarar görenlerden biri kabul etsek de etmesek de hükümet. İkincisi, ulusalcı olan bir yargıç öldü, ulusalcı olan bir grup zarar gördü. Bir de askere bağladılar işi. Bu iki gücü “İstediğim an kafa kafaya tokuştururum” diyen üçüncü bir güç çıkıyor ortaya. Bu üçüncü gücü destekleyen yer neresi? Biraz evvel bahsettiğim devlete sızmış olan, “biz X imamına bağlıyız” diyen grup. Bunlar taşeron. Planlayan kim peki? İran meselesinde hem hükümet hem ordu bir merkezin verdiği işi yapmadılar veya geciktiriyorlar. Devletin belirli kademeleri ele geçirilmiş. Bu örgütün başı, bir başka ülkenin istihbarat servisi ne derse onu yapıyor. O ülke, o örgüt vasıtasıyla bizim ülkemize operasyon yapıyor. Burada hem hükümete operasyon yapılıyor, hem de bize yani ulusalcı güçlere…


O güç diyor ki, “siz biz ne dersek yapmak zorundasınız. Yapmadığınız zaman biz artık sizin ülkenizde Danıştay’ı basacak güçteyiz. Yarın kafamızı bozarsanız Milli Güvenlik Kurulunu da basarız” diyor adam yani.

 

http://www.ip.org.tr/lib/pages/detay.asp?goster=haberdetay&idhaber=149

 

.Aslolan, haritadan silme kararlılığını gösterebilmektir!

 

Türkiye

Kuzey Fırat

 

 

Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde, 9 Kasım öğleden sonra Umut kitap evine bomba atıldı. Bombayı attığı iddia edilen üç kişi, kitap evi sahibi ve vatandaşlar tarafından yakalanıp güvenlik güçlerine teslim edildi! Linç edilmek istenen bir kişi, linçten polislerin yardımıyla kurtuluyordu.

Şemdinli’de son iki ayda, 16 bombalama gerçekleşse de, son olay kadar ses getirmemişti bu 16 bombalama! Çünkü bombalamaların tamamına yakınını askeri binalara ve kamu binaları yapılmıştı.

Yine bombalamalar sonucunda 15 askerimizin şehit olmasına, 20’den fazla kişinin de yaralanmasına rağmen bu olaylar ne Şemdinli’deki kadar “büyük tepkilerin” ortaya çıkmasına neden olmuş ne de medyada yer alabilmişti!

Kitap evinin bombalanmasından kısa bir süre sonra, hemen hemen Şemdinli’nin tamamına yakını toplanıyor, toplanan kalabalık kamu binalarına saldırıyor, bu binalar tahrip ediliyor, askeri araçlara saldırılıyor, yollara barikatlar kurularak PKK kontrol noktaları oluşturuluyordu.

Medya ve Şemdinli tek ses tek yürek!

Bombalamayı gerçekleştirdikleri iddia edilenlerden ikisin ordu mensubu, bir kişinin de PKK itirafçısı olması nedeniyle herkes aynı soruyu soruyordu: İkinci Susurluk vakası mı?

Yine benzer şekilde, bu kişilerin tahrip edilen arabalarında bulunan silahlar ve çeşitli dökümanlar “isim listeleri”, resimler, “ikinci Susurluk”’a işaret ediyordu. Yani medyanın deyimiyle kirli işlere bulaşan devlet görevlileri, kendilerini devletin yerine koyan devlet görevlileri ve bunlara destek olan, teşvik eden siyasiler, üst düzey ordu mensupları! Her şey bu kadar basitti!

Ayaklanan Şemdinlililer, yıllardır terörden bıkan, barışı, insan haklarını devletin kendilerine adam gibi davranmasını isteyen garibanlardı!

Haklıydılar, devlet dairelerine saldırırken, bayrağı yakarken haklıydılar! Devlet yıllardır kendilerine zulmetmişti. Temiz Şemdinli’ler, kirli devlete karşı savaşmaktaydı yıllardır ve son bombalama olayıyla birlikte kirli devletin foyası ortaya çıkmıştı!

Medyada esen hava tam da buydu. Kirli devlete karşı temiz insanların savaşı!

Bu olay kimilerine göre, devletin kendisini vatandaşına affettirmesi için önemli bir fırsattı! Her köşeden aynı ses yükseliyordu: Olayı örtbas etmeyin! Olaya karışanları yargılayın, cezalandırın ve kendinizi affettirin! Başta Şemdinliler olmak üzere bütün insanlar sizden bunu beklemekte!

Orduya güvenmeyenler Başbakanı göreve çağırıyordu! Başbakan olayın üzerine gitmeli ve “kirli ilişkiler” içersinde bulunan devlet görevlileri cezalarını çekmeliydiler!

Yani, ordu suçluydu, polis suçluydu, devletini koruma görevini kendisine misyon edinmiş vatanseverler suçluydu!

PKK'nın ayaklanma çağrısı yapan yayın organıŞemdinli’nin PKK için önemi ve Seferi Yılmaz

Herkes bu değerlendirmeyi yapıyordu. Ortada ne PKK, ne PKK’nın şehit ettiği askerlerimiz, ne PKK’nın çağrısıyla ayaklanan insanlar vardı!

Her şeyi devletin üzerine yıkma çalışanlara, PKK’ya karşı mücadele eden insanları köşeye sıkıştırmaya çalışanlara birkaç hatırlatmada bulunmak isteriz.

Herkes kendi kendisine şu soruyu sorsun öncelikle. Tüm bu olayların özellikle Şemdinli’de yaşanması, arkasından Hakkari’nin diğer ilçelerine daha sonra, PKK ile hala sıcak çatışmaların olduğu Van gibi Ağrı gibi illere sıçraması bir tesadüfün sonucu mudur yoksa başka bir şey midir?

Şemdinli’nin PKK için ayrı bir önemi vardır. Şemdinli PKK’nın en güçlü olduğu yerlerin başında gelmektedir. İlçenin kendileri için önemini de şu şekilde açıklanmaktadırlar:

“(Şemdinli) Birincisi stratejik bir üçgende bulunmaktadır. İran, Irak ve Türkiye’yi birbirine bağlayan siyasal ve askeri bir odaktır. Burada (Şemdinli’de) diri, duyarlı bir halk potansiyeli vardır. (PKK Şemdinli halkına istediğini yaptırabilir, Şemdinli halkı harekete geçmek için PKK’nın küçük bir işaret vermesi yeterlidir). Yanı başında Yüksekova, yüzbinlerle gerilla cenazesini sahiplenmiş sıcak bir kent. Kürt demokrasi hareketi (PKK) açısından ele alındığında, halkın kitlesel eylemlilik ve hareketliliği açısından oldukça faal bir zemin. Bu özelliğiyle diğer Kürt bölgelerini etkileyerek tetikleyecek bir konuma sahip.”

Şemdinli’nin PKK için böyle bir stratejik öneminin olmasının yanında tarihi bir önemi de vardır. 1984 yılında PKK, adını Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla duyurmuştu. Bu baskında tüm ilçe halkı PKK’nın yayında yer almıştı. Bugün olduğu gibi, o günde kepenkler inmiş, kamu binalarına saldırılmıştı!

Tesadüfe bakın ki, bu baskını gerçekleştirenler arasında yer alanlardan bir tanesi, kitap evi bombalanan Seferi Yılmaz’ın ta kendisidir! Yılmaz her ne kadar, “15 yıl cezaevinde kaldım, cezamı çektim” dese de, bölgede PKK’nın önemli adamlarından bir tanesidir. Şu anda DEHAP’ın onursal üyesi ve DTP’nin kongre delegesidir.

Devletin yalanlarından PKK’ya sığınırım!

Ne hikmetse Yılmaz’ın söyledikleri inandırıcı gelirken, söyledikleri üzerinden devlet suçlanırken, subayımızın anlattıkları daha başından reddedilmektedir. Herkes olay açıklığa kavuşturulsun derken aslında, subaylarımızın ve askerlerimizin cezalandırılmasını istemektedir!

Eğer bombayı PKK’nın attığı kanıtlanırsa olay açıklığa kavuşmayacaktır!

Ne diyor subayımız; “Bombayı kendi dükkanına Seferi Yılmaz atmıştır. Biz olay sırasında tesadüfen oradaydık ve patlama sesinin duyduğumuzda bakmak için arabadan indik.”

Herkes bu olasılığı daha başından reddetmektedir. Ancak kimse kendi kendisine şunu sormamaktadır. Bombalama sonucu dükkanda bulunanlardan bir kişi ölürken, Seferi Yılmaz nasıl kurtulmuştur? Bombayı attığını iddia ettiği kişiyi yakalamakta kendisine yardımcı olan kişilerin olay yerinde hazır bulunmaları düşündürücü değil midir?

Şemdinli, metropol değildir. Büyük sayılabilecek bir tane caddesi vardır. Yine bombanın atıldığı pasaj, tek pasajıdır ve bu cadde üzerindedir, günün tamamına yakının bu pasaj önünde veya yakınında geçirmeniz büyük olasılıktır. Hele Ordu mensubuysanız zamanınızın büyük çoğunluğu burada geçecektir çünkü hayat olan tek yer burasıdır!

Tüm bu gerçeklerden soyutlayarak, olayı devletin üzerine yıkmak, başta Ordu olmak üzere teröre karşı savaşan güçleri köşeye sıkıştırmaya çabalamak ve tüm bunlara devletin göz yumması Türkiye’nin terör karşında ne kadar acz içersinde olduğunun bir göstergesidir. Terör örgütü, tüm gücüyle saldırırken devlet, geri adım atmaktan çekinmemektedir. Teröre karşı savaşma kararlılığından uzaktadır! Suçlu olmadığı halde suçluluk psikolojisi içersindedir. PKK psikolojik üstünlüğü neredeyse ele geçirmiştir.

İkinci Susurluk yaygarasının en önemli sebebi budur. Savaşan güçlere karşı psikolojik üstünlük kurma çabasıdır. Eğer olay ikinci Susurluk olarak kabul ettirilirse, PKK “Susurluğa karşı” eylemlerin öncülüğünü üstlenecektir! Liberali, şeriatçısı, saf ulusalcısı, devlete karşı savaşta PKK’nın en büyük destekçisi olacaktır. Bu şekilde, teröre karşı savaşan güçler sindirilecek, her alanda PKK hakimiyeti kurulacaktır.

Susurluk’un tasfiyesi dedikleri şey, devletin teröre teslimiyetinin ta kendisidir aslında.

“Olay zihniyet meselesidir”

Tayyip Erdoğan’ın, “Asıl mesele zihniyet meselesidir, asıl sorun zihniyet sorunudur” dediği şey teslimiyet zihniyetinin hakim kılınmasından başka bir şey değildir.

Ne eleştiriliyor en çok? Kendisini devletin geleceğine, vatanın bütünlüğüne adamış birileri çıkıyor teröre karşı savaşıyor, kendisini devlet yerine koyuyor! Tayyip Erdoğan’ın eleştirdiği zihniyet budur. Devleti koruma zihniyeti. Devletin kendisini savunma olanakları ortadan kaldırılmışsa, devlet kendisini koruyamayacak duruma düşürülmüşse, elbette birileri çıkıp devletine sahip çıkacaktır. Bundan daha normal bir şey yoktur. Devletini korumak için elinden ne geliyorsa yapacaktır.

Nasıl Filistinli, Iraklı, vatanını korumak için, ölüme gitmekten çekinmiyor, vücuduna bağladığı bombalarla vatanını savunuyorsa, bu vatanı savunmak için birileri aynı yola başvurduğunda bunun kim engelleyebilir? “Devletsiz yaşamaktansa, vatansız kalmaktansa kendimi yakarım” diyen insanı kim engelleyebilir? Başbakanın beğenmediği zihniyet, milletin genlerinden kaynaklanan zihniyettir. Birileri sonradan, insanların kafasına vatan sevgisini, millet aşkını aşılamaz, bu aşk, bu sevgi doğuştan gelir. Unutturulmaya çalışılsa da günün birinde mutlaka ortaya çıkar, eğer zamanı gelmişse büyük bir silah olarak düşmanın karşısına dikilir. Doğal olan budur. Bunun tersinin düşünmek, onca saldırıya karşı eli kolu bağlı bir köşede ne olacağını beklemek, sesiz kalmak, geleceğini karşı tarafın insafına bırakmak ihanetin ta kendisidir. Vatansız ve devletsiz kalmanın ilk adımıdır.

Böyle yapıldığı için Türkiye bu noktaya gelmiştir. İlk hareket hep karşı taraftan beklenilmiş, önceden önlem alınmamış, düşmanın hareketine göre strateji geliştirilmemiştir. Yaşadığımız süreç bu yanlışın sonucudur.

Komplocular nerdesiniz; kimin işine yaradı diye neden sormuyorsunuz?

ABD’ye 11 Eylül saldırısı olduğunda, “bu saldırı kimin işine yaradı” diye soran ve “11 Eylül saldırısı ABD’nin işine yaramıştır, bunundan dolayı bu saldırıyı ABD yapmıştır” cevabını verenler, gariptir ki, Şemdinli’de yaşananlar karşısında aynı tavrı göstermekten çok uzaktadırlar.

Patlayan bomba, devlete karşı ayaklanmasının sebebi olmuş, esnaf kepenk kapatmış, lise öğrencileri okulları boykot etmiş, hemen hemen tüm devlet kurumlarına saldırılmıştır.Yollara barikatlar kurulup, kimlik kontrolleri yapılmış, devlet iradesinden bağımsız bir güç ortaya çıkmış, “devlet” gibi davranmıştır!

Bu işten zararlı çıkan devletken, tüm bunların sebebi yine devlet olarak gösterilmiştir!

İktidarı, muhalefeti herkes Ordu’yu, teröre karşı direnen güçleri suçlamaktadır.

Dış müdahaleye zemin hazırlanıyor

Olayların arkasında yatan bir gerçek de, Türkiye’nin elinin kolunu bağlamak, dış müdahale için zemin hazırlamaktır. TÜRKSOLU’nun yıllardır söylediği, Diyarbakır merkezli özerk bir Kürt bölgesi yaratılması ve bunu başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya kabul ettirme çabası Şemdinli olaylarında kendisini göstermektedir.

Halk devlete karşı önce Şemdinli’de ayaklanmış, bu ayaklanmadan birkaç gün sonra, Diyarbakır’da yapılan “Kürt Sorununa Demokratik ve barışçı Çözüm” mitingi Şemdinli’ye destek mitingine dönüştürülmüş, on binlerce insan PKK ve Apo lehine sloganlar atmış, devlete karşı savaş yemini etmiştir. (Bu mitingin tarihi daha önceden bellidir. Şemdinli olaylarının bu tarihe rastlaması, mitingin Şemdinli’ye destek mitingine dönüştürülmesi de ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir noktadır.)

Hemen arkasından Yüksekova’da, başını PKK’nın çektiği ayaklanma girişimlerinde bulunulmuş, Van ve Ağrı’da benzer olaylar yaşanmıştır. Devlet güçleri kalabalığı durduramayınca, Kürtçe konuşan belediye başkanından yardım istemiş ve kalabalık sakinleşmiştir. Bu şu demektir aynı zamanda; Kürtçe konuşan belediye başkanı günü geldiğinde, Kürtçe konuşarak durdurduğu kalabalığı, yine Kürtçe konuşarak harekete geçirebilecektir. Çünkü insanlar devleti değil, belediye başkanını dinlemektedir! Orada devlet otoritesi değil, belediye başkanının otoritesi tanınmaktadır!

Dışarıya verilen mesaj bellidir. Bu bölge, ayrı dilin konuşulduğu, farklı bir yaşamın olduğu, insanların devlet tarafından öldürüldüğü, ezildiği, isyan eden insanların yaşadığı bir bölgedir. Şemdinli’ye Felluce benzetmesinin yapılması boşuna değildir. Felluce’yi bombalayan işgalci ABD ise Şemdinli’li bombalayan işgalci Türkiye’dir.

Fransa’da “varoşlar” neden isyan ediyorsa, Türkiye’de Kürtler onun için isyan etmektedir!

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in “Brüksel Şemdinli’deki sesi duy” feryadı, müdahale isteğinden başka ne olabilir?!

Birilerinin önü kesilmeye mi çalışılıyor?

Yaşanan gelişmeler tüm bunların yanı sıra işin içinde başka hesaplarında oluğunun göstermektedir. Özellikle hükümetin geleceği ile ilgili çeşitli meseleler karşımıza çıkmaktadır.

Bu hükümetin bir darbeyle gideceğini ve bunun hazırlıklarının yapıldığını aylar önce yine bu sayfalarda yazmıştık. Hükümetin, ABD desteğini kaybetmesi, ABD’nin hükümete güvenmemesi, çeşitli alternatifleri ortaya çıkarmaktaydı. Hükümet için en büyük tehlike, Ordu içersinde kendine karşı gelişecek bir hareketti. Kendisine karşı gelişecek hareketi, şimdiki Genelkurmay Başkanı’yla engellemeyi başaran hükümettin, Genelkurmay Başkanı’nın değişmesi halinde önemli bir dayanağı ortadan kalkmış olacaktır.

Ordu içersinde, Şemdinli olayları karşısında iki ayrı sesin yükselmesi, ister istemez akıllara çeşitli sorular getiriyor. Genelkurmay Başkanı’nın “Ben personelimi ne suçlarım, ne de korurum” açıklamasına karşılık, KKK Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın, olayda adı geçen Ali Kaya isimli astsubaya sahip çıkması Ordu içerisinde yaşanan ayrımı gözler önüne sererken, Tayyip Erdoğan’ın, Ordu ve Cumhurbaşkanlığı ile “Temizlik anlaşması” yaptığını açıklaması, olaya karışanların ergeç yargı karşısına çıkartılacağının garantisini vermesi, ortada bir hesaplaşmanın olduğunu göstermekte.

Genel kanı, bu olay üzerinden Yaşar Büyükanıt’ın yıpratılmaya çalışıldığı ve Genelkurmay Başkanı olmasının engellenmesi için çeşitli yollar arandığı yönündedir. Şeriatçıların, “Bu olay mutlaka aydınlatılmalı. Eğer aydınlatılmazsa, örtbas edilirse ikinci bir 28 Şubat’ın arifendeyiz” kaygısı ile şimdiki Genelkurmay Başkanı’na destek olmaları, kendilerine karşı olabilecek bir hareketi engelleme çabalarının açık bir göstergesi.

Hükmetin, türban konusunda aldığı tavır, başbakanın yurtdışı gezilerinin çoğunlukla şeyhliklere olması, herkesin aklına “28 Şubat Müdahalesini” getiriyor! Hele AİHM’in türban kararından sonra, “bu iş AİHM’in değil ulemanın işidir. din meselesidir. Dinen bu mesele bizim istediğimiz gibidir” yönündeki açıklamaları, şeriatçıların kaygılarını daha da arttırmıştır. Hükümete yapılacak bir müdahale, Yaşar Büyükanıt’ın Genelkumay başkanı olması, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı üzerinde yaptığı hesapların suya düşmesi demektir!

Tüm bunlardan dolayı Şemdinli olaylarının, Yaşar Büyükanıt’ın ipini çekmek için kullanıldığını söylemek çok yanlış bir değerlendirme olarak gözükmüyor!

Musul’u nasıl kaybettiysek, K. Irak’a girmemiz aynı şekilde engelleniyor: Şemdinli İsyanıyla

Olayın bir diğer boyutu da, Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren önemli kararların arifesinde böyle bir şeyin patlak vermesi. Org. Yaşar Büyükanıt’ın “PKK yurt içersinde, eski sayısına ulaşmıştır. Teröristler çoğunlukla K. Irak’tan girmektedir. Bunu engellemek için çeşitli tedbirler alınmıştır” yönündeki açıklamalarıyla birlikte, PKK’nın K. Irak’ta imha edilmesi yönünde hazırlıkların olduğu bilinmekteydi. Tam da bu hazırlıklar bitmek üzereyken böyle bir olayın patlak vermesi, hele hele olayın Şemdinli’de olması ister istemez, Musul’u nasıl kaybettiğimizi akıllara getirmiştir.

İngilizlerle Musul görüşmeleri sürerken, aynı zamanda Musul’u almak için askeri harekat planları hazırlanmaktadır. Tüm hazırlıklar bitmiş, tam harekete geçilecekken Şemdinli ve Şeyh Sait isyanı patlak verir! Ve Musul’u alma planı ertelenmek zorundan kalınır. Bu plan hiçbir zaman hayata geçirilemez.

1925 gerçekleşen bu isyanın bir benzerinin aynı ilçede, Ordu Kuzey Irak’a girme hazırlıklarını tamamlamışken patlak vermesinin bu anlada tarihi bir anlamı vardır.

Bu benzerliğe karşılık, 1925’te isyanda, isyanın elebaşıları idam edilmiş, 2005 yılındaki isyanda ise, devlet kendisini vatandaşına affettirme telaşı içine düşmüştür!

TÜRKSOLU haklıdır, herkes kendisini gözden geçirecek!

TÜRKSOLU’nu, izlediği Kürt politikası yüzünden eleştirenler, yaşanan son gelişmelerle kendilerini gözden geçirme, olayları tekrar değerlendirme fırsatı yakalamışlardır. Hakkari merkezli yaşanan ayaklanma provaları, TÜRKSOLU’nun, “Kürt istilası” tespitinin ne kadar doğru, önlem alınmazsa nelere malolacağının görülmesi için önemli bir fırsattır. Şemdinli’de başlayan ayaklanma, kısa sürede Hakkari’nin diğer ilçelerine sıçramış, arkasından PKK’nın güçlü olduğu diğer illerde benzer olaylar yaşanmıştır. Bu olaylar karşısında devlet pasif durumdadır. Ayaklanmayı “engelleyen” yine ayaklanmayı çıkartanlardır. Devlet, kendisini bu adamların insafına bırakmıştır.

Eğer bu gidişe dur denilmezse, yarın bu bölgede çıkacak isyanın büyük şehirlere yayılmasını kimse engelleyemeyecektir. PKK, doğuda, bu ayaklanma ile gücücünü sınama, aynı zamanda dosta düşmana gösterme fırsatı yakalamıştır ve büyük ölçüde istediğini elde etmiştir. Bu bölge, şimdilik PKK tarafından teslim alınmış gözükmektedir. Buradaki gücünü pekiştirdikten sonra büyük şehirlere el atması gecikmeyecektir. Devletin benzer bir olayda, yine benzer bir şekilde kendisini bu adamların insafına bırakması sonunu getirecektir.

İş o noktaya varmadan, devletin gerekli önlemleri alması, her ne pahasına olursa olsun gelişmelere anında müdahale etmesi kaçınılmazdır. Bu iş, hükümete, sivil toplum örgütlerine, siyasi partilere bırakılmayacak kadar hassastır. Devleti koruması gerekenler, görevlerini yapmayacaklarsa, devleti koruyacak birileri mutlaka çıkacaktır! Aslolan, haritadan silme kararlılığını gösterebilmektir!

 

http://www.turksolu.org/95/firat95.htm

 

Büyükanıt Paşaya Miloseviç sonu hazırlanıyor

 

Ali Özsoy

 

 

Karayılan: Çetenin Başı Büyükanıt

Esas hedef AB’nin son dayatması “Uluslararası Ceza Mahkemesi Yasası”nın yıl sonuna kadar Meclis’ten geçirilmesi ve Van Savcısı gibilerinin AB kanatları altında istedikleri TSK subayına saldırabilmesi.

AB’nin dayattığı bu yeni “uyum yasasına” göre “savaş suçu”yla itham edilen herhangi bir komutan, hangi rütbede olursa olsun, kolluk güçleri tarafından hiçbir ulusal merciden ve yargı organından izin almadan tutuklanıp, yurt dışına çıkarılıp yargılanıp cezalandırılabilecek.

Lahey’deki veya Roma’daki bir mahkemenin herhangi bir terör örgütü üyesinin başvurusu sonucu alacağı kararla teröre karşı savaşan bir Türk subayı yargılanabilir. Bu yargılama ve tutuklama kararına Türkiye hükümeti uymak zorunda olacak ve uluslararası yükümlülükleri çerçevesinde Türk subayını yakalayıp AB’ye teslim edecek.

Katliam emrini kim verdiABD’nin imzalamadığı bu sözleşmeyi, AKP iktidarı Türkiye adına imzalayıp, yasalaştırmaya hazırlanıyor.

O zaman sadece Büyükanıt Paşa değil, Türkiye’nin bütünlüğü için savaşan tüm subay ve askerler “savaş suçlusu” damgasıyla yargılanabilir. Esas hedef bu. Şemdinli “iddianamesi”ni kim hazırlattı sorusunu soranlar, “Uluslararası Ceza Mahkemesi Yasası”nı kim yasalaştırmak istiyor sorusuna yanıt versinler doğru sonuca ulaşırlar.

Yargılanmak istenen, Türk Ordusu ve terörle mücadele

Şemdinli’nin Türk Ordusu’na karşı ABD, PKK ve ABD’nin Türkiye’deki “derin” işbirlikçilerinin bir komplosu ve saldırısı olduğunu TÜRKSOLU ilk günden yazmıştı. Bugün Türk Ordusu’na saldırının esas amacı bütün boyutlarıyla ortaya çıkmaktadır.

Savcının “iddianame”sinde Büyükanıt ismi öne çıktı. Büyükanıt’ın dosyasını Askeri Savcılığa gönderen Van Savcısı, Büyükanıt’ı ve O’nunla birlikte bölgede terörle mücadele eden üst düzey yedi komutanı çete kurmak, çıkar amacıyla görevi kötüye kullanmak, yargıyı etkilemeye çalışmak hatta “devlet terörü” uygulamak gibi suçlarla itham etti ve suç duyurusunda bulundu.

Org. Büyükanıt’ın hâlen Kara Kuvvetleri Komutanı olması, esas yargılanmak istenenin onun şahsında Türk Silahlı Kuvvetleri ve teröre karşı verilen mücadele olduğunu açıkça göstermektedir.

Hurşit Tolon'a yapılan protestoTürkiye bu noktaya adım adım nasıl geldi hatırlayalım.

Türk Ordusu’nun Ortadoğu’daki gücünü ve manevra kabiliyetini ortadan kaldırmak isteyen ABD, terörist başı Apo’yu Türkiye’nin ele geçirmesine izin verdi. Ardından ABD ve AB dayatmasıyla salt Apo için idam kararı kaldırıldı.

AB süreci adı altında Kürtçü bölücülüğün yasallaşma süreciyle birlikte Apo’nun yargılanması ve cezalandırılması AİHM tarafından adaletsiz ilan edildi.

TÜRKSOLU’nun 2002 yazında öngördüğü süreç, yani Apo’nun salınıp Meclis’e taşınması süreci, bir koldan ilerlemektedir.

Ancak esas önemli süreç, Türk Ordusu’nun kuşatılıp tasfiye edilmesi sürecidir. Kürtçü bölücülüğün yerelde ve merkezde iktidara taşınması süreciyle paralel ilerleyen Türk Ordusu’nu tasfiye sürecinin adına, AB ve sivilleşme süreci dendi. MGK’nın sivilleşmesi ve tasfiyesi, Kıbrıs, Ege, Kuzey Irak’ta kırmızı çizgilerin terk edilmesi, ulusalcı olarak bilinen paşaların tasfiyesi sürecin bir sonraki adımıydı.

Sırp Kasabı hücrede öldüŞimdi sürecin son aşamasına gelindi. Batı, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğü için verdiği mücadeleyi gayri meşru, bölücülüğü ise meşru görmektedir. Bu çerçevede Türk Ordusu en son, AB temsilcisi Ladjendik’in ifadesiyle “kirli bir savaş yürüten”, “bu savaştan çıkar elde eden”, “bu yüzden çatışmaları kışkırtan” bir “savaş suçluları” topluluğudur.

Van Savcısı’nın iddianamesinin temel tezi de budur. Bu “iddianame”ye göre bürokrasi ve ordu içinde bir grup, terör tehdidini “gerçekte olduğundan daha fazla” abartılarak devletin şiddetli önlemlere başvurmasının yolunun açılması, bölgedeki idari sisteme olağanüstü yönetim araçlarının hâkim olmasının sağlanması, birinci ve ikinci halde bölgedeki güvenlik kaosunun siyasi otorite üzerinde baskı unsuru olarak kullanılmasının yolunun açılması, son olarak ise bütün bu sayılanların üzerinde Türkiye’nin temel politik yönelimlerinin (modernlik projesi, AB süreci) akamete uğratılması ve merkezdeki siyasi/bürokratik yönetim elitinin güç ve yerlerini muhafaza etmesi” için şiddet eylemleri örgütlemiş ve çete kurmuştur.

Savcı zaten Ladjendik’in Türk Silahlı Kuvvetleri’ne saldıran ifadelerini doğrudan iddianamesine almakta ve esin kaynağını saklamamaktadır. “Bürokrasinin bizzat kendisi devletin bekasını tehdit eder noktaya gelebilir” diyerek savcı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm bürokrasisini bir suç çetesine indirgemektedir.

 

Gerçek Şebeke Ortada

Her şey açık. Van Adliyesi’ndeki Kürt-İslamcı, Nurcu operasyon ekibini, AKP Adalet Bakanlığı yaklaşık bir yıl önce atamayla oluşturdu.

“İddianame”nin temel dayanağı olan AKP iktidarı boyunca trilyonluk kamu ihalelerini kapan Diyarbakırlı Nurcu işadamı ve gazetesinde Hizbullah’ı açıkça savunan Kürt-İslamcı Mehmet Ali Altındağ’ın Meclis Komisyonu’nda verdiği ifadedir.

Altındağ’ı Meclis’e eskiden beri avukatı olan AKP Diyarbakır Milletvekili Cavit Tosun çağırdı. Altındağ’ın ruhsatsız silahla Van Adliyesi’ne girmesini engelleyen polisleri sürgün eden, Altındağ’ın telefonuyla hemen ulaştığı yakın arkadaşı AKP’li İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu bulmacanın diğer önemli ismidir.

AKP’li Milli Eğitim Bakanı Çelik’in abisinin yakın arkadaşı Van Savcısı Sarıkaya, Altındağ’ın Meclis Komisyonu’na verdiği ifadeyi yasadışı bir şekilde AKP’li Komisyon Başkanı Musa Sıvacıoğlu’ndan sızdırdığı gibi, iddianameyi mahkemeye sunmadan, yine yasaları çiğneyerek e-mail ile Sıvacıoğlu’na ilk önce gönderdi.

Gerçek şebeke ortadadır.

Tüm oklar “yargı göz bebeğimizdir” diyen Tayyip ile “bağımsız yargı konusunda ders almalıyız” diyen Gül’e işaret etmektedir.

Ordu’ya saldırının ABD, AB, PKK ayaklarının yanı sıra Savcı’yı “fazla idealist” ilan eden AKP ayağı da ortadadır.

Şeriatçı ve bölücü basının yayınları da açıkça bunu göstermektedir.

Van Savcısı Sarıkaya

 

 

PKK devlet, Türkiye Cumhuriyeti örgüt konumuna indirgeniyor

Bu “iddianame” ile Van Savcısı Türk devletinin varlık nedenini sorgulamaktadır. Bölgedeki terör ortamından doğrudan devlet güçlerini sorumlu tutmaktadır. Öyle ki, Şemdinli’de son 6 ayda onlarca güvenlik gücünün şehit edilmesine ve yaralanmasına neden olan 17 bombalama olayından dolayı açıkça Bölge Jandarma Komutanı’nı sorumlu tutmaktadır.

“Jandarma Komutanı Erhan Kubat göreve gelmeden önce bombalama olayları yoktu” iddiasını ortaya atan savcı, 17 bombalamanın yalnızca 2’sini PKK’nın üstlendiğini, zaten PKK’nın kendi kitlesine zarar vermek istemeyeceğini, en fazla 2 eylemi daha PKK’nın yapmış olabileceğini geri kalanın 14 eylemin ise kesinlikle PKK eylemi olamayacağını iddia etmektedir.

Atatürk, Cumhuriyet savcılarının, isimlerinden anlaşılabileceği gibi Cumhuriyet’ten yana taraf olduğunu belirtir. Ancak Van Savcısı PKK’nın açıklamalarını objektif kabul etmekte, PKK’nın halka zarar vermek istemeyeceğini iddia etmekte ve terör eylemleri için Jandarma Komutanı’nı sorumlu tutabilmektedir.

Yine Savcı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni Terörle Mücadele Yasası çerçevesinde devletin kendi kendini terörist ilan edebileceğini iddia etmekte ve şu yargıyı öne sürmektedir: “Yukarıda yapılan tanımlardan ve tecrübelerden hareketle devlet dışı organizasyonların devleti hedef alarak terör eylemi gerçekleştirebilecekleri gibi devlet içerisindeki bir takım organizasyonların da terör eylemi gerçekleştirebileceği kabul edilmektedir. Ancak bu noktada şu soru kritik önem kazanmaktadır: Devlet içerisindeki odaklar neden terör eylemi gerçekleştirmektedirler?”

Sorunun cevabını yine Savcı vermektedir:

“Cumhuriyet’in ilanında da kabul edilerek devam ettirilen modernlik projesi Kürt milliyetçiliğinin ve siyasal İslâm’ın devletin temel yaklaşımlarına hâkim olmasını temel tehdit unsurları olarak belirlemiştir.”

Savcı’ya göre merkezdeki “bürokratik elit” çevreden gelen “Kürt milliyetçisi ve siyasal İslâm” etkisine karşı durmak için “çeteleşmektedir.”

Bu noktada sanık sandalyesine oturtulmak istenenin sadece Büyükanıt ve TSK değil, Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyetin temel ilkeleri olduğu açıktır. Tıpkı Batılı emperyalistlerin ve bölücü beslemelerinin iddia ettiği gibi devlet gayri meşru temellerde kurulmuştur, bu yüzden kendini savunmak için sürekli suç işlemekte ve “savaş suçluları üretmektedir.”

Türkiye Cumhuriyeti artık bir örgüt konumuna indirilmekte, PKK ve her türden devlet düşmanı güç ise iktidar ve devlet olma konumuna yükseltilmektedir.

Bu yol Lahey’e çıkar

Teröre karşı mücadele eden devlet görevlilerini suçlu ilan etmenin varacağı son nokta Türk komutanlarının ve askerlerinin savaş suçlusu olarak yargılanmasıdır.

Zaten AB yetkilileri iddianameyi memnuniyetle karşılamış ve bir “dönüm noktası olabilir” demiştir.

PKK’nın yayın organı, Van Savcısı’nı göklere çıkarmaktadır. Yine PKK terör örgütünü K. Irak’tan yönlendiren Karayılan: “Büyükanıt savaş suçlusu ve çete lideri olarak yargılanmalıdır” diyerek iddianameye taraf oldu.

“İddianame” yıllardır PKK’nın “kirli savaş” ilan ettiği terörle mücadeleye karşı propaganda olarak ortaya sürdüğü tüm uydurmaları gerçek ihbar ve delil olarak ele alıyor. Kulp’ta ortaya çıkan cesetlerden, Gaffar Okan suikastına kadar pek çok terör eylemini Türk Ordusu’na ve Büyükanıt’a mal ediyor. PKK’nın internet sitesini kaynak göstermekten çekinmiyor.

Son günlerde PKK yanlılarının topladığı, 1 milyonu aştığı iddia edilen imzanın temel talebi de Türk Ordusu’nun teröre karşı fiili görev üstlenmiş tüm komutanlarının “savaş suçlusu” olarak yargılanması. Bu imzalar Brüksel’e ve Lahey’e gönderiliyor. Teröre karşı mücadele etmiş ve toplumda saygı gören paşalara yönelik, PKK taraftarları bu çerçevede provokatif saldırılarda bulunuyor.

En son Hurşit Tolon Paşa’nın Ege Üniversitesi’ndeki konferansını basmaya kalkan PKK yandaşları “Savaş suçlularının yeri üniversite değil, mahkemedir” pankartı açtılar.

İşte AB sürecinin ve ABD’ye taviz çizgisinin geldiği nokta. Terörist başı Apo’nun serbest bırakılması tartışılırken, TSK komutanları “savaş suçlusu”, on binlerce şehit ve gazimiz ise “çete üyesi” ilan ediliyor.

Esas hedef Uluslararası Ceza Mahkemesi Yasası

“İddianame” üzerine pek çok teori üretildi. Olayda AKP parmağından ve TSK içinde 30 Ağustos öncesi çatlak yaratma çabalarından bahsedildi. Bunların hepsinde gerçeklik payı var.

Ama esas hedef AB’nin son dayatması “Uluslararası Ceza Mahkemesi Yasası”nın yıl sonuna kadar Meclis’ten geçirilmesi ve Van Savcısı gibilerinin AB kanatları altında istedikleri TSK subayına saldırabilmesi.

AB’nin dayattığı bu yeni “uyum yasasına” göre “savaş suçu”yla itham edilen herhangi bir komutan, hangi rütbede olursa olsun, kolluk güçleri tarafından hiçbir ulusal merciden ve yargı organından izin almadan tutuklanıp, yurt dışına çıkarılıp yargılanıp cezalandırılabilecek.

Lahey’deki veya Roma’daki bir mahkemenin herhangi bir terör örgütü üyesinin başvurusu sonucu alacağı kararla teröre karşı savaşan bir Türk subayı yargılanabilir. Bu yargılama ve tutuklama kararına Türkiye hükümeti uymak zorunda olacak ve uluslararası yükümlülükleri çerçevesinde Türk subayını yakalayıp AB’ye teslim edecek.

ABD’nin imzalamadığı bu sözleşmeyi, AKP iktidarı Türkiye adına imzalayıp, yasalaştırmaya hazırlanıyor. O zaman sadece Büyükanıt Paşa değil, Türkiye’nin bütünlüğü için savaşan tüm subay ve askerler “savaş suçlusu” damgasıyla yargılanabilir. Esas hedef bu.

Şemdinli “iddianamesi”ni kim hazırlattı sorusunu soranlar, “Uluslararası Ceza Mahkemesi Yasası”nı kim yasalaştırmak istiyor sorusuna yanıt versinler doğru sonuca ulaşırlar.

AKP iktidarı ABD ve AB’nin Türkiye’ye yönelik son ölümcül darbesine hizmet ediyor. Bu iddianamenin PKK, ABD ve AB’yle birlikte taraf olan diğer gücü de, Van Savcısı’nın da belirttiği “bürokrasiye rağmen ayakta durmaya çalışan siyasi otorite” yani AKP iktidarıdır.

Miloseviç’leştirme operasyonu

İşin en acı yanı TSK’ya operasyonun, TSK içine sızmış bazı güçleri de kullanma olasılığının belirmesidir. Şemdinli’ye o subayları gönderip, PKK tuzağına düşürenler kimdi?

PKK’nın propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalıştığı sözde toplu mezarların yerlerini bildirip kazdırtanlar kimler?

Ancak TSK görevlilerinin bilebileceği sırlar nasıl olup da bölücü odakların ve Türkiye düşmanlarının eline geçebiliyor?

Eğer birileri kariyer ve komutanlık sevdasıyla ABD ve AB emperyalistlerini de arkalarına alıp, Türk Ordusu’nun karalanması ve bölücülüğün güçlenmesi pahasına bu tür eylemler içine giriyorlarsa büyük bir gaflet ve hıyanet içindedirler demektir.

Çünkü bu süreç tüm Türk Devleti’nin ve Ordusu’nun tasfiye edilmesi sürecidir ki, bu işten kişisel çıkar ve gelecek umanlar en büyük zararı görecektir.

Van Savcısı iddianamesinde, Jandarma’nın yetkilerini artık Emniyet’e (İçişleri Bakanlığı ya da meşhur Abdülkadir Aksu diye okuyabilirsiniz) teslim etmesini talep ediyor. “Cumhuriyet’in kuruluşundan beri devam eden olağanüstü güvenlik önlemlerinin” artık aşırı kaçtığını ve bırakılması gerektiğini öneriyor. Bu, Jandarma’nın ve Türk Ordusu’nun terörle mücadele mevzisinden uzaklaştırılması demektir. Komutan yargılamaları da bu yüzden gündeme geliyor. Bir sonraki aşama, PKK yandaşı yerel yönetimlerin yerel iktidarı tamamen ele geçirmesi ve BM’yi savaş suçlularına karşı müdahaleye çağırmasıdır.

Bu noktadan sonra gelinecek nokta Büyükanıt Paşa dahil Güneydoğu’da görev yapmış tüm komutanlarımızın “Sırp kasabı” denen ve binlerce Müslümanın ölümünden sorumlu tutulan Miloseviç’in damgasını yemesidir. Büyükanıt’la birlikte adı anılan başlıca paşalar Hurşit Tolon, Aytaç Yalman gibi Güneydoğu’da yıllarca görev yapmış diğer üst düzey komutanlardır. Zaten TSK’da kuvvet komutanı veya Genelkurmay Başkanı olan son yıllardaki tüm isimler terörle mücadelede yer almış komutanlardır.

İşin ilginci bir tek şimdiki Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Güneydoğu’da değil, yıllarca görev yaptığı yurtdışındaki NATO karargahlarında sivrilmiştir. Ortaya atılan teorilerde AKP ile Hilmi Özkök’ün adının yan yana anılması bu yüzden daha etkili olabilmektedir.

Batının kendi eli kanlı katillerini asla yargılamadığını biliyoruz. Yine Batılı emperyalistlerin başlattığı Yugoslavya iç savaşının sorumlularından gösterilen Miloseviç ise daha yargılanmadan öldürüldü.

Türk komutanlarını Miloseviç gibi bir soykırımcı olarak göstermek isteyen Batının eline fırsat geçtiğinde, Türk Ordusu’na ve Türkiye’ye nasıl bir kinle saldıracağı tahmin edilebilir.

Büyükanıt Paşa’nın 30 Ağustos’tan önce önü kesilmek isteniyor yorumu hafif kalmaktadır.

Bu gerçeğin sadece küçük bir parçasıdır. Esas olan, Türkiye’nin parçalanması ve yok edilmesinde son adımların atıldığıdır. Türk Ordusu son kale olduğu için hedefte. Son kale de direnmez veya içeriden düşürülürse yük tamamen milletin omuzlarına kalacaktır.

Savcı iddianamesi değil sanki PKK bildirisi

Aslında Van Savcısı Sarıkaya’nın iddianamesinin dili, delil ve ihbar olarak ortaya sürdüğü belgeleri ve fikir yapısı bile pek çok şeyi ortaya çıkarmaktadır. Metin son derece ideolojik bir metindir. Dili ideolojisini yansıtmaktadır. Radikal ve Gündem gazeteleri bir komisyon kursa ve iddianameyi kaleme alsalar ancak böyle bir metin ortaya çıkabilir.

Savcı Şemdinli olaylarının devletin üst düzey görevlilerinin çıkardığı bir provokasyon olduğu kanısının güçlü olduğunu vurgularken PKK bağlantılı “www.kerkuk-kurdistan.com/pdf/semzinan1105_2.pdf” internet sitesini kaynak gösterebiliyor. Yine savcının 20 sayfalık ifadesine yer verdiği Şemdinli olaylarıyla hiçbir ilgisi olmayan baş “tanık” Altındağ ifadesinde PKK’lılara milis diyor. Kendi işyerinde de “milislerin” çalıştığını kabul ediyor. İşin ilginç savcının kendisi bile bu jargonu benimseyip iddianamede yer yer terörist yerine “milis” ifadesini kullanıyor.

Yine savcının iddianamesinde ihbarlar bölümünde PKK yandaşı olduğu çok belli olan isimlerin ihbarları isimleri C.K. gibi kısaltmalarla gizlenerek veriliyor. Savcının baş tanıklarının hepsi PKK yandaşı DTP’li belediye başkanları. Hatta Şemdinli Belediye Başkanı Hurşit Tekin PKK sempatizanı olduğunu ifadesinde de gizlememektedir: “Bu olayı PKK’nın yaptığını düşünmüyorum. Çünkü PKK’nın içerisinde de yer alan insanlar bu yörenin insanıdır, bu vatanın evladıdır. Herkes bu karmaşa ortamının sona ermesini ve demokratik bir ortamın olmasını istiyor. Zirâ yapılacak etkinlik de bir barış ve şenlik günüdür. Bu günde kanımca PKK’nın böyle bir eylem yapacağını düşünemiyorum. Orada bulunan kişilerde barış istiyor, karmaşa istemiyor.” Savcının tanıklarına göre bölgede karmaşa ve terör istemeyen PKK’dır. Yine savcının ifadesine ve tanıklara göre ise illegal bir örgüt ve yapılanma olan JİTEM ve JİT (yani Jandarma İstihbaratı) ise karışıklıktan esas sorumludur.

Savcı JİTEM’in bir terör odağı olduğuna kanıt olarak ise yine PKK’nın yayın organına konuşan ve örgütün uzantısı Aram Yayınevi’nden kitabı çıkan, İsveç’te yaşayan eski PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan’ın “itiraflarını” gösteriyor. Yanlış anlamayın, bunlar Aygan’ın devlete yaptığı itiraflar değil. PKK’nın ifadesiyle kendilerine yaptığı itiraflar. Savcı için de bunlar suç duyurusu niteliği taşıyor. PKK artık bu ülkede suç duyurusu yapabiliyor.

Savcıya göre her türlü PKK propagandası delil olabiliyor. Ancak Şemdinli’deki PKK hükümlüsü eski bombacı Seferi Yılmaz’ın dükkanına atılan el bombasının MKE yapımı standart bomba değil, Alman yapımı PKK’nın kullandığı bomba çıkması bir delil olamıyor. Çünkü “şüpheli Ali Kaya’nın savunduğu şekilde MKE yapımı el bombalarının araç içerisinden karmaşa ve karışıklık ortamında terör örgütü mensupları veya yandaşlarınca değiştirmeleri gerekeceği, bu varsayımın ise dosyadaki delil kapsamına göre gerçekleşmesi mümkün değildir.” Yani Savcı’ya göre JİTEM’in her şeyi yapması mümkün ama PKK’nın ve yandaşlarının terör ve provokasyonun baş sorumlusu olması mümkün değil. Bundan olacak ki, jandarma subaylarını linç etmeye çalışan gruptan olduğunu açıkça itiraf eden isimler bile Savcı’nın huzuruna sanık değil tanık olarak çıkabilmiş.

Savcı açıkça PKK’yı ve Türk Ordusu’nu eşitlemektedir: “Hem terör organizasyonunun eylemi, hem de buna karşı yürütülen operasyonun kendisi “toplumsal mühendislik” amacı taşımaktadır” diyerek Türk Ordusu’nu terörün esas kaynağı olarak göstermektedir. Ama zannedilmesin ki PKK’ya karşı yeni bir terörle mücadele yöntemi önerilmektedir. İşte Savcı’nın “Kürt sorununa” çözümü: “Yine belirtildiği üzere yüzyıllardır akrabalık ilişkileri içerisinde harmanlanan Suriye, İran ve Irak’taki yapılar, büyük ölçüde Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu ile benzerlik taşımaktadır ve etkileşim içerisindedir. Dolayısıyla bölgeye yönelik çözümlerin buraları da içine alacak bütüncül projeler üretmeksizin mümkün olamayacağı düşünülmektedir.” Savcı, PKK’nın Pankürdist “demokratik konfederasyon” programını iddianamesinde resmen dile getirmiş. Ancak ne yalan söyleyelim tam olarak Apo’nun terminolojisini kullanmamış. Kullandığı jargon 80 öncesinin azılı bölücü terör örgütlerinden “Beş Parçacılara” daha yakın.

Son olarak savcı PKK’nın K. Irak’taki şefi Karayılan’ın, “Büyükanıt çetenin başıdır, yargılanmalıdır” talimatını kendi duygusal üslubuyla dillendirdiği cümleyi seçiyoruz: “Kan ve gözyaşı üzerinden politika üreten ve menfaatlerini temin için devletin bütün mekanizmasını kullanmaktan çekinmeyen güçlerin birtakım üst makamlara gelmesi halinde ise Devletin bekası için son derece tehlikeli bir durum ortaya çıkabilir.” Burada açıkça Büyükanıt kastediliyor. Ama “devletin bekası” derken hangi devletten bahsediliyor anlaşılamıyor. Barzani’nin ABD kuklası terör devletçiği mi yoksa Apo’nun “Kürt konfederasyonu” mu?

 

http://www.turksolu.org/103/ozsoy103.htm

***

.Evin içindeki hırsız yoksa Sabri Uzun mu?

Ali Özsoy

Evin içindeki hırsızlara bu sorularla ulaşınSabri Uzun

Savcı Sarıkaya’nın Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt şahsında Türk Ordusunu çete iddiasıyla hedefe oturtan iddianamesinden sonra TÜRKSOLU olarak gerçek şebekenin ve çetenin kaynağını ortaya koymuştuk.

Şemdinli iddianamesindeki amaç, Türk Devletini örgüt, PKK terör örgütünü ise yargılayan merci konumuna getirmekti.

Eğer savcı, Meclis Araştırma Komisyonu üyeleri, Diyarbakır AKP milletvekili Cavit Tosun, AKP’li bürokratlar, bölgedeki PKK taşeronu belediye başkanları ve AKP iktidarının en tepesine kadar uzanan ağ açığa çıkarılıp yargılanmazsa devlete yapılan saldırı yanıtsız kalacaktır.

Türk Devleti ya teröristleri ve işbirlikçileri yargılayacak ve cezalandıracaktır ya da ABD ve AB’nin “savaş suçlusu terör devleti” listesine dahil olarak kendini yargılatacaktır.

Hırsız evin içindeyse kilit bir işe yaramazİşe önce devlete sızan PKK ve yabancı devlet ajanlarıyla başlamak şart. Devletin içi temizlenmeden, PKK temizlenemez, silinip yok edilemez.

Bu açıdan baktığımızda Meclis Araştırma Komisyonu’na Büyükanıt ve ondan önce bölgede görev yapan bütün komutanlara “çete” imasıyla suçlamalarda bulunan, AKP’nin İçişleri Bakanlığı’na bağlı Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun’un “hırsız evin içindeyse kilit işe yaramaz” açıklaması daha çok anlam kazanmaktadır.

Sabri Uzun’un bu açıklamasını mercek altına alalım. Uzun, bu sözleri Türk Ordusu’na çeteleşme ve sivil halka PKK süsü vererek bomba atma suçlamaları dahil pek çok suçlama yönelttiği Meclis Araştırma Komisyonu toplantısında söyledi. Bunlar aslında iftira niteliğindedir, çünkü Emniyet istihbaratının başındaki kişi olarak, tek bir belgeye dayanmaksızın, kişisel yorum olarak ortaya atılmıştır.

Hırsız meselesine geri dönersek şu soruların yanıtları bizleri gerçek hırsıza ulaştıracaktır:

1. Sabri Uzun’un Meclis Araştırma Komisyonu’na verdiği ifadeyle Tayyip Erdoğan’a sunduğu “bilgi notunda” kendi Emniyet Genel Müdürünü, 2004 tarihinden önceki tüm Jandarma Genel Komutanlarını, Org. Yaşar Büyükanıt’ı suçluyordu.

Yaz aylarından beri PKK’nın yoğunlaştırdığı bombalı saldırıları jandarmanın gerçekleştirdiğini iddia ediyor, amacın siyasi iktidarı yıpratmak ve 27 Mayıs tarzı bir darbe gerçekleştirmek olduğunu ifade ediyordu. Başbakanın ve Genel Kurmay Başkanı’nın hedefte olduğunu iddia ediyordu.

Sabri Uzun’un iddialarının uzun süredir PKK yayın organlarında, Gündem gazetesinde, Vakit gibi gerici yayın organlarda yer alan propagandalarla birebir aynı olması ne anlama gelmektedir?

Sabri Uzun’un istihbarat faaliyeti bölücü yayınları takip etmekten mi ibarettir?

Nasıl olur da PKK iddiaları devletin zirvesinde “bilgi notu”, “komisyon ifadesi” olarak yer alabilir?

Devletin emniyet kurumunun istihbarat başkanı “hırsız” diye devlet içinde çete varsayımıyla güvenlik görevlilerini karalarken, “hırsız” olarak teröristleri ve işbirlikçileri kabul edecek istihbarat organı hangisidir?

2. Sabri Uzun’un bu iddiaları hemen hemen aynı cümleleriyle savcı Sarıkaya’nın iddianamesinde yer aldı. Daha Sarıkaya’nın iddianamesi basına sızdırılmadan önce komisyonda Uzun “Savcı doğru yolda” demişti.

Sabri Uzun’a kim tarafından Şemdinli iddianamesiyle ilgilenme görevi verildi?

Tayyip Erdoğan’a sunduğu Türk Ordusu’nu suçlayan “bilgi notu” aslında bir çalışma raporu mu?

Uzun, AKP iktidarının Jandarma İstihbaratının görev alanını sınırlandırma, şehir merkezlerinin dışına atma ve fiilen terörle mücadeleden uzaklaştırmaya yönelik çalışmalarını desteklemekte midir?

Sıklıkla yaptığı siyasi yorum ve tahlillere bir ekleme yaparak jandarmanın iç güvenlikten tasfiyesini savunan ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Yasası’nın onaylanmasını isteyen AB ile ortak görüşte olup olmadığı konusunda kamuoyunu aydınlatabilir mi?

3. Sabri Uzun Meclis Araştırma Komisyonu’nda niçin Roj TV ve PKK’yı savundu? Devletin resmi raporunda bile Roj TV’nin 5 dakika içinde Şemdinli’deki bomba olayıyla ilgili canlı yayına geçtiği yazılıyken, Uzun niçin bunun yalan olduğunu, PKK’nın halka zarar verecek bomba atamayacağını savundu?

Şemdinli’de bombalardan birinin Fethullah Gülen’e yakın bir dershaneye atıldığını, bunu da PKK’nın yapamayacağını savunan Uzun, niçin böyle bir iddia ortaya atıyor?

PKK-Roj TV-Gülen ve Sabri Uzun arasındaki bağlantı nedir?

Jandarma düşmanı, CIA ve FBI dostu

4. Kendi başarılarını övmek için CIA ve FBI ile en sıkı işbirliği içinde olan İstihbarat Daire Başkanı olduğunu, bu sayede El Kaide’ye karşı Sakka operasyonu gibi çok başarılı işler başardığını savunan Uzun, CIA ve FBI ile ne düzeyde ve hangi konularda görüşmektedir?

ABD için El Kaide’ye karşı istihbarat toplamak dışında Türk Devleti için terör örgütü PKK’ya karşı istihbarat çalışması yapmakta mıdır?

ABD ile bu ülkenin El Kaide mücadelesine destek olmanın ötesinde başka bir işbirliği de var mıdır?

PKK örgütüne karşı ABD’nin kamuoyunca çok iyi bilinen gizli-açık destek tavrını paylaşmakta mıdır?

5. PKK’nın elinde devletin istihbarat raporları olduğu, JİTEM raporlarının PKK’ya sızdırıldığı artık medya manşetlerine kadar sızdı. Şemdinli’de görev yapan jandarma subaylarıyla ilgili bilginin o gün PKK’ya ulaştırıldığı da ortadadır.

Subaylar nasıl tuzağa düşürüldü?

Devletin içinde PKK için çalışan “hırsızlar” kim?

6. Kasım 2005’ten itiba-ren Jandarma’nın istihbarat raporlarına atılması gereken üçlü imzadan MİT ve Emniyet istihbaratının imzaları niçin eksiktir?

Jandarmanın tüm operasyonlarını yasadışı göstermek gibi bir gayret mi söz konusudur?

Sabri Uzun görevden alındı. Peki Meclis Araştırma Komisyonu’nda Jandarmayı suçlayan bölge MİT görevlisi Ç. Ş. hâlâ görevde midir?

Hırsızlar ortaya çıkıyor

TÜRKSOLU’nun geçtiğimiz sayısında Orduya yönelik saldırılarda PKK’nın eline geçen devlet içindeki gizli bilgileri sızdıran kaynağı sormuştuk.

Artık “evin içindeki hırsızların” kim olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor.

Emniyet istihbaratının artık terörle mücadelenin değil, ters yöndeki amaçların hizmetinde olduğu açığa çıktı.

MİT’in durumu ise belli değil.

“Hırsızı eve sokan” ise bizzat sorumlu mevkide olan İçişleri Bakanı Aksu ve Başbakandır.

Türkiye’yi istihbarat kurumları kendi aleyhine çalışan bir devlet durumuna getirdiler.

Bir kısım bürokratın ismi artık medyada açıkça ifade ediliyor. Hilmi Özkök’ün geç de olsa gelen sert açıklaması ve Büyükanıt’ın Tayyip Erdoğan ile görüşmesinden sonra sınırlı da olsa devlet içinde artık kendini gizleyemeyen Kürtçü-İslamcı şebekenin üyelerinin üstüne gidilmeye başlandı.

Sarıkaya Adalet Bakanlığı müfettişlerince soruşturuldu ve cezalandırılması istendi.

Sabri Uzun görevinden kızağa çekildi.

Şimdi ise Tayyip Erdoğan’ın tüm suçlama ve iddialara karşın koruduğu ve asla toz kondurmadığı bilimsel sahtekarlığı sabit, müsteşarı Ömer Dinçer’in görevden alınacağı konuşuluyor.

Van’a giden Meclis Araştırma Komisyonu üyeleri Ordu kışlasına sokulmadı. Astsubay Ali Kaya’yı sorgulamaya kalkan Komisyon üyeleri adeta kendileri sorgulandı.

Artık süreç tersine dönmeli.

Eğer devlet kendini savunmaz ve bu iş yarıda kalırsa Şemdinli operasyonu PKK ve onu besleyen iç ve dış güçlerin başarı hanesine yazılacak. İsminden çokça bahsedilen bürokratlar siyasi iktidarın uzantısıdır. Kimse Ömer Dinçer, Sabri Uzun, Savcı Sarıkaya’nın durup dururken irtibata geçip Orduya tertibe giriştiğini iddia edemez. Sabri Uzun, Abdülkadir Aksu’nun bürokratıdır,

Sarıkaya’yı Van’a, Adalet Bakanı Çiçek göndermiştir.

Meclis Araştırma Komisyonu’nu, Ömer Dinçer’i, tüm bakanları seçen ve bürokraside son üç yılda oluşturulan Kürtçü-İslamcı şebekenin başında bulunan isim AKP lideri Tayyip Erdoğan’dır.

Türkiye’de hukuk devleti hatta devlet kaldı mı sorusunun yanıtı ancak tüm bu sorumlu mevkidekiler soruşturulduğunda ve cezalandırıldığında bulunabilir.

Yoksa her gün şehit olan vatan evlatlarının kanı sadece yerde değil, devlet içine sızan “hırsızların” da ellerinde kalacaktır.

 

http://www.turksolu.org/104/ozsoy104.htm

***

Sabri Uzun, Ferhat Sarıkaya yetmez
ABD'nin Kürt-İslamcı çetesi yargılanmalı

Ali Özsoy

 

 

Sarıkaya, Büyükanıt’a düzenlediği tertibin altında kaldı. Gizli muhtıra var mı

Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un görevden alınmasından sonra, meşhur Şemdinli İddianamesini yazan Van Savcısı Ferhat Sarıkaya da Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) kararıyla “meslek onuru ve şerefini lekelemek” suçundan dolayı meslekten ihraç edildi. Medya bunu domino taşlarının devrilmesi olarak yorumladı.

Böylelikle Türk Devletinin kendini savunması ve yasaları uygulaması için bir şans doğdu. Bu süreç bazıları tarafından Ordunun siyasete yeniden ağırlığını koyması olarak adlandırıldı. Oysa tam tersine son yaşananlar, 2002 yazında başlayan ABD-AB destekli sivil AKP darbesine karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasal kurumlarının yeniden normal bir şekilde işleyişinin müjdecisidir.

Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt’ın AKP lideri Tayyip Erdoğan ile görüşmelerinde verilen sert mesajlar, sonra kulislere AKP iktidarına Ordu tarafından muhtıra verildiği şeklinde yorumlandı.

Akşam gazetesi yazarı Şakir Süter’in iddiasına göre AKP’ye Ordu tarafından 22 orgeneralin toplanması sonucu 7 maddelik bir muhtıra verildi. Bu muhtıranın ilk dört maddesinin de, Sabri Uzun, Ferhat Sarıkaya ve Başbakan’ın meşhur danışmanı Ömer Dinçer’den başlayarak çeşitli isimlerin Ordu’ya yönelik provokasyondan dolayı cezalandırılmaları ve görevlerinden alınmaları olduğu iddia edildi.

Gerçekten de önce Uzun sonra da Sarıkaya’yla “domino taşları” devrilmeye başladı. Bundan sonra gelmesi gereken isimler hakkında herkes bir tatmin yürütüyor.

 

Atılması şart
hukuki adımlar

Sabri Uzun görevden alındı ve Savcı Sarıkaya meslekten “meslek onuru ve şerefinden” yoksun olduğu için ihraç edildiyse bu tasarrufların yasal sonuçları da olmalıdır. Eğer şu hukuki adımlar atılmazsa sadece iki isim harcanmış olacaktır ama ABD ve PKK’nın devlet içine sızmış Kürt-İslamcı işbirlikçi çetesi aynen varlığını koruyacaktır:

1. Sarıkaya’ya destek veren Güneydoğu’nun 15 ilinin baro yönetimi hakkında Adalet Bakanlığı soruşturma başlatmalıdır.

2. Sarıkaya hakkında bölücü terör örgütü PKK’ya yardım ve yataklıktan soruşturma açılmalıdır..

3. Van Cumhuriyet Başsavcısı Kemal Kaçan ve vekili İbrahim Özer, iddianameyi kabul eden Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Hakim İlhan Kaya ve diğer üyeler de meslekten men edilmeledir.

4. Sabri Uzun’un kendi ifadesiyle açığa çıkan CIA ve FBI bağlantısı çerçevesinde hakkında soruşturma başlatılmalıdır.

5. DTP’li 57 Belediye Başkanı görevden alınmalı ve yargılanmalıdır.

6. DTP hakkında Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini, bölünmez bütünlüğünü, Anayasal rejimini tasfiye etmek amacıyla yasadışı faaliyetlerde bulunmak tan dolayı kapatma davası açılmalıdır.

Başbakanlık Şakir Süter’i şiddetle yalanladı. Ancak Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasında Süter’in gazeteciliğin gereklerini yerine getirmediği ve haberle ilgili Genelkurmay Başkanlığı’ndan bilgi almadığı açıklaması geldi ki kimse bunu doğrudan bir yalanlama olarak adlandıramaz.

Muhtıra olsun veya olmasın Türkiye yeni bir sürece girdi. Türk Ordusu ve devletin direnen mevzileri, AKP iktidarıyla başlayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sarsan “sivil darbeye” karşı “normalleşme süreci” başlattı. AKP’li vekillerin, gerici ve Batıcı basının hatta AKP liderlerinin son günlerde yaşadığı telaş ve çeşitli açıklamalarla kuyruğu dik tutma çabaları bu çevrelerde yaşanan moral bozukluğunu gösteriyor. Çünkü AKP bugüne kadar, RP’den farklı olarak hiç “adamlarını harcatmamıştı.” Şimdi AKP’nin Ordu’ya karşı en ön safta kullandığı savaşçılar feda edilmek zorunda kaldı ki bu gerçekten de Batıcı-gerici-Kürtçü medyanın da belirttiği gibi geride kalan “sivilleşme kahramanlarını” sindirecek bir gelişmedir.

Rejim tartışmaları kızıştı, AKP liderleri hastalandı

Ancak hem AKP hem ABD süreci manipüle etmek için pusuda bekliyor. Bu iki güç de sürecin yeni bir 28 Şubat’a hatta 27 Mayıs’a evrilmesini engellemek istiyor. ABD, AKP’nin güç kaybetmesine İran operasyonu için AKP’nin iyice kıvama gelmesi veya alternatif bir Amerikancı iktidar kurulması durumunda karşı çıkmayacaktır. Ancak Türkiye’deki iktidar boşluğu PKK terörüne halk desteğini almış bir Ordu inisiyatifine dönüşürse bu ABD için en büyük çıkmaz olacaktır. ABD’nin Türkiye’den istekleri artık herhangi bir işbirlikçi iktidarın karşılayamayacağı istekler. Tarihin en Amerikancı iktidarı AKP bile yetersiz kalıyor. Bundan dolayı AKP’nin devrilmesi yerine yeni bir Amerikancı iktidar hazırlanmadan ABD için son derece tehlikeli olabilir.

Diğer yandan Türk Ordusu’nun subaylarını savaş suçlusu ilan etmek ve ileride Türkiye’yi terörist devletler listesine dahil etmek ABD’nin temel hedefi. Şemdinli’de PKK eliyle yürütülen operasyonu ABD bu yüzden gerçekleştirdi. AKP içindeki Kürt-İslamcı egemen kliğin yönetimindeki operasyon belli bir aşamaya kadar da getirildi. Ama silahları geri tepti. Türk Ordusu’nun teröre karşı inisiyatifi ele alma olasılığı da son derece arttı. Bu yüzden ABD, AKP’nin içindeki Kürt-İslamcı klikle yönettiği operasyonu askıya aldı. Aksi takdirde ani bir yenilgi ve Ordunun erkenden inisiyatifi eline alması gelecekte planladıkları Amerikancı darbe olasılığını da tamamen ortadan kaldırabilirdi.

AKP ise Türk milleti ve Ordusunun teröre karşı artan tepkisinin altında kalmak üzere olduğunun farkına vardı. Kendi isimlerini harcamaya başladı.

Sonuçta Türk Ordusu ve devletine karşı ABD ve PKK’yla ortak operasyon düzenlemek ciddi bir iştir. Annan Planı için Kuzey Kıbrıs’ta para dağıtmaya benzemez. Bu suçun altında kalmamak için Tayyip Erdoğan meydandan tüymek zorundaydı. Nitekim her fırsatta ABD ve AB talimatıyla yargının işine doğrudan burnunu sokan, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, HSYK’nın Sarıkaya’yı ihraç eden toplantısına katılmaya cesaret bile edemedi. Zaten Cemil Çiçek ve Hüseyin Çelik iddiaya göre Ordunun talep ettiği sıradaki “domino taşları”dır. Bu iki isim de Şemdinli operasyonunun tam ortasında görülmektedir.

Türkiye’de bir önceki rejim krizi Ecevit’in “hastalanmasıyla” başlamıştı. Bu sefer Türkiye’de rejim ve iktidar krizi başladıktan sonra ne hikmetse Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan hastalanmaya başladı.

ABD’nin AKP’ye fırçaları ve Zapsu’nun “bizi kullanın” yakarmaları gündeme geldiğinde birdenbire Gül haftalarca süren bir rahatsızlıkla ortadan kaybolmuştu. Tüm Türkiye Sarıkaya’nın görevden alınmasını ve AKP’nin artık muktedir olup olmadığını konuşurken Tayyip Erdoğan birden bire sırt ağrısını bahane ederek günlerce evinde saklandı.

“Şiir gibi geçinme” tablosu mazi oldu

Bu aşamada AKP saflarında bile Sarıkaya’ya tek bir isim sahip çıkamaz duruma geldi. Saflardaki yenilgi psikolojisini dağıtmak için en sonunda Arınç 23 Nisan’da Meclis’te yaptığı konuşmayla bir çıkış yaptı.

Arınç rejim tartışmasını kasıtlı olarak başlatarak türbanı savunan, Milli Güvenlik Siyaset Belgesine karşı çıkan ve milli egemenlik adına laikliğin tartışmaya açılmasını isteyen çıkışlar yaptı. Dinci basın “yüreğimize su serpti” başlıklarıyla açıklamaları verdi. AKP’liler konuşmayı ayakta alkışladı. Oysa meclis locasında Cumhurbaşkanı Sezer, Genelkurmay Başkanı Özkök, Kuvvet Komutanları, Anayasa Mahkemesi Başkanı dahil kimse konuşmayı alkışlamadı bile.

Artık Başbakan ile Ordu’nun “gül gibi geçindiğini” kimse iddia edemez. Arınç’ın açıklamaları kuyruğu dik tutmak içindi. Son günlerde Ordu’nun Tayyip Erdoğan’a Şemdinli ve terörle mücadele konusunda bazı ilkeleri dikte ettirdiği şeklinde yaygınlaşan haberler karşısında Arınç mecliste çoğunluk biziz, stratejik hedeflerimize ulaşacağız mesajı vererek Tayyip Erdoğan’ın ortalıktan kaybolduğu koşullarda kendi kitlesine sahip çıkmaya çalıştı.

Arınç’ın meclis çoğunluğuna gönderme yaparak “Anayasa’yı ve laikliği tartışmaya açma” çabası ve meclisin “80 yıldır hiç halkın meclisi olmadığı ve ilk defa milli egemenliği uygulama aşamasına geldikleri” iddiaları ise AKP’nin köşeye sıkışmaya başladığı şu günlerde komik kaçıyor. Gerçekten de meclis halkın meclisi değil. Özellikle Arınç’ın kendi genel başkanı için ABD’de yapılan “onu kullanmaya devam edin” görüşmeleri bunun en açık göstergesi. ABD ne emretse yapan, IMF’nin emrettiği bütçeyi ve yasaları şip şak çıkaran, AB’nin emrettiği bölücü yasaları bir günde meclisten geçiren bir meclisin başkanı acaba hangi yüzle AKP’nin arkasında halk olduğunu iddia ediyor.

ABD isterse birkaç gün içinde bölünecek olan AKP’nin ancak laikliğe karşı mücadele ekseninde bir arada tutulabileceğini düşünen Arınç, milli egemenliği gericilik, devlet ve anayasa karşıtlığı gibi tanımlamaya çalışıyor. Oysa Türk milleti kendi devletine değil, ABD ve AB’ye düşmandır. Bunu herkes bilir. Biraz olsun milletin egemenliğini yansıtmak istiyorsa buyursun Arınç, ABD ve Batı düşmanlığı yapsın mecliste. Milli egemenlik nedir bir nebze bilgisi olsaydı, koltuğunu ABD büyükelçisi, AB temsilcisi veya IMF koordinatörüne bırakır; Batı’nın milli egemenliği ezme aracına dönüşen meclisten hemen istifa ederdi. Tabii o zaman gevezelik yapacak kürsüleri kalmaz.

Tayyip Erdoğan’ın sırt ağrıları sonunda geçti

Ortalıktan kaybolan Tayyip Erdoğan ise Arınç’ın çıkışlarından hemen sonra sırt ağrıları sonunda geçmiş olacak ki kendini göstermeye karar verdi. Tayyip Erdoğan, feda ettikleri isimler yüzünden kendi saflarından yükselen şikayetleri yanıtlamak ve Kürtçü-İslamcı çevrelerdeki moral bozukluğunu dağıtmak için Meclis grup toplantısında takiye stratejilerini açıkça şöyle özetledi:

“Gelecekteki hedefler için, konuşmak gereken yerde susmayı tercih ettiğimiz oldu… Yaşayanlar görecek, bir gün gelecek bugün üstü örtülmeye çalışılan kimi gerçekler, Türkiye’nin gelecek 10 yılında, 20 yılında, 30 yılında millet tarafından hep bir ağızdan söylenecek. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir sözü duvarda kalmayacak, gerçekten millete geçecek.”

Tayyip Erdoğan taktik olarak geri çekildiklerini ama stratejik olarak hiçbir hedeflerinden vazgeçmediklerini belirtti. Aslında AKP’nin egemenliğinin sarsıldığının da bir itirafıdır bu.

Tayyip Erdoğan karşıt güçlere değil kendi saflarına mesaj vermektedir. Buna siyasette kısaca ajitasyon denir. Zamanında “kanlı mı olacak kansız mı” diyen Erbakan tükürdüklerini bayağı uzun bir süre yalamıştı. Arınç ve Erdoğan’ın açıklamaları ancak ABD kendilerini bir dönem daha kullanmak isterse kitlelerini biraz ajite edebilir. Ancak aksi takdirde bu açıklamalar geri tepecektir.

Hem Tayyip Erdoğan hem de Ordu’nun güçlenmesinden korkan Batıcı güçler ilişkilerin gerilmemesi ve rejim tartışmalarının “ertelenmesini” sürekli dillendiriyor. Kimisi ekonomi, kimisi AB kimisi ABD için bunun şart olduğunu ileri sürüyor. Ancak ulusal güçler açısından tam da şimdi AKP’nin üzerine daha çok gidilmelidir. Şemdinli olayı devlet üzerindeki Kürt-İslamcı ablukayı kırmak için bir fırsattır. Suç üstü yakalandılar.

Bu süreci ABD’nin Türkiye’yi tamamen AB’den kopmuş ve ABD’nin elleri içine düşmüş bir iktidar oluşturmak için kullanmak isteyeceği açıktır. AKP Türk Ordusuna karşı direnmeyi seçerse çok daha güçsüz bir şekilde ABD’nin kucağına kendini yeniden atacak.

Sarıkaya’ya üzülenler Şemdinli failleridir

Bunun engellenmesi için bazılarının sürekli dediği gibi Şemdinli’nin gerçek failleri açığa çıkarılmalıdır. Ancak gerçek failler şu sorulara doğru yanıt verilmesiyle açığa çıkarılabilir:

1. Jandarma subaylarını kim pusuya düşürdü? PKK’ya istihbarat bilgisini Türkiye’de devlet içine sızmış hangi Amerikancı çete verdi?

2. Emniyet’teki ve Van’da açığa çıkan yargıdaki Kürt-İslamcı kadroyu, Şemdinli operasyonu için kuran Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanı’nın süreçteki rolü nedir?

3. Sarıkaya kimlerden emir alarak iddianameyi yazmıştır? Meclisteki Kürtçü AKP’li milletvekilleriyle bağlantısı nasıl kurulmuştur?

4. Sabri Uzun’un övünmek amacıyla ağzından kaçırarak itiraf ettiği CIA ve FBI bağlantıları nelerdir?

5. Tayyip Erdoğan’ı yönlendiren ve ABD’de yeniden kullanılması için pazarlama çalışması yürüten Kürt-İslamcı danışman grubunun süreçteki rolü nedir? Tayyip Erdoğan PKK’nın hüküm giymiş bir bombacısını muhatap kabul ederek Şemdinli olayından hemen sonra niye ayağına kadar giderek ziyaret etmiştir?

Bu sorunların yanıtları Şemdinli’deki bomba olayıyla Türk Ordusu’na yönelik provokasyonu düzenleyen çetenin üyelerini ortaya çıkarmak açısından belirleyici olacaktır.

Aslında Sabri Uzun ve Savcı Sarıkaya için ağıt yakanlara bakıldığında olayın arkasındaki siyasi güçler ortaya çıkacaktır.

Başta AKP, DTP olmak üzere BBP ve MHP dahil Türkiye’de Amerikan beslemesi ne kadar siyasi güç varsa Sarıkaya konusunda PKK’yla birebir aynı tavrı aldı. Efendileri ABD olanların kılavuzları artık açıkça teröristbaşı Apo’dur. Türkiye bu yüzden bir yol ağzına gelmiştir.

Eğer bölücülüğe karşı mücadele edilecekse bunun tek yolu ABD’ye ve Türkiye’deki uzantılarına karşı mücadele etmektir. Çatışma alanında teröriste kurşun sıkan Mehmetçik bile attığı her kurşunda, “çete üyesi” olarak kendisini sanık sandalyesine oturtmak isteyen bu Amerikancı çeteyle de savaşmak zorunda kalmaktadır.

Tayyip Erdoğan’ın beklediği güne kadar beklemeyelim

Türkiye’de bu adımlar atılmadan Anayasal rejimin tekrar olağan işleyişine kavuşması imkansızdır. Aksi takdirde ABD-AB desteğiyle AKP’nin kurmuş olduğu yasadışı sivil darbe iktidarı yıkılmayacaktır. ABD’nin Türkiye’yi işgali öncesi beşinci kol faaliyetleri devlet bürokrasisinin her aşamasında devam edecektir. Dolayısıyla Türkiye’nin sadece, ABD’nin piyonu olmaktan öteye gidemeyecek bölücü-gerici domino taşlarını değil, Kürt-İslamcı iktidarı devirmesi zorunluluktur.

Aksi takdirde Türk Ordusu ve devletine karşı Şemdinli provokasyonu başarılı olacaktır. Belki Kara Kuvvetleri Komutanı şimdi yargılanmayacaktır. Ancak bu yol, gelecekte kendini daha güçlü hisseden ve yeni provokasyonlara girişmeye hazırlanan ABD ve AB piyonları için her zaman açık bırakılmış olacaktır. Kürt-İslamcıların beklediği o “gün” gelmeden devlet kendini savunmak için bugün harekete geçmelidir.

 

http://www.turksolu.org/106/ozsoy106.htm

***

Sabri Uzun’un solcuları!

Nur Arslan

 

 

Özgür GündemFerhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianamenin ardından Türkiye’de çarpık bir tablo ortaya çıkmıştı. Türk Ordusu’na karşı girişilen bir komployla ismini duyuran Sarıkaya’ya destek verenler arasına, şeriatçı ve Kürtçülerin yanına “solcu” parti ve gazeteler de eklenmişti. Sağcısından, Kürtçüsüne, “solcu”suna kadar geniş bir ittifak “darbecilerin, çetecilerin ve savaş suçlulularının yargılanması” gibi ortak ifadelerde buluşmuştu.

BirgünBu çarpık tablo, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun’un TBMM Şemdinli Komisyonu’na yaptığı açıklamaların ardından daha da netleşti. Sabri Uzun’un görevden alınması ise bu kutsal ittifakın “sol” tarafını çok kızdırdı. Ertesi günün “solcu” gazeteler, “Şemdinli’ye ilk kurban”, “her konuşan gidecek mi”, “çetenin üstüne gidenler yanıyor” gibi ifadeler kullandılar.

EvrenselAslında bu tür komprador solcuların sözde çok “solcu” tavırlarının ideolojik kılıfı hazırdır. Sadece Türkiye’de değil Irak’tan tutun tüm ezilen dünyada, “Maksist-Leninist devlet teorisine” tutarlı bağlılık adına emperyalistlerin saldırdığı tüm ulus devletlere ve ordulara, bu sözde solcular “şablonculuk” maskesiyle saldırırlar. Türk Ordusuna, Atatürk’ün ulus devletine karşı ABD, AB emperyalistleri ve onların uşağı PKK’nın yanında tavır almaları güya çok “solcu” şablonlarından kopmamalarındandır. Ancak “şablonculuk” konusunda bile tutarlı olamadıkları ortaya çıktı. Çünkü Marksist devlet teorisine göre bile Ordu nispeten bağımsız ve “Bonapartist” bir güç olarak tanımlanır. Oysa istihbarat ve polis tam olarak kapitalist düzenin baskı aygıtlarıdır. Hiçbir solcu, polis ve istihbaratı demokrasi için desteklemez. Solun dünya tarihinde böyle bir kepazelik yoktur. Bu zavallıların tutarlı oldukları tek nokta var o da emperyalizmin kucağında olmak. Kendi “devlet teori”lerini bile ayaklar altına aldılar. Yeter ki ABD, AB ve PKK’nın kucağına oturabilsinler. Bir de tabii AKP’yi unutmamak gerekir.

Sonuçta siyasi tavrının hükümetten yana olduğu herkes tarafından bilinen Sarıkaya’nın Cumhuriyete ve Ordu’ya savaş açması olağandışı bir durum değil. Yıllarca sağcı ve gerici kadrolarla doldurulmuş olan bir teşkilatın üst düzey bir yetkilisinin savcıyı desteklemesi de karşılaşılması muhtemel olaylardan biri. Peki solcuların tavrını neyle açıklamalı? Türkiye’de solcular ne zamandan beri polisi, hem de bir istihbaratçıyı savunur oldular? Olur olmaz her eylemlerinde “faşist polis” diye slogan atanlar, ne zamandan beri faşistlerin yanında tavır alır oldular?

İşte Atatürk’e, Cumhuriyete ve Cumhuriyetin yarattığı kurumlara olan karşıtlığın ÖDP’yi, EMEP’i getirdiği nokta bu; polisle işbirliği yapmak!

Öyle ki Birgün, Evrensel gibi gazeteler, bu istihbaratçının iddialarını veri kabul edip, birilerinin uluslararası mahkemelerce cezalandırılmasını isteyecek kadar faşist bir tavır aldı. “68’lerin hızlı devrimcisi” Oral Çalışlar ise bir sosyal faşist olduğunu ortaya koymakta gecikmedi. Sabri Uzun’un görevden alınmasını, açık sözlü ve sivri dilli bürokratların tasfiye edilmesi ve Avrupa Birliği yolunda atılmış bir geri adım olarak yorumladı. En komik yorum ise Kürtçü gazetenin yazarı Delil Karakoçan’a aitti. Delil Karakoçan, toplumsal barış ve adaletin sağlanması için, demokrat polis şeflerini, MİT’çileri, göreve çağırdı, bildiklerini anlatmaya davet etti.

Ne diyelim, bir kısım “sol”cuların “polis-gençlik el ele”, “Yaşasın MİT-CIA-Kontragerilla”, “polis göreve” gibi sloganların atıldığı eylemler yapacağı günler yakın olsa gerek!

 

http://www.turksolu.org/104/arslan104.htm

***

 

 

Türk-İslam Sentezi’nden
Kürt-İslam Sentezi’ne

 

 
 
 
Kuzey Fırat
 

 

Kürt-İslamcıların amacı Türklüğü ve Cumhuriyeti ortadan kaldırmaktır

 

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Cumhuriyet’e karşı girişilen isyanların başında kimler vardı ve hangi taleplerle ortaya çıkmışlardı hatırlamakta fayda var.

Kurtuluş Savaşı sırasında da, Cumhuriyet ilan edildikten sonra da Kuvayı Milliyecilere karşı isyan eden, devrimcilere başkaldıranlar, hep Şeriatçılar ve Kürtçüler olmuştur.

İsyancıların taleplerine bakın, hem ayrı bir Kürt devleti istenmekte, hem de insanlar “din elden gidiyor” diye, Kemalist hükümete karşı kışkırtılmaktadır.

İstisnasız tüm isyanların talepleri aynıdır. Türklüğe karşı, Kürtçülük hakim kılınmaya çalışılmakta, laik Cumhuriyet yıkılarak, yerine Şeriat devleti kurulmak istenmektedir.

Kürt-İslam Sentezinin fikir babası, Atatürk ve Cumhuriyet’in amansız düşmanlarından Said-i Kürdi’dir. Said-i Kürdi, arkasına batı emperyalizmini alarak Cumhuriyet’e karşı ayaklanmış, ancak Cumhuriyet’in devrimci iradesi karşısında başarılı olamamıştır.

Atatürk’ün ölümünden sonra batıcı siyaset kurumunun Kürt-İslam çizgisiyle buluşması gecikmemiştir. Bu süreç aynı zamanda, Türkiye’nin sağcılaşma sürecinin başladığı dönemdir. 1945’te iktidara gelen DP’nin, arkasındaki en önemli güç Kürt toprak ağalarıdır. Menderes’in başında bulunduğu sağcı iktidarın, Atatürk Cumhuriyet’ine karşı giriştiği şeriatçı saldırı, devrimci gençliğin tepkisiyle karşılaşmış, devrimci gençlik eylemleri neticesinde Ordu sürece müdahale ederek Menderes’i ipe göndermiştir.

Sağcıların amacı Cumhuriyet’e karşı ayaklanan Şeriatçı ve Kürtçülerin amaçlarıyla aynıdır. Türklüğü ve Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak. “Hepimiz İslamız, Türklüğün bir önemi yoktur, İslam birleştirici kimliktir” denilip Türklüğe saldırılarak, yok edilmek istenen Türklüğün yerine Kürtlük konulmaktadır.

AKP iktidarı, Kürt - İslam çizgisinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Hükümette görev alan etkin bakanların hemen hepsi Kürttür ve Şeriatçıların önemli temsilcilerindendir.

AKP iktidarı süresince bölücü hareketin güçlenmesi, devletin laikliği savunan kurumlarına açıktan saldırılması boşuna değildir. Çünkü bu hareketlerin arkasında olan güç AKP hükümetidir.

Kürt-İslamcıların SoyağacıBölücü başıyla Şeriatçı başının buluştuğu nokta: Kimlik tartışmaları

Kürt İslamcılar, etnik kimlikler üzerinden saldırırlar. Arka plana itilmek istenen Türklüktür. Bu hiçbir dönem değişmeyen bir gerçektir. AKP’nin de Türklüğü hedef alıp özellikle Kürt kimliğini ön plana çıkarma çabaları boşuna değildir. Onlara göre Türklük, diğer kimlikleri baskı altına almakta, Türk olmayanları devlete düşman yapmaktadır. O zaman çözüm, Türklüğün dışlanarak, etnik unsurların hakları, kimlikleri için mücadele etmektir!

Kimlik tartışmaların temelini ümmetçilik oluşturur. Yalnız ülkemizde bir fark vardır. Ümmetçiler, tüm Müslüman âlemini tek bir millet olarak kabul ederken, bizdeki sentezciler sadece Türklüğü dışlayarak, etnik unsurların önünü açmaktadır.

Özellikle Kürtlerin önünü açmak için, bu kimlik tartışması yaratılmıştır. Kimlik tartışmasını ortaya atanların başında başında Abdullah Öcalan gelmektedir.

Öcalan’ın, Demokratik Cumhuriyet, Kürtlere kültürel özerklik tanınması yönündeki söylemleri bir süre sonra Tayyip Erdoğan tarafından dillendirilmiştir.

Öcalan ve Tayyip Erdoğan’ın aynı cephede buluşması hiç de tesadüf değildir. Birisi bölücülüğün başı, diğeri ise şeriatçıların başıdır.

Hem Türk-İslamcılar, hem de Kürt-İslamcıların dayanak noktası budur. Amaç ikisinde de aynıdır. Kürtlüğü kabul ettirmek.

Kendilerini hem milliyetçi hem de Türk İslamcı olarak tanımlayan ülkücüler, kimlik tartışmaları sırasında AKP’yle aynı tavrı almışlar, Kürt kimliğinin tanınması için çaba harcamışlardır.

Birbirinden ayrı gibi gözüken bu iki sentezin de ortaya atılmasının esas nedeni Türklüğün ortadan kaldırılmasıdır. İkisinde de dışlanan kimlik Türklüktür. Türk-İslamcıların Türklüğü kullanmalarının nedeni Şeriatçılıklarını, Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olan düşmanlıklarını gizlemek içindir. Bunun için Kürt İslamcılarla aynı noktada çok kolay buluşmaktadırlar. Sonuç itibariyle ikisi de Şeriatçıdır.

Yeni Osmanlıcılık: Türk coğrafyasını küçültmek,Türklüğü bu coğrafyaya hapsetmek

Türk ve Kürt İslam sentezcilerini bir başka ortak noktası Osmanlıcı olmalarıdır.

Tüm sentezcilerin ortak düşmanı milliyetçiliktir. Bu tartışmalar sırasında karşı çıkılan “her türden milliyetçiliğe karşıyız” söylemlerine aldanmamak gerekir. Çünkü Türk ya da Kürt İslam sentezcileri Türklüğü dışlarken Kürtlüğü ön plana çıkarırlar. Karşı oldukları sadece Türk milliyetçiliğidir.

Dinci gericilikle, milliyetçileri engelleyemeyen emperyalistlerin yardımına, etnik bölücüler yetişir. Böylece, emperyalistler, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı dinci bölücülerle, etnik bölücüleri birleştirmiş olur.

Atatürk’ün ölümünün hemen ardından hâkim olan ve sağcı siyasettin temelini oluşturan çizgi işte bu çizgidir. Çıkış itibariyle doğrudan emperyalizmin hizmetindedir. Türkiye’nin bu noktaya gelmesi, Atatürkçü güçlere, ulus devlete pervasızca saldırılmalarının nedeni, bu çizginin Türk siyasetine hâkim olması ve etnik milliyetçilerin güçlenmiş olmasıdır.

Türk siyasi yaşamındaki partilere baktığınızda, en milliyetçisinden, en şeriatçısına hepsi Kürt-İslam çizgisinde birleşmektedirler. Bunun bir diğer adı yeni Osmanlıcılıktır.

Yeni Osmanlıcılar için Misak-ı Milli’nin bir önemi yoktur. Türkiye’nin toprak kaybetmesi veya federasyonlara bölünmesinin de bir önemi yoktur. Zaten yapılanların asıl amacı budur. Türkiye’nin toprak kaybederek küçülmesi, küçültülen coğrafya içersine Türklerin hapsedilmesi.

Emperyalistlerin yıllardır yapmak istedikleri budur. Bunu yapabilmek için ülke içersinde dayandıkları güçlerde sağcı güçlerdir. Sağcıların her dönem, bu çizgide ısrar etmesi emperyalistlerle olan bağlarındandır. Siyaset yapabilmek için, batıya mahkûm oldukların farkındadırlar. Batıyla düşüp kalkanlar vatan satıcılar olmakta, Türk düşmanı olmaktadırlar.

Kürt-İslam çizgisi bölücülüğü güçlendirmiştir

Batıya karşı olanlar, ulus devleti savunanlar, Türklüğe sahip çıkanlar, sağcıların her zaman hedefi olmuştur. Menderes’i ipe gönderen Atatürkçü güçler, arkasına Batının desteğini alan sağcılar tarafından ezilmişlerdir.

Sol’a, Atatürkçü güçlere en büyük darbenin vurulduğu 12 Eylül darbesinden sonra güçlenen iki akım vardır. Şeriatçılık ve Kürtçülük.

PKK’nın etkin şekilde ortaya çıkışı 12 Eylül’ün hemen sonrasıdır.

Özal iktidarının söylemleriyle, bu günkü iktidarın söylemleri bire biri örtüşmektedir.

12 Eylül’den sonra Kürt İslam tezleriyle ortaya çıkan ilk isim Özal’dır. “Kemalizm içersine biraz Müslümanlık katmak” söylemiyle gericiliğin önünü açmıştır.

Kürt meselesine, federasyon çözümünü, ilk seslendiren Özal olmuştur. Türkiye’nin ABD denetiminin en üst noktaya ulaştığı dönem Özal dönemidir. Yani PKK’nın ve bölücülüğün, Özal döneminde hortlaması tesadüf değildir.

Benzer şekilde, her türlü sol talebin şiddetle bastırıldığı, Atatürkçülere saldırıların yoğun olarak yaşandığı ve şeriatçıların, Nurcuların en çok güçlendiği dönemin Özal dönemi olması da tesadüf değildir.

Dinci bölücülükle, Kürtçü bölücülük eş zamanlı büyümektedir.

Özal, Nakşi tarikatına mensuptur ve Nurcu bir kökenden gelmektedir. O’nun için Kürtçülükle buluşması hiç de zor olmamıştır. Atatürk karşıtlığının, ulus devlet karşıtlığının temeli budur zaten. ABD ile arasının iyi olması, ABD denetiminin Özal döneminde artmasının en büyük nedenlerinden biri, Özal’ın gericiliğidir. Gerici Özal, doğal olarak ABD’nin kucağına oturmuştur.

Aynı çizgi Demirel tarafından devam ettirilmiş, 28 Şubat’a gelindiğinde, şeriatçılar Cumhuriyet’i tehdit edecek güce ulaşmışlardır. 28 Şubat sonrasında hem gericilerin üzerine gidilmiş, hem de PKK’ya önemli darbeler vurulmuştur.

Tarih bize, bölücülükle dinci gericiliğin birlikte güçlendiklerini, Kürtçü taleplerin arttığı dönemler, Şeriatçı taleplerin de arttığını göstermektedir. İşin ilginç tarafı bu dönemlerde, hükümet Kürt İslamcı çizgiyi en uç noktaya götürenlerden oluşmaktadır.

Kürt İslamcıların değişmeyen ismi: Abdülkadir Aksu

Özellikle 1990’lardan sonra, Kürt İslamcıların hükümet olduğu dönemlerin bir önemli özelliği daha vardır:Adülkadir Aksu’nun İçişleri bakanı olması.

Türt-İslamcılığın en yüksek aşamasına geldiği ANAP iktidarının İçişleri Bakanı ile Kürt-İslamcılığının en yüksek aşamasına geldiği ve devleti tehdit ettiği günümüz AKP iktidarının İçişleri bakanı aynıdır.

Yine büyük bir tesadüf olacak, emniyette, devletin kritik mevkilerinde, Kürtçü ve Şeriatçı kadrolaşmanın yoğun olduğu, İçişleri Bakanlığına bağlı kurumların, devlete karşı gelme, devlet düşmanlığı yapma cesaretini gösterdiği dönemler yine Aksu’nun İçişleri Bakanı olduğu dönemlerdir. Polis içersinde Fethullahçı yapılanmanın temellerini Aksu atmıştır.

Bir iki ay öncesini hepimiz hatırlıyoruz. DTP’li belediye başkanları, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı, devletin aleyhinde ortak bildiri yayınlamışlar ve hiçbir yaptırımla karşılaşmamışlardır. Doğu illerinde devlete karşı ayaklanan insanları yönlendirenler yine bu belediye başkanlarıdır. İnsanlar, devleti değil belediye başkanlarını dinlemektedirler.

PKK’lıların cenazeleri, DTP’li belediyelerin tahsis ettiği ambulanslarla kaldırılmakta, ölen PKK’lılar için yine bu belediyeler tarafından anıtlar dikilmektedir. Ancak İçişleri Bakanı tüm bunlar karşısında sessizdir. Tüm bu olup bitenlere göz yummaktadır. Tüm bunlara göz yummak, devlete karşı PKK’lıyı desteklemekten başka anlama gelir mi? Aksu Emniyet’i öyle bir hale getirmiştir ki, kendi milletine düşman, Türk devletine düşman, Atatürk’e düşman insanlar Emniyet’i doldurmuşlardır.

Hemen hatırlatmakta fayda var. Atatürkçü aydınlara karşı en çok kimin döneminde saldırılar olmuştur, en çok kimin döneminde Atatürkçü aydınlar öldürülmüştür?

Bu dönemlerde İçişleri bakanı hep Abdülkadir Aksu’dur.

Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu gibi Atatürkçü aydınlar Aksu’nun İçişleri Bakanlığı döneminde öldürülmüş ve hiç birinin faili bulunmamıştır.

Kürt-İslamcıların devlete karşı operasyonları

Son dönemde, yaşanan olaylara bir anlam veremeyenler veya olayları açıklamakta yetersiz kalanlar, yanlış yönlendirenler, Cumhuriyet tarihine baktıklarında bu olayların arkasında Kürt İslamcıların olduğunu hemen göreceklerdir. Bu sonuca ulaşmak için derin tahlillere girmeye bile gerek yoktur. Yaşanılanları alt alta sıralamak, olayları planlayanların Kürt İslamcılar olduğunu hemen görecektir.

En baştan başlayalım. PKK’nın siyasal talepleri, hangi iktidar döneminde sesli olarak ifade edilmeye başlamıştır? AKP iktidarı döneminde.

PKK’ya karşı silahlı mücadelenin dibe vurduğu, Ordu’nun elinin kolunun bağlandığı dönem hangi dönemdir?

AKP dönemi.

Türklüğe en çok saldırının olduğu dönem hangi dönemdir?

AKP dönemi.

Eğitim’de Şeriatçı kadrolaşmanın olduğu, Atatürkçü üniversite rektörlerine karşı en çok saldırının olduğu dönem hangi dönemdir?

AKP dönemi.

Milli Eğitim’in içersini gerici kadrolarla doldurarak, Cumhuriyet’in temellerini kim dinamitlemektedir?

AKP.

Tabi en önemlisi, Türk Ordu’suna karşı bu kadar açıktan saldırma cesareti gösteren, işi komuta kademesine, geleceğin Genelkurmay başkanına komplo düzenlemeye kadar vardıran başka bir hükümet var mıdır?

Türk Ordusu’na saldırmanın iki yönlü anlamı vardır. Ordu’ya saldırarak hem Kürt bölücülüğün karşındaki silahlı güç etsizleştirmeye çalışılmaktadır, hem de Şeriatın önündeki en büyük engel kaldırılmaya çalışılmaktadır.

Bu işten kârlı çıkan iki kesim vardır, birisi terör ögütü PKK ikincisi Şeriatçılar. İkisinin de hedefi aynıdır. Bölücülüğün ve Şeriatçılığın karşısında duran en büyük güç Türk Ordusu’dur.

Burada bir parantez açmakta fayda var. Şeriatçıyla, Kürtçüyü birleştiren çizgi ortak düşman değildir. Onları birleştiren emperyalizme olan bağlılığıdır. Bu bağ tarihi temelleri olan bir bağdır. Bu bağ, Atatürk Türkiye’sine, Türk devletine duyulan kin temelinde yükselir. Görevi Türk devletini korumak olan Ordu da doğal olarak düşman olmaktadır.

Ordu düşmanlığının devamı olarak, Kürt İslamcı saldırının hedefi, Türk milliyetçileri, Atatürkçü ve solcu güçlerdir. Bu güçler emperyalizme karşı direnen, ulus devlete Atatürkçülüğe sahip çıkan güçlerdir.

AKP hükümetine karşı yöneltilen İslam faşistleri suçlamaması boşuna değildir. Kendileri, demokrasinin arkasına sığınırlarken, Atatürkçüler, milliyetçiler, solcular, ulusal güçleri baskı altına almaya çalışmaktadırlar. Atatürkçülerin konuşma hakkı dahi ellerinden alınmaya çalışılmaktadır.

Başbakan kendisine muhalefet eden, kendisini eleştiren, vatandaşından tutun da, devletin büyük elçisine kadar herkesi fırçalamakta, davalar açarak susturup, yok etmeye çalışmaktadır.

Bu hükümetin Danıştay üyelerini hedef göstermesini kimse unutmayacaktır!

Bedel ödeyen kim, AKP mi, devlet mi?

Şemdinli ile başlayan, Danıştay saldırısıyla devam eden operasyonun arkasında Kürt-İslamcılar vardır. Başta hükümet olmak üzere İçişlerine bağlı tüm kadrolar bu operasyonların içersindedir.

Şemdinli’den önce, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörü, Şeriatçılar tarafından etkisiz hale getirilmeye çalışılmış, Şemdinli’de patlatılan PKK bombaları ile Ordu etkisizleştirilmeye çalışılmıştır.

Genelkurmay Başkanı olması halinde PKK’ya karşı operasyonları yoğunlaştıracağı bilinen Yaşar Büyükanıt, tutuklanarak ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.

Bu operasyonlarda kimler vardır?

Emniyet yetkilileri bu operasyonun içersindedir, devletin savcısı bu operasyonun içersindedir.

Ancak plan geri tepmiştir. Savcı ve operasyonun içinde olan emniyet yetkilileri görevden alınmıştır.

Ancak operasyon durmamış, bu sefer Danıştay saldırısı gerçekleştirilmiştir.

Danıştay’a saldıran güçle, Şemdinli’yi yapan güçle aynıdır. Saldırıyı gerçekleştiren Alpaslan Arslan’ın kimliği bile, saldırının arkasında hangi güçlerin olduğunu ortaya koymaktadır. Arslan kendisini Kürt ve İslamcı olarak tanıtmaktadır.

Tüm bunları alta alta topladığınızda karşınıza, saldırıya uğrayan bir devlet ve saldıran Kürtçü ve gerici bir yapı çıkar.

Bu dönemler herkesin safını belirlediği, gerçek yüzünü gösterdiği kritik dönemledir. Tüm sağ, devlete karşı birleşmiştir. Bir tarafta devlet bir tarafta sağıcı güçler vardır. Sağcı güç dediğimiz, Kürtçü ve gerici güçlerdir. Hükümetin bakanlarına baktığınızda, hükümete bağlı güçlerle devletin diğer kurumları arasında yaşanan savaşın nedeni ortaya çıkacaktır.

İçişleri Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı gibi bakanlıkların başında Kürtçülüğü ve gericiliği ile en çok ön plana çıkan insanlar vardır. Sadece bu bile, hükümetle devlet arasında yaşanan savaşın görülmesi için yeterlidir. İçişleri Bakanı Ordu’yla kavgalıdır, Milli Eğitim Bakanı eğitim kurumlarının tamamına yakınıyla kavgalıdır, Adalet Bakanı en büyük yargı kurumlarıyla kavgalıdır!

Bu zamana kadar devlet, Kürtçü ve gerici saldırılar karşınında güç kaybetmiş, Atatürkçü aydınlarını, devrimci gençlerini, Atatürkçü hâkimlerini, Atatürkçü savcılarını yitirmiştir.

Son operasyonlarla devlete daha fazla bedel ödetmek istenmiştir.

Ancak bedel ödeme sırası sağcı, Kürt-İslamcı çetededir

 

http://www.turksolu.org/109/kfirat109.htm

 

 

***

Anzavurlar Eryaman’a dayandı

Basyazi

Gökçe Fırat

 

Süleymaniye:İlk baskın

 

Atabeyler tek örgüt değil

11 derin hücre daha var

Anzavurlar Eryaman’a dayandı.
Kurtuluş Savaşı’nda bu iktidarın ataları Polatlı’ya kadar gelmişlerdi şimdi biraz daha yaklaştılar Karargaha.

Danıştay komplosu çöken Kürt-İslamcı çete tertiplerine devam ediyor. En son Ankara Eryaman’da bir eve baskın düzenleyen polis burada Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli subayları gözaltına aldı ve subayların Atabeyler adlı bir “çete” kurduğunu açıkladı.

Danıştay tertibi ile başlayan Ordu düşmanlığı böylelikle devam etmiş oldu. Görülen o ki devam edeceğe de benziyor...

Peki tüm bu tertipleri nasıl değerlendirmeliyiz?

Tertipçilerin hedefleri ne?

Bu tertiplere nasıl engel olabiliriz?

Bu soruların sağlıklı bir cevabını vermek için önce üç yıl öncesine gidelim.

Hatırlanacağı üzere bundan üç yıl önce Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde görevli Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı bir Türk Özel Timi, ABD’li işgalci askerler tarafından kuşatılmış, başlarına çuval geçirilerek esir edilmişlerdi. Türk-ABD ilişkilerinde derin bir krize yol açan bu olay “Çuval krizi” olarak belleklere kazındı.

Peki ABD’liler bu davranışla ne yapmak istiyorlardı. Onlara göre Türk Özel Timi, Kuzey Irak’ta, Süleymaniye, Kerkük ve Tel Afer gibi Türkmen nüfusun bulunduğu bölgede bir yeraltı örgütlenmesi oluşturuyordu. Bu, olası işgal ve iç savaşa karşı bir gerilla direnişinin örgütlenmesi anlamına geliyordu. ABD işgal ordusu bu tür bir hareketi bastırmak için Süleymaniye’deki Türk Karargâhını basmıştı.

Baskın yapıldığı zaman tüm Türkiye büyük tepki gösterdi. Çünkü “hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” anlayışı ile yetişmiş asker bir milletin en seçkin birliğinin başına çuval geçirilmişti.

Fakat olayın bu psikolojik tahribat boyutunun ötesinde değerlendirilmesi gerekiyordu.

O olaydan sonra 4 Ağustos 2003 tarihli Başyazımızda aklımıza takılan soruyu şu şekilde sormuştuk:

Gayrinizami harp provası

Çetede Kuzey Irak bağlantısı

Çete Zaho bağlantılı

Türkiye Derin Devlet'i taşıyamıyor

Tüm bu saldırılarda esas hedef Türk Ordusu’nun “gerilla” gücü olarak tasarlanan Özel Kuvvetler Komutanlığı’dır. En son Eryaman’da “Kuzey Irak” bağlantısından söz edilmesi, daha önce Danıştay’da Muzaffer Tekin’le Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı arasında bağ kurulmak istenmesi boşuna değildir. ABD, Türk Ordusu’nun Kuzey Irak ve Kıbrıs’ta Türk nüfusu koruyacak “gayrınizami” örgütlenmesini dağıtmak istemektedir. Süleymaniye Baskını da Özel Kuvvetler Komutanlığı’na karşı yapılmıştı. Tüm bu sözde çete operasyonlarının en önemli destekçisinin PKK olması da elbet boşuna değil.

“Çok açık bir şekilde Süleymaniye’de Türk askeri, ABD-AKP ve peşmergelerin ortak operasyonu ile basılmıştır. AKP’nin orada baskına katılıp katılmadığını bilmiyoruz. Umarız bunu yapmamışlardır. Ama bu baskına yardım ve yataklık ettiklerine adımız gibi eminiz.

AKP için bu baskın bulunmaz bir fırsattır. Bir yandan baş düşmanın Türk Ordusu’nun prestijini sarsacaksın. Diğer taraftan Türk askerini ABD ile karşı karşıya bırakarak Ordu’nun geri adım atmasına yol açacaksın. Ve ABD’yi gösterip Ordu’ya bak onunla savaşmak zorunda kalmak istemiyorsan ayağını denk al diyeceksin.

Süleymaniye’deki birliğimizin ne yaptığının çok büyük önemi yok aslında. Türk askerinin Coni’ye teslim olması bizim için onur kırıcı bir durum. Yine de askerimizi suçlamak istemiyoruz. Elbet bir bildikleri vardır ve bunları açıklamalarını da kendilerinden isteyemeyiz, çünkü bunlar Türk devletinin güvenliğini ilgilendiren şeylerdir.

Ama olayı soruşturan Genelkurmay yetkililerinin, oradaki Türk timinden haberdar olan, ilişkisi olan ne kadar sivil görevli ve yetkili varsa, hepsi hakkında yoğun bir soruşturma-araştırma yapmalarını öneriyoruz.”

....

Süleymaniye baskınından sonra Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’taki Türkmenleri korumak, gerekirse onları işgale karşı örgütlemek görevi bitirilmiş oldu.

Bugün Kerkük ve Telafer’de yaşanan Kürtlerin Türklere yönelik soykırımları, istilaları ve ABD işgal kuvvetlerinin Türkmenlere yönelik katliamları ancak bu Süleymaniye baskınından sonra mümkün olmuştur.

Süleymaniye baskınının kimi rahatlattığı ise açıktır, Kuzey Irak’taki Barzani-Talabani aşiretleri ile PKK çetesi. Bu olayla birlikte Kuzey Irak’la Türkiye’nin Güneydoğusu arasında bir bölücülük birlikteliği kurulmuştur.

Şemdinli: İhbar ve ihaneti gördük

Süleymaniye’den sonra ikinci baskın Şemdinli’deki Jandarma İstihbarat kuvvetlerinedir.

Hatırlanacağı üzere Şemdinli’de önceden örgütlenmiş bir grup PKK militanı halkı da sokağa çıkararak bir arabanın içindeki Jandanma İstihbarat görevlilerimize saldırmıştı. Jandarma görevlileri linç edilmemiş ama sözde “suçüstü” yakalanmışlardı.

Şemdinli’deki bu baskın da tıpkı Süleymaniye gibi garipti.

Bir özel timin o dakikada orada olmasını örgütleyen ve bunu PKK’ya bildiren birileri vardı. Şemdinli’den sonra olayın özellikle bu yönüne dikkat çektik. İçerden birileri Türk özel timini ihbar etmişti.

Daha sonrasında iktidar Şemdinli’yi Ordu’ya saldırmak için önemli bir koz olarak kullanmaya kalktı. Hatta saldırılarını Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt’ı suçlamaya kadar vardırdılar. Sözde Şemdinli’de ortaya çıkarılan “derin devlet” propagandası ile hükümet askeri hiyerarşiye müdahale edecek ve derin devleti temizleyecekti.

Fakat tam tersi oldu. Ordu sağlam bir tavır alarak kendi komutanını düşmana teslim etmedi. Şemdinli’nin bir PKK operasyonu olduğu ortaya çıktı.

Şemdinli operasyonunda özellikle dikkat çekici bir sonuç Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un Ordu’nun isteği üzerine görevden alınmasıdır.

Bu görevden alma Türk askeri örgütlenmesine karşı polis içinde bir Amerikancı yapılanmanın olduğunun, bu yapılanmanın düşmana bilgiler sızdırdığının, ABD ve PKK ile ortak operasyon düzenlediğinin kanıtıydı.

 

Baykal'dan sivil muhtıra

CHP son dönem politikaları ile bizim bir süredir bu sütunlarda yazdığımız önerileri dile getirmeye başladı.
En son CHP lideri Baykal’ın Hükümete sunduğu ve muhtıra olarak nitelenen 7 maddelik planı TÜRKSOLU’nda yazılanlardan başka bir şey değil.
CHP, bu yeni çizgisi nedeniyle Şeriatçı basın tarafından “milliyetçilik”le suçlanıyor.

Danıştay

Hemen ardından Danıştay Saldırısı geldi.

Bu defa gözaltına alınan isim Muzaffer Tekin’di. Muzaffer Tekin kimdi peki? Muzaffer Tekin Kıbrıs’ta olağanüstü kahramanlıklarda bulunmuş bir Türk subayıydı. O da özel kuvvet eğitimi almıştı. Uzun süre Güneydoğu’da görev yapmış PKK’ya karşı savaşmıştı.

Muzaffer Tekin’in ordu içinde hâlâ çok sevilen ve saygı duyulan bir isim olduğu biliniyordu. Dahası Muzaffer Tekin’in, Susurluk’ta pusuya düşürülen Özel Kuvvetler’de görevli Türk polis ve subayları ile de irtibatı vardı. Sık sık Kıbrıs’a gidip geliyordu. Denktaş’ı destekliyordu. Üstüne üstlük bir de TÜRKSOLU okuyordu.

Eryaman

Danıştay tertibi çöken ve zor durumda kalan iktidar içindeki Kürt-İslamcı çete acele yeni bir operasyona girişti.

Hedef bu defa Atabeylerdi. Ankara Eryaman’da bir evde, kendi flaması, marşı olan bir Özel Kuvvetler Grubu, “Eryamanlar çetesi” denilerek basına servis edildi.

Hem de bu çetenin evinde Başbakan’a suikast krokileri bile bulunmuştu.

Hatta sorgularında her şeyi kabul etmişlerdi...

Böyle çete her iktidara nasip olmazdı doğrusu!

Burada çok dikkat çekici bir nokta da Atabeyler grubunun evinde Kuzey Irak Türkmen Cephesi’nin bir ajandası bulunmuştu. Eryamanlar’daki subayların Zaho ile bir bağlantısı olduğu yazılıyordu.

Ancak ertesi günden itibaren tıpkı Danıştay tertibi gibi Eryamanlar olayının da tümüyle iktidar tarafından tertiplendiği ortaya çıktı. Polis ifadeleri, krokiler vb. şeylerin tümünün uydurma olduğu ortaya çıktı. Birileri kamuoyunu manipüle ediyordu. O derece ki büyük basın bile hükümeti dezenformasyon yaptırmakla suçlamaya başladı.

Hedef Özel Kuvvetler Komutanlığı

Şimdi burada duralım ve tüm bu operasyonları alt alta yazarak ortak nokta ve hedefleri saptıyalım.

1- Süleymaniye

2- Şemdinli

3- Danıştay

4- Eryaman

Tüm bu olaylarda bir baskın söz konusudur. Hükümet kuvvetleri tarafından suçüstü gibi, hatta polisin iyi çalışması gibi sunulan olaylarda, önceden belirlenen, hedef alınan, izlemeye alınan isimlerin, provokatif bir olaydan sonra baskına uğradığı görülmektedir!

Bu kuşku vericidir.

Demek ki bu isimlere yönelik bir istihbarat faaliyeti uzun süredir yürütülmektedir.

Bu istihbarat çalışmasını yürüten ekip nerededir?

Bu ekip çok açık bir şekilde Emniyet içinde yuvalanmıştır. Sabri Uzun’un görevden alınmış olması bu ekibi tasfiye etmemiştir. Aksine bu ekip daha dayanaksız ve pervasız operasyonlara başlamıştır. Ekip adeta zıvanadan çıkmış, sağa sola saldırmaktadır.

Peki bu istihbarat ekibi kimle birlikte çalışmaktadır?

Genelkurmay tüm bu operasyonları ancak basından takip ettiğini açıklamıştır. Bu açıklama aslında Emniyet içindeki bu istihbarat ekibinin, Genelkurmay’la ortak hareket etmediğini değil, Genelkurmay’a karşı hareket ettiğini ifade etmektedir.

Peki bir Emniyet istihbaratı nasıl olur da o ülkenin Ordusuna karşı istihbarat ve operasyon yürütür?

İşte bu sorunun cevabı da tüm bu olaylarda ortadadır.

Operasyonlar kime karşı yapılmaktadır?

Operasyonların hedeflerinin tümü istisnasız Özel Kuvvetler Komutanlığı mensuplarıdır.

Peki Özel Kuvvetler Komutanlığı ne iş yapmaktadır?

Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın görevi, ülkede bir işgal ve iç savaş durumunda halk örgütlenmesini gerçekleştirmektir. Bu kuvvetler doğal olarak gerilla kuvvetleridir. Eryamanlar’daki Atabeyler grubunun kendisini gerilla grubu olarak tanıtması normaldir. Çünkü bir ülke işgal edildiğinde, dikkat edin işgal gerçekleştikten sonra diyoruz önce değil, işgalciye karşı düzenli birlikle değil gerilla ile mücadele edersiniz.

Fakat gerilla birden kurulmaz. Yani hele bir işgal olsun, düzenli birlikler teslim olsun, o zaman gerilla kurulur lüksü yoktur ordunun. Bu tür bir olasılığı göz önünde bulundurarak bu gerilla harbini de örgütler. Bunun için özel birlikler oluşturur, bu birlikler halk içine girerek taban çalışması yaparlar, ülke işgal edildiğinde direnişçi olacak sivil unsurları tanır ve onlarla temasa geçerler.

Tüm bu faaliyet, ordunun resmi ve kanuni faaliyetidir. Ortada yasadışı bir olay yoktur. “Derin devlet”, “kontrgerilla” vs. suçlamaların dayanağı da yoktur.

İşte şimdi hedefe alınan Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın görevi budur.

Peki bugün için Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın özellikle hedef olmasının bir nedeni var mı?

Bu nokta en hassas noktadır.

Özel Kuvvetler neden hedef?

MGK üç yıl önceki bir toplantısında Irak’taki gelişmeleri de göz önünde bulundurarak, olası bir işgale karşı sivil savunma kuvvetlerinin örgütlenmesi kararını aldı.

Bu karar elbette TÜRKSOLU üslubu ve açıklığı ile yazılmamıştı. Ama tespit ortaktı: Yarın öbür gün ABD Irak gibi Türkiye’yi de işgal ederse, buna karşı bir gerilla harbini örgütlemek artık Ordu’nun gündemindeydi.

Demek ki ortada olası bir işgal senaryosu ve buna karşı Türk Ordusu’nun tedbirleri vardır.

Süleymaniye’den başlayan ve Eryaman’a uzanan operasyonu bu çerçevede ele almak gerekir. ABD, Türkiye’ye saldırmayı kafasına koymuştur ve bu saldırı öncesinde Türkiye’nin gerilla harbi imkanını elinden almak istemektedir.

Özellikle Şemdinli ile başlayan kontrgerilla ve derin devlet tartışmalarının nedeni de tümüyle budur. Kimileri bilerek, kimileri bilmeyerek, “derin devleti” gündeme getirerek ABD’nin öncü kuvvetliğini yapmaktadır. Bizim uzun bir süredir “Derin devletimi geri istiyorum” çığlığı atmamız boşuna değildir.

ABD Türk Ordusu’na saldırmadan önce, ordunun direnişçi yapısını kırmak ve dağıtmak istemektedir. Özel Kuvvetler bu nedenle ABD’nin öncelikli hedefidir.

Burada ABD işgalinin dışında ikinci hassas noktayı da belirtelim. Yine geçtiğimiz aylarda MGK bir iç göç raporu yayınladı. Bu raporla, PKK’nın bilinçli bir nüfus hareketliliği yarattığı tespit ediliyordu. Bu, iç savaşı hazırlamaktı.

İşte ikinci hassas nokta olası bir iç savaşa ülkeyi hazırlamak, böylesi bir iç savaşta halkın can güvenliğni korumak ve asayişi temin etmektir. Ordu bu olasılığı da göz önünde bulundurarak bir hazırlığa girişmiştir. Bu hazırlık da Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın görev alanındadır!

Demek ki operasyonların Özel Kuvvetler Komutanlığı’nı hedef alması boşuna değildir.

Bundan sonrası için planlama şudur:

1- Derin Devlet suçlamaları daha da artırılarak Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın lağvedilmesi istenilecektir.

PKK ve yandaşları bunun propagandasına başlamışlardır bile.

2- Jandarma İstihbaratı da Özel Kuvvetler’in istihbarat birimi gibi algılanmaktadır. O nedenle JİTEM suçlamaları artırılacak ve Jandarma İstihbaratı’nın lağvedilmesi istenilecektir.

3- Özel Kuvvetler Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlıdır. Kara Kuvvetleri Komutanı ise Yaşar Büyükanıt’tır.

Önümüzdeki dönemde Yaşar Büyükanıt’ı doğrudan zanlı konumuna düşürecek yeni “çete” operasyonları başlayacaktır. Bilindiği üzere Eryamanlar’daki subaylara üst kademelerden emir aldıkları kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Üst kademeden kasıt Yaşar Büyükanıt’tır.

Şimdiden hazırlıklı olalım, yarın öbür gün yine böylesi bir çete yakalanır ve bu çete mensuplarının Yaşar Büyükanıt ile telefon görüşmeleri yayınlanır!

Ergenekon büyüyor! Yakında dağı deler Kuzey Irak’a taşarız!

Burada tertipçilerin yapacaklarını yazdık ancak tertipçilerin başarı ihtimali bulunmamaktadır. Çünkü ulusal güçler bu tür tertipleri atlatacak kadar bilinçli, planlı ve kararlıdır.

Hemen burada Ergenekon’a girelim.

Danıştay tertibi sonrası bazı gazeteler Türk kontrgerillasının Ergenekon adıyla yeniden kurulduğunu yazdılar. Hatta bu Ergenekon’un beyni olarak da TÜRKSOLU’nu gösterdiler.

Bu haberleri yazanlar aslında böyle bir örgütlenme olmadığını çok iyi biliyorlar. Ama Ergenekon adlı hayali örgütten bu kadar korkmaları da ayrı bir gerçeğe işaret etmektedir.

Danıştay tertibi ile başlayan süreçte tertipçiler beklemedikleri bir direnişle karşılaştılar.

En önemli darbeyi hastanede Muzaffer Tekin’den yediler. Muzaffer Tekin “Başıma çuval geçiremeyecekler” diyordu. Gerçekten de geçiremediler! Üstelik Muzaffer Tekin’den istedikleri türde bir ifade de alamadılar.

Aynı şekilde Şemdinli’de Astsubay Ali Kaya’dan da istedikleri ifadeyi alamamışlardı.

En son Eryaman’da da Özel Kuvvet subayları bu tertipçilere konuşmadı.

Eğer tüm bu güçler Ergenekon ise, tertipçiler Ergenekoncuların sağlam direnişçi olduklarını görmelidirler!

Fakat Ergenekon olarak hedef alınan örgüt bugün daha da büyümüştür! Eskiden bu örgütün beyni olarak görülen bir tek TÜRKSOLU vardı. Ancak son süreç değerlendirildiğinde CHP’nin de artık TÜRKSOLU paralelinde siyaset yürüttüğü görülmektedir. Demek ki Ergenekon büyümektedir!

Hele biraz daha büyüsek, kalabalıklaşsak da şu dağdan çıksak!

Bakalım tertipçiler nereye kaçar o zaman?

Bizi Kıbrıs’ta mı, Balkanlar’da mı, Kuzey Irak’ta mı durdururursunuz şimdiden düşünün!

Mete’nin oğlu Attila biliyorsunuz Ergenekon’dan çıkışta tüm Avrupa’ya kadar yayılmıştı!

Özel Kuvvetleri hedef alan bu tertipler, Ordu’nun bütününü birleştirmiştir. En halim selimler bile artık tertipçilerin karşısına dikilmektedir!

Tertipçiler burada Ergenekonculara çete damgası vurmaya kalkmıştır ama tüm Ordu’yu Ergenekon etrafına toplamıştır!

Bakın Ergenekon’un bir de ordusu oluverdi!

Danıştay’da ulusal güçleri hedef tahtasına oturtanların aslında Ulusalcı denilen bir düşmana karşı da çıkmadıklarını özellikle belirtelim. Kimdir ulusalcılar ve bu son tertiplerde hangi ulusalcı hedefe oturtulmuştur?

Yayınlanan çete şemalarından, iğrenç saldırı yorumlarına kadar tümünde ulusalcı denilen kesim içinde bir tek adı geçen siyasal çizgi TÜRKSOLU’dur.

TÜRKSOLU’nun dışında herhangi bir gazete, dergi, tv vs. hedef alınmamıştır. Hatta o kadar ki saldırganın üzerinden Ulusal Haber kartı çıkmasına rağmen İşçi Partisi hedef alınmamıştır. Tüm yorumlarda Ergenekon’un beyni olarak TÜRKSOLU gösterilmiştir.

Demik ki tertipçi Kürt-İslamcı çete için tehdit kaynağı TÜRKSOLU’dur.

Hedefe oturtulanlarsa, şu ya da bu ölçüde TÜRKSOLU yörüngesinde olduğu düşünülen şahıs ve kurumlardır.

Vatansever Kuvvetler Güçbirliği TÜRKSOLU paralelinde faaliyet yürüten bir dernek olarak suçlanmaktadır. Avukat Kemal Kerinçsiz MHP’nin teslimiyetçi çizgisinin dışında biri olarak görülmekte, TÜRKSOLU’na dahil olmasa bile TÜRKSOLU’nun direnişçi mantığını sahiplendiği ve uyguladığı için özellikle hedef olmaktadır.

İşçi Partisi bile olaya ancak TÜRKSOLU’na düşman olduğu için dahil edilmektedir.

Görüldüğü gibi TÜRKSOLU’na düşman olmak bile bir siyasetçinin işine yaramaktadır. Vay be diyoruz kendi kendimize, biz neymişiz de haberimiz yokmuş! Bize düşmanlık dışında tek bir politikası olmayan ve sadece bize düşmanlık yaptığı zaman basına çıkabilen bir Perinçek’i bile meşhur edebiliyoruz!

Bu da doğal bugün Özel Kuvvetler Komutanlığı’na ve TÜRKSOLU’na saldırılırken birileri arşivleri karıştırsa, bugün TÜRKSOLU’na saldıran Perinçek’in dün de, Özel Kuvvetler Komutanlığı’na, JİTEM’e karşı büyük bir savaş açtığını görür. Perinçek dün orduya saldırdığı için basına çıkıyordu;bugün TÜRKSOLU’na saldırdığı için.

Bu da gayet normal, partisi kırk yıldır binde beşi geçemeyen bir adama siz basın olsanız ne zaman sayfalarınızı açardınız ki?

Ancak ordu ve TÜRKSOLU gibi etkin kurumlara saldırdığı zaman

 

http://www.turksolu.org/109/basyazi109.htm

***

Kürt-İslam Mahkemeleri

Gökçe Fırat

 

Paşalar da yargılansın

Şemdinli'de karar: 39 yıl

Kürt-İslam adaleti şimdilik Paşalara kadar ulaşamadı ama asıl hedef bu. Şeyh Said’in idamının intikamını Türk Ordusu’nun paşalarından almak istiyorlar

 

Şemdinli tertibi nasıl gerçekleşti

Kürt-İslamcı AKP iktidarının devlet kadrolarını Kürt-İslamcılaştırma çabasının çok yakın gelecekte Türkiye’ye nasıl bir “hukuk” düzeni getireceği Şemdinli mahkemesinin kararı ile birlikte daha net görüldü

Bilindiği gibi Şemdinli’de PKK üyesi olmaktan 15 yıl hapis cezasına mahkum edilen Seferi Yılmaz’a ait bir “kitabevi”ne “bomba” atılmış, “kitabevi sahibi” eski PKK’lı Seferi Yılmaz “bomba atılan” kitapçıdan dışarı çıkmış, kapının önünde bekleyen bir sivil arabayı görmüş, arabaya doğru ilerleyerek o sırada o caddede bulunan birkaç yüz kişilik PKK’lı grupla birlikte arabaya, arabadaki astsubay Ali Kaya ve iki istihbaratçıya saldırmış, arabasını yakmış, o sırada yine orada bulunan Danimarka’dan yayın yapan PKK televizyonu Roj TV Şemdinli’den naklen yayına başlamıştı.

Bu olay neresinden bakarsanız bakın bir komploydu. Ancak komployu yapanlar sanki bizlerle alay edercesine yapıyordu bu işi.

Olayın hemen ertesi günü gazeteler Susurluk manşetleri atmaya, “derin devlet” yorumları yapmaya başlamış ve PKK mahkumu Seferi Yılmaz’la röportaj kuyruğuna giren basın onu bir demokrasi kahramanı ilan etmeye başlamıştı.

Şemdinli olayı olur olmaz TÜRKSOLU Türkiye’deki tüm basının tersi bir tavır aldı, bunun Ordu’ya yönelik önemli bir komplo olduğunu yazdı. Komplonun düzenleyicileri olaraksa AKP ve PKK’yı adres gösterdik.

 

AKP: Sürpriz değil yargı görevini yaptı

Sürpriz tutuklama

Ordu mensubu astsubayın tutuklanması sürpriz değil ama PKK üyesi ve PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz’ın tutuklanması sürpriz! İşte Kürt-İslam adaleti.

O zamanlar ortada Şemdinli iddianamesi henüz yoktu, Ferhat Sarıkaya yoktu, Orgeneral Büyükanıt’ın adı henüz geçmemişti. CHP ve Cumhuriyet gazetesi dahil her çevre olayı Türk Ordusu’na yıkarken bir tek TÜRKSOLU olayın bir komplo, bir provokasyon olduğunu yazıyordu. Şemdinli bize göre AKP iktidarının önemli bir hamlesiydi.

Gerçekten de bir süre sonra Ferhat Sarıkaya’nın iddianamesi geldi, Orgeneral Büyükanıt çete lideri olmakla suçlandı. O anda Susurluk, “derin devlet” gibi bir oltaya atlayan kimi insanlar uyanıverdiler.

Şemdinli’deki araçta demek ki astsubay değil, Orgeneral Büyükanıt linç edilmek istenmişti!

Saflar birden yer değiştirirken, Orgeneral Büyükanıt’ı suçlayan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı ve savcı görevden alındı. Kamuoyu olayın Ordu’ya yönelik bir tertip olduğuna büyük ölçüde kanaat getirmişti.

İddianame nasıl hazırlandı...

Fakat bu sırada Şemdinli davası da başlamıştı.

Aslında iddianamenin hazırlanması, bu arada Meclis’te kurulan Araştırma Komisyonu Türkiye’de bir şeylerin nasıl da değiştiğini gösteriyordu. Ki bizce bu değişikliğin üzerinde durmak yarına hazır olmak için son derece önemlidir.

Şemdinli olayı yargıya yansıdığı andan itibaren Meclis’te bir araştırma komisyonunun kurulmasına kimse tepki göstermedi. Oysa yargıya intikal etmiş bir soruşturmaya Meclis’in dahi karışma yetkisi yoktur. Kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, yasama organı olan TBMM yargıya müdahale edemez. Oysa Komisyon çalışması doğrudan yargıyı yönlendirecek, baskı altına alacak bir çalışmaydı.

Komisyon üyeleri ne hikmetse hep Güneydoğulu milletvekillerinden oluşuyordu ve tanık olarak da hep PKK’lılar dinleniyordu. PKK mahkumu Seferi Yılmaz gibi bir bölücü itibar sahibi olmuş, Meclis Araştırma Komisyonuna akıl veriyordu.

 

100 yıl verseler bile üzülmem

Ceza alan astsubayın abisi kardeşini sahiplenerek alınması gereken tavrı herkese gösterdi.

Fakat yasama organının yargıya müdahalesinin bununla sınırlı olmadığı da görüldü. Savcı Ferhat Sarıkaya Meclis Araştırma Komisyonu ile temas halindeydi. Araştırma Komisyonu Başkanı, komisyondan bile gizlice savcı Ferhat Sarıkaya’ya ifadeleri gönderiyordu.

Daha da ötesi, savcı Sarıkaya idianamesini bitirdikten sonra bu iddianameyi e-maille aynı komisyon üyesine gönderiyordu. Oysa iddianameyi hazırlayan savcı bunu sadece mahkemeye sunabilirdi.

Buraya kadar olan düzenek iyi işliyordu.

Şemdinli’de yuvalanan PKK hücresi, TBMM Komisyonu, Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı, Van Adliyesi arasında inanılmaz bir eşgüdüm vardı.

Artık ortada bir iddianame değil, senaryo vardı. Bu senaryonun baş destekçisi ise Fethullahçı medyaydı.

Fakat senaryo bir noktada kesintiye uğradı. Ferhat Sarıkaya meslekten atılınca Şemdinli davasının iddianame sahibi ortadan kalkmış oldu.

Onun görevden atılması ile birlikte normal bir hukuki işleyiş başlayabilirdi ama olmadı. Yeni savcı iddianameyi aynen sahiplendi. Oysa iddianameye siyaset karıştırıldığı ortadaydı. Normalde yeni savcının tüm iddianameyi baştan, siyasal önyargıdan uzak bir şekilde hazırlaması gerekirdi. Fakat bu yapılmadı. Dava aynı iddianame ile başladı.

Bu nasıl mahkeme

Üstelik iddianame kısmından sonra dava kısmı tam anlamıyla bir hukuk katliamı oldu.

Mahkeme önünde herkes eşittir. Devlet görevlisi de, sıradan vatandaş da birdir. Ancak mahkemeler, hakimler, kanaat belirlerken tarafların geçmişlerini göz önünde bulundururlar.

Örneğin bu davada bir tarafta PKK üyesi olmaktan 15 yıla mahkum bir Seferi Yılmaz’la, diğer tarafta devlete hizmet etmiş, pek çok takdirnamesi olan bir astsubay arasında kanaate hükmedecek hakim, kendi siyasal tercihlerine göre hareket edemez.

Ama bu davada böyle olmamıştır. Sanıklar aleyhine delil olmadığı için hakimler kanaatle karar vermişlerdir.

Peki o kanaat nedir? Devlet görevlilerinin suçlu olduğu!

Hakimler kanaat belirlerken Fethullahçı medyanın derin devletle mücadele eden yazarları gibi hissetmiş ve o şekilde karar vermişlerdir.

Fakat sadece karar aşamasında değil önceki saflhalarda da büyük hukuksuzluklar yaşanmıştır.

Örneğin devlet görevlileri, Jandarma Komutanlığının raporları, mahkeme heyeti tarafından dikkate alınmamıştır. Oysa mahkeme heyetinin bu tür devlet rapor ve elemanlarına öncelikle dikkat etmesi gerekirdi.

Fakat bu davada bir Türk mahkemesi, PKK’lıları ve yandaşlarını dinlemiş, dikkate almış, onların beyanlarına göre kanaat oluşturmuş ama Türk Ordusu mensuplarını dinleme zahmetine bile katlanmamıştır.

Sanık avukatları olayın büyük bir provokasyon olduğunu, daha derinlemesine bir soruşturma gerektiğini belirtmiş, yeni tanıklar bulmuş, soruşturmanın genişletilmesini talep etmişlerdir. Normalde mahkeme heyetinin sanık avukatlarının bu taleplerini dikkate alması gerekir.

Neden gerekir? Çünkü sanıklar zaten tutukludur, yeni tanık dinlenmesi ya da soruşturmanın genişletilmesi sanıklara bir yarar sağlamayacağı gibi bu davanın uzamasından zarar görecek bir kişi de yoktur. Bu noktada mahkeme heyetinin sanık avukatlarının talebini reddetmesinin imkânı yoktur. Reddederek hukuk dışı hareket etmişlerdir.

Fakat mahkeme heyeti açısından daha söylenecek çok şey var.

Aynı mahkeme heyetinin Van Üniversitesi Rektörü’nü de aynı şekilde iki ay tutukladığını biliyoruz. Ama rektör şu an görevinin başındadır! Demek ki mahkeme heyeti güçlü hukuki delillerle değil kanaatle hareket etmeyi alışkanlık haline getirmiştir.

 

Şemdinli davasında karar günü

PKK’nın gazetesi 19’undaki mahkemeyi ayın 13’ünde yazdı.

PKK’dan al haberi

Bu davada ise mahkeme heyetinin ne yapacağını PKK’nın yayın organı zaten bilmektedir!

13 Haziran tarihli Özgür Gündem gazetesinde aynen şunlar yazılmıştı:

“Kararın bugünkü duruşmada ya da yetişmemesi halinde en fazla birkaç gün içinde çıkması bekleniyor. Bu arada mahkeme başkanının da tayininin çıktığı ve 19 Haziran’da ayrılmadan önce Şemdinli davasını karara bağlayacağı kaydediliyor.”

Şimdi ne var bu haberde diyebilirsiniz. Haberin tarihi 13 Haziran. O gün Şemdinli duruşması var. Henüz duruşma yapılmamış. Yani o günkü duruşmada ne olacağı bilinmiyor. Belki mahkeme o gün karar verebilirdi.

Ama Özgür Gündem mahkemenin o gün karar vermeyeceğini biliyor. Daha da garibi, mahkemenin bir sonraki duruşmasının 19’unda yapılacağını da biliyor!

Yani Özgür Gündem bir tek 19’undaki duruşmada sanıklara 39.5 yıl hapis verileceğini yazmamış!

Peki 13’ündeki mahkeme neden son savunma için sadece altı gün sonrasına karar kılar?

Normalde bu tür davalarda en az bir ay, hatta Erbakan’ın davalarında 3 aylık bir süre tanındığını biliyoruz. Yani son savunma önemlidir, mahkemeler de son savunma için 6 gün süre vermezler. Burada da hukukun doğruyu bulmak için değil infazı bir an önce gerçekleştirmek için işletildiğini akla getiriyor.

Ama daha önemli bir ayrıntı da var. Mahkemeden bir gün önce Ali Kaya GATA’ya sevkediliyor. Bu durumda son duruşmaya katılamıyor. Ceza davalarında ise sanığa son söz hakkı verilir ve bundan önce karar verilmez. Bu durumda mahkeme heyetinin 19’unda karar vermesi beklenemez. Nitekim PKK’lı avukatlar astsubayın kararı geciktirmek için GATA’ya kaldırıldığını yazıyor. Ama mahkeme heyeti de PKK’lı avukatlarla aynı kanaatte ki son sözü bile sormadan 39.5 yıl hapis veriyor!

Dikkat edelim sıradan bir cezadan değil 39.5 yıl hapisten bahsediyoruz.

Kürt-İslamcının adaleti

Hukuki ayrıntılardaki tutarsızlıklar, hukuksuzluklar ve çok açık bir şekilde tertipler çoğaltılabilir. Fakat burada asıl meselemiz bu değil.

Şemdinli davası açılışından kapanışına kadar tam anlamıyla adaletin ne duruma geldiğini göstermektedir. Artık bu ülkede hiç kimsenin adil yargılanma güvencesi kalmamıştır. Adalet Bakanlığı içindeki kadrolaşma mahkeme seviyelerine ulaşmış, karar mercileri Kürt-İslamcıların denetimine geçmiştir!

Mahkeme Yaşar Büyükanıt’ı yargılayamamıştır ama sadece şimdilik. Bu ülkenin bir rektörünü suçsuz yere, gereksiz yere iki ay hapse atabilecek kadar kendilerine güvenmektedir bu Kürt-İslamcı kadrolar.

Ferhat Sarıkaya’nın görevden alınması onları biraz ürkütse de kanlarındaki Kürt-İslamcı devlet düşmanlığı geni ağır basmakta, yargılayıp cezalandıracak bir Türk aramaktadırlar!

Ordu mensubu aramaktadırlar!

Artık adliyenin niteliği değişmiştir. Türk adaletinin yerini Kürt-İslam mahkemeleri almıştır.

Danıştay’a yapılan saldırı burada anlam kazanmaktadır. Yine bir Kürt-İslancı olan Başbakan, Danıştay’ı açıkça tehdit ediyor ve engel olarak suçluyordu. Hemen ardından yine aynı bölge doğumlu bir Kürt-İslamcı tetikçi Danıştay’ı bastı!

Şimdi Şemdinli davası Yargıtay’a gidecek ve oradan geri dönecek. Bunu kararı veren mahkeme heyeti de gayet iyi biliyor. Ama bilmesine rağmen bu kararı veriyor. Çünkü devlete, yargıya ve Ordu’ya mesaj veriyorlar!

Demokrasi, insan hakları, hukuk diye diye iktidara gelenler, artık hukuku rafa kaldırmışlar, komplolar, baskınlar, infazlarla iş görmektedirler.

Artık Türkiye’de bir Kürt-İslamcı çete iktidarı vardır.

 

http://www.turksolu.org/110/basyazi110.htm

***

 

 

DERİN HESAPLAŞMA VE MİLLİ JANDARMA

Milli Çözüm Dergisi

Mehmet DENİZ   

MART 2007

 

Jandarma, CIA'nın Jön Adamlarını Ürkütüyor

Dink suikastini araştıran mülkiye müfettişleri, jandarma için özel bir rapor hazırlıyor. İçişleri Bakanı Aksu, Pelitli'deki jandarma faaliyetlerinin araştırılması talimatını veriyor. Trabzon'daki sorunlara mülkiye müfettişlerinin iki yıl önce işaret ettiği ancak emniyet yetkililerinin bu uyarılara önem vermediği belirlendi. Raporda, hızlı silahlanmaya dikkat çekilerek işsizliğin arttığına dikkat çekildi.

Hrant Dink suikastinden sonra gözlerin çevrildiği Trabzon'un patlamaya hazır bomba haline geldiği mülkiye müfettişlerinin geçen yıl hazırladığı "İl Performans Raporu"nda ortaya kondu. Müfettişler yıllık raporlarında silahlanma ve ekonomik zayıflama uyarısında bulundu. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ise müfettişlerden, tetikçi Ogün Samast ile azmettirici Yasin Hayal'in yaşadığı Pelitli beldesinde jandarma faaliyetlerinin tüm yönleriyle araştırılmasını istedi. Emniyet görev alanı ile jandarma görev alanının ayrı olması, polis ve jandarmanın yetki kullanma biçimi ve hiyerarşik yapılanmadaki farklılıklar müfettişlerce sorgulanmaya başlandı.

Suç Jandarmaya Yıkılmak İsteniyor

Halen Trabzon'da çalışmalarını sürdüren mülkiye müfettişleri, Samast ve azmettirici Yasin Hayal'in yaşadığı Pelitli beldesinin jandarma bölgesi olduğunu dikkate alarak ayrı bir çalışma başlattı. Jandarma teşkilatının bu bölgede görev ve sorumluluğunu ne ölçüde yerine getirdiği inceleniyor. Bir jandarma müfettişinin de eşlik ettiği soruşturma kapmasında askeri personelin yerel istihbarat çalışmasında hangi bilgilere ulaştığına, istihbari bilgilerin ne zaman kimlerle paylaşıldığına bakılıyor. Böylece jandarma suçlanmak ve yıpratılmak isteniyor.

Polis Dinlemiş

Ayrıca 2004'de bir hamburger restoranını bombaladığı için hüküm giyen Hayal'in, tahliye olduktan sonraki ilişkileri, irtibatlı olduğu kişilere yönelik uyarı yazısı yazılıp yazılmadığına bakılıyor. Öte yandan bombalama olayından sonra emniyet istihbaratın Hayal ve bağlantılı olduğu kişiler için mahkemeden dinleme kararı çıkardığı bildirildi. Organize suç örgütleri ile ilgili başka bir dinleme kararı kapsamında da Hayal'in telefon trafiği ayrıca kayda alındı. Ancak bu konuşmalarda Dink suikasti ile ilgili ipucu içeren bilgilere rastlanmadı.

Silahlanma Uyarısı

Geçtiğimiz yıl Trabzon'a giderek ilin performansı ile sosyo-ekonomik durumu hakkında rutin rapor yazan mülkiye müfettişleri özellikle silahlanmaya dikkat çekti. Raporda, Trabzon'un son yıllarda ekonomik ivmesini kaybettiği, ildeki dinamizmin zayıfladığı vurgulandı. İşsiz sayısındaki artış, yatırımlardaki gerileme de diğer risk unsurları arasında gösterildi. İstanbul ve Trabzon'daki incelemelere ek olarak Samsun'daki güvenlik birimlerini de mercek altına alan mülkiye müfettişleri, Samast'a kahraman muamelesi yapıldığı izlenimini veren video görüntüleri ile ilgili çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Müfettişler, basına yansıyan görüntülerde polis kadar jandarmanın da kusurlu olduğu sonucuna vardı ve hem polislerin hem de jandarma personelinin açığa alınmasını istedi. Oysa bu olay tamamen, Emniyete sızmış Fetullahcı şebekenin ve MOSSAD müritlerinin bir marifetiydi. Jandarma kasıtlı olarak suça ortak gösterilmiştir. Ancak jandarmaya görevden el çektirme konusunda İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin tam yetkili olmadığı görülünce kamuoyundaki tepkilerin azaltılması amacıyla acilen görev yeri değişikliği önerildi. Müfettişlerin bu yöndeki görüşü Jandarma Genel Komutanlığı'nca da uygun bulundu.

Jandarmadan Kim Rahatsız Oluyor?

AKP'nin ve arkasındaki küresel akreplerin yalakası Yeni Şafak şöyle bir haber yazmıştı:

"Jandarma, Trabzon'un Pelitli Beldesini kendi sorumluluk alanından çıkartıp polise vermeye yanaşmıyor.

1997 yılında Trabzon Güvenlik Kurulu, Çaykara ve Düzköy ilçeleri ile Pelitli ve Söğütlü beldelerinden jandarmadan çekilerek polise verilmesi kararı aldı. Ancak Pelitli'den jandarmanın çekilmesine yönelik karara Jandarma Genel Komutanlığı izin vermedi. Mart 2006'da ise Pelitli'nin polise bırakılmasına yönelik Trabzon Valiliği'nin yazısına Jandarma Genel Komutanlığı cevap bile vermedi."

Nuh Gönültaş ise Jandarma ile ilgili bazı gerçekleri saptırmaya çalışmıştı.

Acaba, Türkiye'de Ordu'nun içinde Jandarma diye ayrı bir birim kurulmasının altında ne yatıyor? Silahlı Kuvvetlerde Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri dışında Jandarma Genel Komutanlığı'nın varlığı şuna dayanıyor: Bir NATO ülkesi olan Türkiye'nin Silahlı Kuvvetleri NATO gücünün bir parçası, ama jandarma buna dahil değil. Bir anlamda Jandarma, Türkiye'nin yedekteki "milli ordusu" mantığını yansıtıyor.

"Nitekim NATO görevleri dışındaki bir askeri yapı olan Jandarma, ilk dönemde Güneydoğu'daki terör mücadelesinin bütün sorumluluğuna sahipti. Sonradan tehdit büyüyünce devreye Kara Kuvvetleri girdi. Jandarma, tamamen "askeri görevlere" dayalı bir yapı iken son zamanlarda Türkiye'de çok daha değişik bir yapılanma ile karşımıza çıkmaya başladı.

Buna kısaca "jandarmanın polisleşmesi süreci" diyebiliriz. Özellikle 28 Şubat sürecinden sonra jandarma adeta polise alternatif bir yapılanmaya gitti. En modern dinleme cihazları ile donatılmış bir jandarma istihbarat mekanizması kuruldu. Öte yandan Türkiye'de polis birimlerinin henüz yaygın olmadığı merkezlerde güvenliği sağlamakla görevli olan jandarma, yasalar gereği zaman içinde polise devretmesi gereken bu alanları da devretmiyor. O kırsal alanlar şimdi belediye oldu, ilçe oldu, ama jandarma buralardan çıkmadı.;.

Antalya'da ata binmiş jandarmanın sahillerde yaptığı gezinti, ne kadar iyi niyetli düşünsek düşünelim, kumsalda güneşlenen turist üzerinde hiç de iyi bir imaj bırakmıyor. Bugün İstanbul'un veya Ankara'nın göbeğindeki pek çok yer hâlâ jandarmadan soruluyor. Şimdi, yavaş yavaş 28 Şubat olağanüstü sürecinin etkisini üzerinden atmaya çalışan Türkiye'de, jandarmanın askeri gereklerle bağdaşmayan bu pozisyonunu sürdürmekteki ısrarını en azından ben anlayamıyorum." Diyen Nuh Gönültaş ayarını ve rahatsızlığını ortaya koyuyor.

Alınan bilgilere göre Başbakan Tayyip Erdoğan, jandarmanın polise devretmesi gereken yerlerden çıkması için talimat veriyor. Ancak öte yandan Ankara'da İçişleri Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı arasında ilginç bazı görüşmelerin sürdüğüne dair de haberler geliyor. Bu haberlere göre, jandarma adeta ikinci bir Emniyet Genel Müdürlüğü birimi kuruyor.

Çünkü bu haberlere göre jandarma, şehir merkezlerinde istihbarat ve operasyon yapabilme yetkisi istiyor. Bu söylentiler yaygınlaşınca Jandarma Genel Komutanlığı bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti. Ancak bu açıklama, adeta bu tür haberlere güç katan cümleler taşıyor: "Jandarma, görev alanını genişletme çabası içinde olmayıp, tam tersine yasal görevleri ve genel kolluk sıfatıyla sorumlu olduğu hizmetleri daha iyi yerine getirmek üzere AB normlarında organize olma ve kapasite arttırma çalışmalarını sürdürmektedir." Ama bu Milli ve Haysiyetli girişimler AB aşıklarının ve NATO uşaklarının canını sıkıyor. Ve Nuh Gönültaş şöyle sızlanıyor: "Zaten jandarmanın görev alanını genişletme çabası içinde olmasına gerek yok, çünkü şehir merkezleri hariç Türkiye'nin yüzde 92'lik bölümünü kontrol ediyor.

Problemin temelinde jandarmanın polisiye bir rol üstlenme talebinin olup olmaması yatıyor. Bizim gözlemimiz, Jandarma Genel Komutanlığı'nda, özellikle de 2003 Yüksek Askeri Şurası sonrasında yapılan yeni bazı atama ve yapılanmalarla, polisiye çizgiye doğru hızlı bir kaymanın olduğu yolundadır. Şu soruyu açıkça soralım: Jandarma'nın organize suçlarla ve terör örgütleriyle mücadele etmesini gerektirecek bir durum içinde miyiz? Elbette, nasıl ki Güneydoğu'daki terör mücadelesinde jandarma yetersiz kalınca devreye polisin özel timleri ve Kara Kuvvetleri birlikleri girdiyse; polisin de organize suçlarla veya terör örgütleriyle baş edememesi halinde, jandarmanın yardımı gerekebilir.

Ama şu anda Türkiye'nin böyle bir ihtiyaç içinde olduğunu söylemek çok komik olacaktır. Jandarma, Türkiye'nin ihtiyacı olduğu bir durumda "savaşmak" üzere görev almış olan tamamen askeri bir yapı, Türkiye'nin yedek milli ordusudur. Dolayısıyla her an böyle bir savaş görevi alacak şekilde hazır olmak ve buna göre yapılanmak durumundadır.

Yedek milli ordunun giderek polisiye bir görünüm kazanması, askeri ulusal çıkarlarımızla da bağdaşmıyor. Eğer yarın bir gün polis de jandarmalaşmaya heveslenirse, aynı şey polis için de geçerli olur. O halde noktayı koyalım. Jandarmadan polis, polisten jandarma olmaz. Ve, bir köyde iki muhtar, bir ülkede iki polis gücü olmaz." Diyor.

Ama MİT ve Emniyetteki, CIA ve MOSSAD güdümündeki Fetullahcı ekibin gizli ve tehlikeli kadrolaşmasına karşı, elbette Milli ve haysiyetli bir hesaplaşmanın kaçınılmazlığını göz ardı ediyor.

Jandarmanın her yönden güçlenip etkinleşmesi, masonik ve münafık güruhun böbrek taşlarını oynatıyor!.

Gül'den Washington'a, İran ve sınır ötesi için garanti veriliyor.

Hükümet Avrupa'da yakalanan PKK'lıların teslimiyle Ordu'ya karşı bir adım öne geçmeyi hesaplıyor. Gürün ABD ziyareti bu eksende gerçekleşti. Cheney, Hadley ve Rice ile görüşen Gül, "sınır ötesi harekat gündemimizde değil" ve İran konusunda 1 Mart gibi olmaz" taahhüdü verdi.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler arifesinde gerçekleşen Amerika ziyareti bir taahhüt ziyaretine dönüştü. İktidarının beşinci yılında kilit konularda Washington'un istediği adımları atmakta zorlanan AKP yönetimi, "bir şans daha" istiyor.

Gül'ün Amerikan yönetimiyle görüşmelerinin başladığı 5 Şubat günü Paris ve Brüksel'de PKK'ya operasyon başladı. PKK'nın Avrupa sorumlusu ve kasası Rıza Altun Paris'te, askeri kanadından Canan Kurtyılmaz Belçika'da tutuklandı. Eski DEP milletvekilleri Zübeyir Aydar ve Remzi Kartal da sorgulandı.

Washİngton'da bulunan Abdullah Gül, Avrupa operasyonunun Amerika'nın girişimiyle yapıldığını söyledi. Sızan bilgiler, AKP yönetiminin seçimler öncesinde Avrupa'da tutuklanan PKK'lıların teslimi ile Ordu karşısında bir adım öne geçmeyi planladığı yönünde.

Sınır Ötesi Gündemde Değil

5 Şubat'ta Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Stcphan Hadley ile görüşen Gül, İran ve sınır ötesi harekat konularında garanti verdi. Diplomatik kaynaklara göre Gül, sınır ötesi harekatı kesinlikle düşünmediklerini ve işbirliğine yanaşmaması durumunda Tahran'a karşı Amerika'yı destekleyeceklerini söyledi. Hükümetin Amerikan yönetimi ile yeni bir gerginlik istemediğini vurguladı. Dışişleri Bakanı, "1 Mart'taki gibi olmaz" mesajı verdi.

Ankara İle Washington arasındaki en dikenli konu Irak. Hükümet bu konuyu lehine kullanmak için manevra yapıyor. Gül, kapalı kapılar arkasında yaptığı görüşmelerde Kerkük'te önce nüfus sayımı yapılması durumunda Türkiye'nin referanduma hayır demeyeceği sözünü Amerikalı yetkililere verdi.

Ankara'nın Kerkük referandumunu erteletmek için önerisi, nüfus sayımı ve normalleşme komisyonunun engellenmesi üzerine kurulu. Kerkük için kurulan normalleşme komisyonunun bir buçuk aylık sürede sonuç alamaması durumunda referandumun erteleneceği hesaplanıyor. Ancak Amerikan tarafı anayasal sürecin işleyeceğini vurguladı.

Kafkaslar Ve Orta Asya Haritası Masada

Gül'ün Cheney İle görüşmesinde masaya harita kondu ve üzerinden ortaklaşa neler yapılacağı konuşuldu. Cheney, Türkiye'nin Kafkaslar, Orta Asya ve Karadeniz'de Amerika ile işbirliğine gitmesi gerektiğini söyledi. Gül; enerji ve güvenlik konularını kapsayan alanda işbirliğine hazır olduklarını belirtti. Görüşme sonrasında yaptığı açıklamada ise "Kafkasya ve Orta Asya konularında yararlı görüşmeler yaptıklarını" vurguladı.

Beyaz Saray'da Cheney ile gerçekleştirdiği görüşmede, enerji konuları özellikle gündeme geldi. Cheney ve Gül, harita üzerinde boru hatları, enerji güvenliği konularını ele aldılar. Amerikan tarafı, Rusya ile Türkiye arasındaki enerji işbirliğinin sınırlanmasını istiyor.

Hadley'le yapılan görüşmede ise Kosova ele alındı.

"Filistin'den Uzaklaşıp İsrail'le Yakınlaşıyoruz"

Gül, 6 Şubat'ta meslektaşı Condoleezza Rice ile bütün bu konulara ek olarak Ortadoğu sorununda işbirliğini görüştü.

Gül'ün en tartışmalı görüşmeleri ise Yahudi lobisiyle gerçekleşti. Yahudi lobisinden William Daroff, kapalı kapılar arkasında Gül'ün ne söylediğini basına açıkladı: "Bize 'HAMAS'la ilişkileri sınırlandırdık, İsrail'le ilişkilerimizi geliştiriyoruz' dedi". Daha sonra Dışişleri Sözcüsü'ne yaptırılan açıklama da bu sözlerin söylendiğini doğrulamış oldu. Sözcü Levent Bilman, "geçmişe yönelik anlattıkları böyle yorumlanmış olabilir" dedi.

Hrant Dink nasıl vuruldu

Cinayetin üzerinden tam on dört gün (Bu yazı 2 Şubat Cuma günü yazıldı) geçti. Ama en "kritik" soru, halen cevapsız.  Neredeyse Hrant Dink mezarından kalkıp,  o "kritik" soruyu polise, yakın arkadaşlarına, basın organlarına kendisi soracak: "Yahu, beni gazete binasından dışarı çıkartıp, tetikçilerin ayağına gönderen kişiyi niçin araştırmıyorsunuz?"

Elbette Hrant Dink, bunu yapacak durumda değil. O halde, "üzeri örtülen" soruları biz soralım: Hrant Dink, tam da tetikçilerin kendisini beklediği sırada niçin "dışarı" çıktı?

Bunun cevabını, geçen hafta yazmıştık: Cinayetten on dakika önce, Hrant Dink'e bir "dost" telefon edip, acilen 2.500 (iki bin beş yüz) dolar bulmasını istedi.

Telefon Eden ya da Parayı İsteyen Kim...

Bu kişi "kim" olursa olsun. O telefon olmasaydı Dink dışarı çıkmayacak ve belki de katiller onu öldüremeyecekti. Bu İhtimal, Dink'in yakınlarının ve ailesinin "kafasını kurcalamıyor" mu? Özellikle Dink'İn "yakın arkadaşları" telefon eden kişiyi merak etmiyorlar mı? Mutlaka merak ediyorlardır. O telefonu "eden" kişinin iyi niyetli olduğunu biliyorlarsa, kendileri açısından bu sorunun cevabı önemli olmayabilir. Ne var ki, cinayete ilişkin bütün ayrıntıların ortaya çıkmasını "herkes" istemiyor mu? Onlar bu sorunun cevabını "saklamak" hakkına sahip değil, iki haftadır Türkiye, bu olay nedeniyle çalkalanıyor... Tayip Erdoğan, bu olay nedeniyle "derin devlet" korosuna katıldığına göre, bu önemli konuyu "merak etmek zorunda" değil mi?

Diyelim ki, Dink'ten 2500 dolar isteyen kişi, "tesadüfen" o saatte telefon etmiştir. O zaman ortaya çıkıp, bunu açıklaması gerekmez mi?

İkinci Tetikçi Meselesi...

Ortaya çıkan bilgilere bakılırsa, cinayet için üç ayrı senaryo üzerinde çalışılmıştı. Bunların ikisini, geçen hafta aktarmıştık. Üçüncü senaryoya göre, Dink'e, yine gazete binasında saldırı yapılacaktı. Çünkü, banka ile gazete binası çok yakın. Dink, bu mesafeyi beş-altı saniye içerisinde geçip, binaya girebilir, katiller o sürede "işlerini" yapamayabilirlerdi. Belki de Dink, bu mesafenin çok kısa olduğunu düşündüğü için tuzağa düştü.

Olaya tanık olduğunu söyleyenler, katillerin birden fazla olduğunu söylüyor.

Bu söylenti, "üçüncü" cinayet senaryosuna uyuyor. Çünkü. Dink'e telefon edip, onu tuzağa düşüren kişi, muhtemelen; istediği parayı almak üzere, birisini gazeteye, Dink'in yanına gönderecekti. Dink, kendisinden para isteyen kişinin adını vermediği için, katil yakalansa da, o "dost"un adı, şimdiki gibi gizli kalacaktı. Ogün Samast, daha önce kapıdan çevrildiği için, gönderilecek kişi de "bir başka tetikçi" olacaktı. Ama buna gerek kalmadı.

Kim, Kime Ne Kadar Güveniyor

Dink'i tuzağa düşüren telefonu eden kişi, kimliğinin ortaya çıkmayacağına nasıl güvendi? Bu konuda, telefonu eden kişinin, "tetikçiler" bakımından içi rahattı. Çünkü, tetikçiler, o kişiyi tanımıyordu. İsteseler de o kişinin adını veremezlerdi. O kişi ile doğrudan görüşmemişlerdi. Kimliğin açığa çıkması konusundaki tek "risk", Dink'in o kişiden, gazetedekilere söz etmesiydi. Ama; işte Dink, o telefon görüşmesinden sonra, "apar-topar" dışarı çıkarken, hiçbir şey söylememişti. Demek ki, o kişi, bu riski de "sıfırlayacağını" biliyordu. Dink'in gazetedeki arkadaşları, "görünüşe göre" bu mesele üzerinde hiç durmuyorlar ama aralarında bunu tartıştıklarını tahmin etmek zor değil. Onlar, bu cinayeti gerçekten, 301. maddeye "bağlıyorlarsa" cinayetin aydınlatılmasını istediklerine kim inanır?

"Fetullahın İstihbaratı Çok Kuvvetlidir"

10 yıldır ABD'de oturduğu halde, Fetullah'ın eli-kolu o kadar uzun ki... Her yere yetişiyor. Üstelik, Nazlı Ilıcak'ın açıkladığı gibi, "Fethullah'ın istihbaratı çok kuvvetli" imiş. Bakın Fetullah neler söylüyor:

"Bundan 8-9 ay evvel bana, bu türlü şeyleri bilen, çok üst seviyelerde vazife görmüş bir insanın 'Önümüzdeki aylarda Türkiye'de yeniden kan gövdeyi götürecek, seri cinayetler işlenecek' dediği nakledildi. Evet, o uzman 'Kan gövdeyi götürecek' diyor."

Acaba o uzman kimdi?

"Bu tür şeyleri bilen" kişi, acaba Emniyet teşkilatından mıydı?

Yoksa, polisin istihbarat görevlilerinin yazdığı yazılar, Fethullah Gülen'in eline geçiyor da bu neden ile mi önlem alınamıyor?

Bunun cevabını, "Fetullah sicilli", üst seviyelerde "vazife" gören birine mi sormalı... Artık o kadarını da, Hrant Dink'in "yakın" dostları düşünsün.

KOM Eski Şube Müdürü Dr, Adil Serdar Saçan:

Cinayetlerin arkasında "F Tipi Örgüt" var

Amerika'da ikamet eden hoca, "ulusalcılığı aşacağız" demiş ve Türkiye'de kanlı olaylar olacağını açıklamıştı. Bu açıklamaları takip eden süreçte, Şemdinli olayları ve iddianamesi, Danıştay cinayeti, Atabeyler operasyonu ile Türk Silahlı Kuvvetleri hedef alındı.

Hrant Dink cinayeti öncesinde ve sonrasında gelişen olaylar üzerine, Kaçakçılık ve Organize Suçlar İstanbul Şubesi'nin "daha önceki" müdürü Dr. Adil Serdar Saçan, "cinayetlerin arkasında F tipi Örgüt var" diyor.

Dr. Adil Serdar Saçan, Ulusal Kanal'ın bir saati aşan canlı yayınında, olayları şöyle yorumladı:

Önce, Hablemitoğlu cinayeti. Sonra; Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörüne karşı açılan kampanya, Şemdinli olayları iddianamesi, Rahip cinayeti, Cumhuriyet Gazetesine saldırılar, Danıştay saldırısı, Atabeyler operasyonu ve Dink cinayeti...

Bu süreçte genel durumu görelim:

Üç önemli konu var.

TSK'yı Yıpratmak, İşbirlikçi Güçler Yaratmak

Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmak, ülke içerisinde etnik milliyetçiliği ve bölücülüğü desteklemek ve İslamı yeniden "şekillendirmek"...

Sevr Antlaşması sonrasında, yüzlerce Osmanlı paşasından sadece 9-10 tanesi Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Mustafa Kemal Atatürk, bu paşalardan ve onlara bağlı kuvvetlerden bir ordu yaratarak emperyalist işgalcileri yendi. Bu nedenle, günümüzün emperyalistleri olan "küreselciler", Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmak ve savaş yeteneğini zayıflatmak zorundadır.

İkincisi; İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan filan... Bu millet bunları her zaman yenmeye muktedirdir, ama biliyorsunuz Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'nda, emperyalistlerden daha çok, içteki gericilikle, iç isyanlarla uğraşmak zorunda kalmıştı. Küreselciler, "içeride" işbirlikçi güçler yaratmadan hedeflerine ulaşamayacaklarını biliyorlar.

Üçüncü konu İslam dininin, kapitalizme, emperyalizme uygun biçimde değiştirilmesidir. Musa Peygamber'in "On Emir"inde ne varsa, tersini uyguluyorlar. Hıristiyanlığı, İncil'i de istedikleri biçime soktular. Şimdi, İslam dinini değiştirmeleri gerekiyor. "Zekat", yani "karşılıksız yardım" kapitalist-sermayeci zihniyete uygun değil. Müslümanların "emperyalizmden korkmaları"nı sağlamaları da gerekir. Dinler arası diyalog, buradan kaynaklanıyor.

Yaşadığımız süreçte, hedef bunlardır.

Amerika'da İkamet Eden Hoca, İşareti Vermişti

Amerika'da ikamet eden hoca, "ulusalcılığı aşacağız" demiş ve Türkiye'de kanlı olaylar olacağını açıklamıştı. Bu açıklamaları takip eden süreçte, Şemdinli olayları ve iddianamesi, Danıştay cinayeti, Atabeyler operasyonu ile Türk Silahlı Kuvvetleri hedef alındı. Rahip cinayeti, Trabzon'da milli futbolcuların tehdit edilmesi, işyerleri ve otoların kurşunlanması, Cumhuriyet Gazetesi'ne saldırılar, ve Dink cinayeti... Bu olayların hepsinde de Ramazan Akyürek, önce Trabzon Emniyet Müdürü olarak, sonra Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı olarak sorumlu görevlerde. Yaşadığımız olayların hepsinin arkasında, bu "F tipi" örgüt var.

Akyürek, Danıştay Sonrası Görevden Alınmalıydı

Danıştay Cinayeti sonrasında Aydınlık Dergisi'nde yayınlanan söyleşide, bu örgütü açıklamıştım. Siz de o zaman Danıştay saldırısının sorumlusunun İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek olduğunu yazmıştınız. Ramazan Akyürek'in "Fethullah sicili olduğu" ortaya çıkmıştı. O zaman derhal görevden alınması gerekirdi. Alınmadı. Hrant Dink cinayeti ile ortaya çıkan gerçekleri herkes gördü. Görevden alınması gerekenlere dokunulmazken, Hrant Dink cinayeti ile, "F tipi örgüt" arasındaki bağlantıyı açığa çıkartabilecek olan emniyet müdürü Reşat Altay, hemen görevden alındı. Çünkü Reşat Altay, "F tipi" örgüte karşıydı.

Hrant Dink cinayeti sonrasındaki olaylar da öğreticidir. Cinayetten sadece bir saat sonra, "Hepimiz Ermeniyiz" bez pankartları açılıyor. Kendisine vaktiyle, "solcuyum, komünistim" diyenler, ABD Büyükelçisinin, Türkiye'yi soykırımcı ilan eden Ermeni diasporasının arkasından "Hepimiz Ermeniyiz" diye yürüyor. Bizleri de, "Siz Hrant Dink'i anlayamıyorsunuz" diye eleştiriyorlar. Oysa, cinayetten hemen sonra, Hrant Dink'in kızı, gazetenin balkonundan, "şimdi kanınız temizlendi mi?" diye konuşuyor. Demek ki, kızı da, babasının, "Zehirli Türk kanından" bahsettiğini düşünüyor. O da mı babasını anlamamış?

 

http://www.millicozum.com/content/view/872/26/

 

 


 
 
  Bugün 1 ziyaretçikişi burdaydı! Sitenizesayac.com
dizilerTurk Siteler 100 - Site Ekle - Link Ekle - Toplist> sohbet Site Ekle gezturkiye forex danismanlik mermer Lider100.Com sohbet AB, eyalet projesine para yağdırdı      Somali'de iç çatışmanın bilançosu ağır: 45 ölü      Şener resmen başlıyor      H1N1 can almaya devam ediyor      22 kere ameliyat olmuş haberi yok      Atlantis'in dönüşü bugüne ertelendi      Avustralya'da seller yine evsiz bıraktı      Kiliseye siyasi kriz bombası      5.9'luk deprem sokağa döktü      Komşu ateşle oynuyor     
 
GERÇEK HABER DOĞRU BASİN


Yeniçağ TV


Yeniçağ Gazetesi


Ortadoğu Gazetesi

 


ŞEHİT; Künyesi Kırılandır..VATAN İçin CAN Vern.. VATAN için VURULANDIR.. ŞEHİT; Elbisesi Ateşten AK Kundak gibi.. KARA Topraga Sarılandır KAHRAMAN; Göz KIRPMADAN Düşmana SALDIRANDIR.. TÜRK Tarihi Denen KAHRAMANLIK Şiirini.. Yeniden Yazmak İçin Harcayacagımız Kandır

Önce Vatan Vatan Millet Sonra Ana ve Yar Bu yolda Savrulan Birileri var

Ezan dinmez diyen..Bayrak İnmez Diyen..Şehit Ölmez Diyen birileri var.. Şehitler ölmezzzzz....Şehitler ölmezzzzz...

Bayrakla Dertleşen ..Toprakla Birleşen..Can verip Devleşen Birileri var Hepimizin başı sag olsun..

Er yada geç sizide bitirecegiz Soysuz köpekler..

  

 KiMe Oy VeRiYoNuZ Bi DaHa DuSuNuN COK GEC DEMEDEN

  KARAMURAT TASARIMCILIK 2009

 sitene türk bayrağı sitene türk bayrağı
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol