AKP YALANLARI |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
SIYONIZMDEN TÜRKIYE IÇIN BASKA SINSI PLAN: VATAN HAINI MASALARINI
KULLANARAK TÜRK ORDUSUNU YIPRATMAK!!!
SİYONİZMDEN
TÜRKİYE
İÇİN
BAŞKA SİNSİ PLAN:
TÜRK ORDUSUNA KARŞI PSİKOLOJİK SAVAŞ!!!
SİYONİZME HİZMET EDEN, VATAN HAİNİ MAŞALARINI KULLANARAK; TÜRK
ORDUSUNU KARALAYAYIP, YIPRATMAK!!!
|
"DERİN DEVLET" DEDİKLERİ
M.Kemal SALLI
28 Haziran 2007
Dr. Kumkale, gazetemizde yazdigi makalelerde ve Beynimizi
Kimler Nasil Yönetiyor adli kitabinda, güçlü ülkelerin ele
geçirmeyi hedefledikleri ülkelere karsi uyguladiklari
psikolojik savas yöntemlerini ve Türkiye'de bu saldirilari
bosa çikarma amaciyla yapilan çalismalari ayrintilari ile
anlatiyor.
...
DR. KUMKALE, Psikolojik Harekât'in bir ülke için ne kadar
önemli oldugunu taze bir örnekle, "Kurtlar Vadisi Irak"
filmi örnegi ile anlatiyor. Hepimizi heyecanlandiran, biraz
da yüregimizi soguttugunu sandigimiz bu film, aslinda, Türk
Silahli Kuvvetlerini güçsüz, beceriksiz göstermeyi
hedefleyen küresel psikolojik harekâtçilarin- kendi
açilarindan- basarili bir uygulamasidir. Türk ordusunun 11
seçkin askerinin yapamadigini Polat Alemdar ve üç arkadasi
kolayca becerebilmektedir! Süleymaniye'de 11 seçkin
askerinin basina çuval geçirilmekle, ordu-millet
karakterindeki insanlarin gururu kirilmaktadir. Milletin
bilinçaltindaki o abidenin, a sahane imajin, senaryosu
ustaca kurgulanmis bir filmle dinamitlenmesi gibi, Hrant
Dink'in katilinin iki güvenlik mensubu arasinda çekilen
bayrakli görüntülerinin TGTR ekranlarinda tekrar tekrar
gösterilmesi, diger televizyon kanallarina bedelsiz
verilmesi de ayni psikolojik savasin bir baska
uygulamasidir.
"Iste PSIKOLOJIK HAREKÂT budur. Iyi planlanip, uzman
kisilerce uygulandiginda basarisi katlanarak büyümektedir.
"Derin devlet kavramiyla aslinda hedef alinan, derin devlet
suçlamasiyla milletin gözünden düsürülmek istenen birim,
Türk Silahli Kuvvetler bünyesinde görev yapan Özel Kuvvetler
Komutanligi'dir."
Genelkurmay Baskanligi'na bagli olarak görev yapan Özel
Kuvvetler, yapacaklari çok özel görevler nedeniyle, çok özel
sekilde yetistirilen seçkin askerlerden olusur.
"Özel Kuvvetler; ülkemizin herhangi bir düsman bölgesi
düsman isgali altina girdigi takdirde, bu topraklarda kalan
Türkler tarafindan düsman kuvvetlerine karsi örgütlü ve
planli olarak karsi konulmasi ve cephe gerisinde
uygulayacagi gerilla eylemleri ile düsmana azami zarar
verdirilmesi için baris zamaninda yapilacak hazirliklari
yürüten askeri bir birliktir.
Çok seçkin subay-astsubay ve uzman personelden olusan
birlik, yukarda belirttigim ana görevi disinda, yurtiçinde
herhangi bir askeri birligin kabiliyetini asan özel
görevleri de yerine getirir. Uçak kaçirmalar, sabotajlar,
anarsi ve terör örgütlerine karsi düzenlenecek nokta
operasyonlarinda basari ile görev alan Özel Kuvvetler, halk
arasinda 'bordo bereliler' olarak isim yapmislardir. Bu
birliklerde görev alma ayricaligina erismis rütbeli
personelin, kamuoyu nezdinde, kendilerine ve ailelerine
gurur verecek hakli, üstün bir yeri vardir."
Özel Kuvvetler, 12000 yillik tarihimizin her asamasinda,
Cumhuriyet öncesinde de, Cumhuriyet sonrasinda da, degisik
ad ve yapilanmalarla, Türk'ün yurt edindigi genis
cografyalarin her parselinde etkin görevler üstlenmislerdir.
Daha sonralari tümen seviyesinde örgütlenen Özel Kuvvetler,
özel durumlarda savasma konusunda, dünyanin en iyi
yetistirilmis askeri gücü oldugunu defalarca kanitlamistir.
Küresel gücün BOP kapsamindaki cografyada yapmayi düsündügü
uygulamalar önündeki en büyük engel, Türk Silahli Kuvvetleri
ve özellikle TSK bünyesinde görev yapan Özel Kuvvetler'dir.
Kurulus amaci ve görevleri yasalarla belirlenen Özel
Kuvvetler'in, her türlü yasa disi olaylari planlayan bir suç
örgütü olarak gösterilmesi, küresel çapta planlanmis bir
Psikolojik Harekât'tir.
Dr. Kumkale, Beynimizi Kimler Nasil Yönetiyorlar adli
kitabinda, "düsmanlarimizin bizi bizden iyi tanidiklarini,
bu yüzden ünü dünyaya yayilmis güçlü Türk ordusu ile çatisma
riskine girmeden", kaleyi içten fethetme usullerini
kullandiklarini vurgulayarak, "Bunun da adi psikolojik
savastir" diyor.
"Aslinda bu etkili ve endirekt olarak hedefe giderek
basarili sonuçlar alinmasi kaçinilmaz olan bu savas sekli
yeni ve bilinmeyen bir sey degildi.
Dünyanin en eski savas metotlarindan biri olan psikolojik
savas (psikolojik harekât) insanlik tarihinin bilinen en
eski devirlerinden beri kullaniliyordu ve hedefi dogrudan
insan beyinleriydi."
(...) "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulus dönemlerinden
baslamak üzere, Türk halki üzerinde acimasiz ve sinsi
psikolojik savas taktikleri uygulanmaktadir. Toplumun bütün
kesimleri bu acimasiz ve sinsi fakat çok tesirli savasin
etkisi alanindadir."
(...)"Insanlarimizin beyinleri, bilinçli sekilde sürdürülen
planli ve programli yikici propagandanin bütün saldirilarina
karsi korumasiz birakilmistir. Sonunda, dünyanin kendi
kendine yetebilen birkaç ülkesinden biri olan, 600 yil
dünyaya hükmetmis bir dünya devleti olusturan Türk milleti,
kendi kendini yönetemez duruma gelmistir."
(...) "Dünyayi yeniden yapilandirmak için birçok proje
üretip bunlari birbiri pesi sira yürürlüge sokan küresel
güçler, bulundugumuz cografyada bizim gibi potansiyele sahip
güçlü bir ülke istememektedir."
Bu hedefin önünde en büyük engel olarak Türk Silahli
Kuvvetleri görülmektedir. O nedenle, toplumu sarsan her
olumsuz gelisme, "derin devlet" suçlamasi ile ordu ile
iliskilendirilmeye çalisilmaktadir.
Dr. Kumkale, ordumuzu yipratmaya yönelik Psikolojik
Harekat'in argümanlarini söyle özetliyor:
"*Asker mafyalasmistir. Faili meçhul cinayetlerde parmagi
vardir.
*Ordu içinde çeteler vardir ve bunlar kendi baslarina buyruk
illegal isler yapmaktadir.
*Bazi ordu mensuplari, kara para aklama, uyusturucu ve silah
ticaretine bulasmistir. Bu isleri, ordu içindeki görev
geregi olan gizli çalisan birimler, gizlilik ve
dokunulmazlik örtüsü altinda yapmaktadir."
Jeo-politik konumu ve tarihsel mirasi nedeniyle yasadigimiz
topraklar ve de bizler her zaman küresel güç olma iddiasinda
olanlarin boy hedefi olmusuzdur.
5 bin devletçikten olusan yeni bir dünya haritasi olusturma
pesinde olanlar, Türk Silahli Kuvvetlerini yipratmak için
her firsati degerlendirmek isteyeceklerdir. |
SON ZAMANLARDA GIDEREK DERINLESEN "DERIN DEVLET" TARTISMALARININ
ARKASINDAKI GERÇEKLERI GÖREBILMEK IÇIN, DR.TAHIR TAMER KUMKALE'NIN
YAZILARINI, ÖZELLIKLE DE "BEYNIMIZI KIMLER VE NASIL YÖNETIYORLAR"
ADLI KITABINI OKUMALIYIZ, OKUTMALIYIZ.
Medyamizin yabanci sermayenin eline geçmesinde bir sakinca
görmeyenlere, rekabet ortaminin kalitenin yükselmesini saglayacagini
savunanlara sormak isteriz: Hirant Dink'in öldürülmesinin ardindan,
"derin devlet" tartismalarin, TGRT ekranlarinda defalarca yayinlanan
ve diger kanallara ücretsiz servis edilen o malum görüntüler
esliginde derinlesmesinin nedeni nedir?
Dikkat etmissinizdir, medyamizda derin devleti dillerine dolayip
demokrasi özürlü oldugumuzu savunanlar, varliklarini yüzyillar boyu
sürdürebilmis olan devletlerin yapilanmalarindan, bas taci ettikleri
devlet geleneginden hiç söz etmiyorlar. Adi ne olursa olsun,
Almanya'da, Fransa'da, Ingiltere'de, Amerika'da... bir derin devlet
yapilanmasi yok mu?
Olmaz olur mu, elbette var. Var, ama Saros beslemesi bu 'embedet'
kalemsörlerin gerçekleri anlatmak gibi bir kaygilari yok ki. Onlarin
asli görevleri gerçekleri çarpitmak, beyin yikayicilara usaklik
etmek.
Süper Güç'ün yörüngesine girmis medyanin yani sira, iktidar ve
muhalefet arasinda da bilinçsizce sürdürülen "çetelesme"
suçlamalarinin tozu dumani arasinda gerçekleri görebilmek, ne yazik
ki mümkün olamiyor.
Peki neler oluyor, nedir bu derin devlet- kotr gerilla
tartismalarinin gerçek yüzü?
"Derin devlet" suçlamalarinin asil hedefi ne, kimler, ne yapmak
istiyorlar? Oyunun gerçek yüzünü göremeyenler, bilerek ya da
bilmeyerek bu kurgulamanin bir figürani haline nasil geliyorlar?
Sorular, sorular, sorular...
Ülkesini seven herkesin gerçek yanitini bulmak için can attigi
sorular...
Peki, karanlikta kalmaya mahkûm muyuz; derin devlet tartismalarini
bos gözlerle mi seyredecegiz? "Derin devlet" saldirilari ile ne
yapilmak isteniyor, bilemeyecek miyiz?
Hayir; çok sükür ki bir bilgemiz, ömrünü bu ülkede yasayan
insanlarin mutluluguna adamis bir vatansever yazarimiz, emekli
olduktan sonra bilgilerini, birikimlerini vatandaslariyla
paylasabilmek için gece gündüz çalisan bir kurmay albayimiz var.
Taniyorsunuz onu: Dr.Tahir Tamer Kumkale.
Dr. Kumkale, gazetemizde yazdigi makalelerde ve Beynimizi Kimler
Nasil Yönetiyor adli kitabinda, güçlü ülkelerin ele geçirmeyi
hedefledikleri ülkelere karsi uyguladiklari psikolojik savas
yöntemlerini ve Türkiye'de bu saldirilari bosa çikarma amaciyla
yapilan çalismalari ayrintilari ile anlatiyor.
Dr. Kumkale, zamanin Genelkurmay Baskani Org. Nurettin Ersin'in
yönlendirmesi ile, Türkiye'de psikolojik harekat çalismalarini
yönetip yönlendirecek olan Toplumla Iliskiler Baskanligi'nin (TIB)
kurulusunda, Binbasi Oguz Kalelioglu ile birlikte çalismistir.
11Kasim 1983'te, Anayasa'nin 118'inci maddesine göre 294 sayili yasa
ile kurulan ve daha sonralari Toplumla Iliskiler Baskanligi adini
alacak olan Psikolojik Harekât Teskilati'nin ilk baskani, Tuggeneral
Dogan Bayazit'ti.
21 yil hizmet görmüs ve uyguladigi Psikolojik Harekât Planlari ile
ülkemize yönelik saldirilari gögüslemis ola teskilat, AB uyum
sürecinde 2003 yilinda kapatilmistir!
DR. KUMKALE, Psikolojik Harekât'in bir ülke için ne kadar önemli
oldugunu taze bir örnekle, "Kurtlar Vadisi Irak" filmi örnegi ile
anlatiyor. Hepimizi heyecanlandiran, biraz da yüregimizi soguttugunu
sandigimiz bu film, aslinda, Türk Silahli Kuvvetlerini güçsüz,
beceriksiz göstermeyi hedefleyen küresel psikolojik harekâtçilarin-
kendi açilarindan- basarili bir uygulamasidir. Türk ordusunun 11
seçkin askerinin yapamadigini Polat Alemdar ve üç arkadasi kolayca
becerebilmektedir! Süleymaniye'de 11 seçkin askerinin basina çuval
geçirilmekle, ordu-millet karakterindeki insanlarin gururu
kirilmaktadir. Milletin bilinçaltindaki o abidenin, a sahane imajin,
senaryosu ustaca kurgulanmis bir filmle dinamitlenmesi gibi, Hrant
Dink'in katilinin iki güvenlik mensubu arasinda çekilen bayrakli
görüntülerinin TGTR ekranlarinda tekrar tekrar gösterilmesi, diger
televizyon kanallarina bedelsiz verilmesi de ayni psikolojik savasin
bir baska uygulamasidir.
"Iste PSIKOLOJIK HAREKÂT budur. Iyi planlanip, uzman kisilerce
uygulandiginda basarisi katlanarak büyümektedir.
"Derin devlet kavramiyla aslinda hedef alinan, derin devlet
suçlamasiyla milletin gözünden düsürülmek istenen birim, Türk
Silahli Kuvvetler bünyesinde görev yapan Özel Kuvvetler
Komutanligi'dir."
Genelkurmay Baskanligi'na bagli olarak görev yapan Özel Kuvvetler,
yapacaklari çok özel görevler nedeniyle, çok özel sekilde
yetistirilen seçkin askerlerden olusur.
"Özel Kuvvetler; ülkemizin herhangi bir düsman bölgesi düsman isgali
altina girdigi takdirde, bu topraklarda kalan Türkler tarafindan
düsman kuvvetlerine karsi örgütlü ve planli olarak karsi konulmasi
ve cephe gerisinde uygulayacagi gerilla eylemleri ile düsmana azami
zarar verdirilmesi için baris zamaninda yapilacak hazirliklari
yürüten askeri bir birliktir.
Çok seçkin subay-astsubay ve uzman personelden olusan birlik,
yukarda belirttigim ana görevi disinda, yurtiçinde herhangi bir
askeri birligin kabiliyetini asan özel görevleri de yerine getirir.
Uçak kaçirmalar, sabotajlar, anarsi ve terör örgütlerine karsi
düzenlenecek nokta operasyonlarinda basari ile görev alan Özel
Kuvvetler, halk arasinda 'bordo bereliler' olarak isim yapmislardir.
Bu birliklerde görev alma ayricaligina erismis rütbeli personelin,
kamuoyu nezdinde, kendilerine ve ailelerine gurur verecek hakli,
üstün bir yeri vardir."
Özel Kuvvetler, 12000 yillik tarihimizin her asamasinda, Cumhuriyet
öncesinde de, Cumhuriyet sonrasinda da, degisik ad ve
yapilanmalarla, Türk'ün yurt edindigi genis cografyalarin her
parselinde etkin görevler üstlenmislerdir. Daha sonralari tümen
seviyesinde örgütlenen Özel Kuvvetler, özel durumlarda savasma
konusunda, dünyanin en iyi yetistirilmis askeri gücü oldugunu
defalarca kanitlamistir.
Küresel gücün BOP kapsamindaki cografyada yapmayi düsündügü
uygulamalar önündeki en büyük engel, Türk Silahli Kuvvetleri ve
özellikle TSK bünyesinde görev yapan Özel Kuvvetler'dir. Kurulus
amaci ve görevleri yasalarla belirlenen Özel Kuvvetler'in, her türlü
yasa disi olaylari planlayan bir suç örgütü olarak gösterilmesi,
küresel çapta planlanmis bir Psikolojik Harekât'tir.
Dr. Kumkale, Beynimizi Kimler Nasil Yönetiyorlar adli kitabinda,
"düsmanlarimizin bizi bizden iyi tanidiklarini, bu yüzden ünü
dünyaya yayilmis güçlü Türk ordusu ile çatisma riskine girmeden",
kaleyi içten fethetme usullerini kullandiklarini vurgulayarak,
"Bunun da adi psikolojik savastir" diyor.
"Aslinda bu etkili ve endirekt olarak hedefe giderek basarili
sonuçlar alinmasi kaçinilmaz olan bu savas sekli yeni ve bilinmeyen
bir sey degildi. Dünyanin en eski savas metotlarindan biri olan
psikolojik savas (psikolojik harekât) insanlik tarihinin bilinen en
eski devirlerinden beri kullaniliyordu ve hedefi dogrudan insan
beyinleriydi." (...) "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulus
dönemlerinden baslamak üzere, Türk halki üzerinde acimasiz ve sinsi
psikolojik savas taktikleri uygulanmaktadir. Toplumun bütün
kesimleri bu acimasiz ve sinsi fakat çok tesirli savasin etkisi
alanindadir."
(...)"Insanlarimizin beyinleri, bilinçli sekilde sürdürülen planli
ve programli yikici propagandanin bütün saldirilarina karsi
korumasiz birakilmistir. Sonunda, dünyanin kendi kendine yetebilen
birkaç ülkesinden biri olan, 600 yil dünyaya hükmetmis bir dünya
devleti olusturan Türk milleti, kendi kendini yönetemez duruma
gelmistir."
(...) "Dünyayi yeniden yapilandirmak için birçok proje üretip
bunlari birbiri pesi sira yürürlüge sokan küresel güçler,
bulundugumuz cografyada bizim gibi potansiyele sahip güçlü bir ülke
istememektedir."
Bu hedefin önünde en büyük engel olarak Türk Silahli Kuvvetleri
görülmektedir. O nedenle, toplumu sarsan her olumsuz gelisme, "derin
devlet" suçlamasi ile ordu ile iliskilendirilmeye çalisilmaktadir.
Dr. Kumkale, ordumuzu yipratmaya yönelik Psikolojik Harekat'in
argümanlarini söyle özetliyor:
"*Asker mafyalasmistir. Faili meçhul cinayetlerde parmagi vardir.
*Ordu içinde çeteler vardir ve bunlar kendi baslarina buyruk illegal
isler yapmaktadir.
*Bazi ordu mensuplari, kara para aklama, uyusturucu ve silah
ticaretine bulasmistir. Bu isleri, ordu içindeki görev geregi olan
gizli çalisan birimler, gizlilik ve dokunulmazlik örtüsü altinda
yapmaktadir."
Jeo-politik konumu ve tarihsel mirasi nedeniyle yasadigimiz
topraklar ve de bizler her zaman küresel güç olma iddiasinda
olanlarin boy hedefi olmusuzdur. 5bin devletçikten olusan yeni bir
dünya haritasi olusturma pesinde olanlar, Türk Silahli Kuvvetlerini
yipratmak için her firsati degerlendirmek isteyeceklerdir.
Neler yapilmak istendigini, bizim neler yapmamiz gerektigini
bilebilmek için, Tahir Tamer Kumkale'nin Pegasus Yayinlari'nda çikan
Beynimizi Kimler Nasil Yönetiyorlar kitabini mutlaka okuyalim.
KÜPE
Hepimizi ciddi bir tehdit altinda birakan küresel psikolojik saldiri
ortaminda "beynimize sahip olabilmek için; yeterli ve dogru
bilgilerle donanmis, sadece maddeyi degil, beraberinde milli suuru
da özümsemis nesiller yetistirmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde,
eski de olsa gelisen teknoloji ile sinirsiz güce ulasan psikolojik
savas ve onun en güçlü silahi olarak bilinen propagandanin hedefi ve
magduru olmaktan kurtulamayiz.
Dr. Veysel GANI
http://www.oncevatan.com.tr/Detay.asp?Yazar=3&yz=9692&sayfa=5
***
-WEBMASTERİN
NOTU-
YAZARIN BAHSETTİĞİ
KİTAP:
***
|
TÜRK SİLAHLI
KUVVETLERİNE KARŞI PSİKOLOJİK HARP:
BAŞKA ÇETE
OPERASYONLARI DA VAR
AÇIK İSTİHBARAT
Doç.Dr. Ümit Sayın
Ülkenin bölünmez bütünlüğü tehdit altındadır.
8.
Türkiye eğer bir önlem alınmazsa 4-15 yıl içinde Sevr
koşullarına göre parçalanacaktır.
Geriye ne kalmıştır? Bu koşullarda TSK'nın devreye girmesi
ve İç Hizmet Kanunu 35. maddeye göre önlem alması gün
geçtikçe kaçınılmaz hale gelmektedir.
Bu koşulları engellemek için de TSK, akademisyen, aydın,
bilim insanı bağını ve koordinasyonunu kopartmak, Çete ile
suçlanmak korkusunu tüm topluma yaymak istemektedirler.
9 ay önce Alparslan Arslan ile bir kez telefonlaşan bir
emekli subay operasyonu yürüten kişi olarak lanse
edilmiştir. Bir şizofren bile daha iyi ve mantıklı düşünür.
Türkiye'yi yönetmekte olan zihniyet ve güvenlik güçleri
bilinçli veya bilinçsiz olarak psikozu olan kişiler gibi
paralojik (mantıksız) ve tutarsız düşünmekte, olayları
mantıksız olarak lanse etmektedirler, kartvizitlerden
telefonlara, telefonlardan kişilere ve ıvır zıvır
bağlantılara ulaşılarak işin faturası ulusalcılara ve TSK'ya
çıkarılmak istenmektedir.
İsterseniz TSK'ya karşı yürütülen psikolojik harbin bazı
unsurlarını ele alalım.
Bu harp ulusalcı dip dalgayı ve ulusalcı hareketleri bloke
etmek, insanları korkutmak ve sindirmek için devlet içinde
yapılanmış Avrupa Birliği ve yabancı derin devlet destekli
şeriatçı, tarikatçı çeteler tarafından planlanmaktadır.
Bu operasyon MOSSAD ve ABD'li istihbarat örgütleri
tarafından uygulamaya konmakta, finansman Pentagon'dan ve
CIA'den gelmektedir. Bu psikolojik harbe Pentagon 400 milyon
dolar ayırdığını zaten açıklamıştır. Sözde Türk basını
kullanılarak, Türk halkı, Türk Ordusuna karşı soğutulacak ve
arası açılacaktır.
...
Neden ayrıca en çok Özel Kuvvetler Komutanlığına
saldırılmaktadır?
Varolmayan ihale yolsuzlukları ve Özel Kuvvetlere mensup pek
çok subay yıpratılmaya çalışılmaktadır? Bunun bilgisi şu
gerçekte yatmaktadır:
Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli subaylar, çok gizli ve
özel 2-3 yıllık bir kurs görürler, gayri nizami harp
yöntemlerini öğrenirler ve bu bilgileri kimseye
söylemezler.
Özel Kuvvetlerin temel talimnamesinde var olan kuruluş planı
şudur:
Ani bir iç savaş ve işgal anında, milis kuvvetlerini ve
halkı örgütlemek, yeraltı direnişi kurmak ve direniş
mücadelesi ile işgali bertaraf edip ülkeyi kurtarmak veya
ülkeyi yeniden kurmak.
Bu çok özel bir eğitim gerektirir.
Eğer Özel Kuvvetleri çökertirseniz veya halkla olan
ilişkisini bozarsanız, o zaman bir işgal ve ya iç savaş
durumunda Özel Kuvvetler görevini yapamaz.
Demek ki bir işgal durumu veya bir iç savaş durumu
planlanmaktadır.
Bu bilgi zaten Norveç istihbaratı üzerinden Tempo ve
Haftalık dergilerine bildirilmiştir; 2011'de Türkiye'de bir
iç savaş ve Türkiye'yi parçalama planı vardır!
Türkiye'nin düşmanları bu nedenle Türkiye'de oluşturmayı
planladıkları bir kaos veya iç isyan veya savaş durumu
nedeniyle satılık Türk mütareke basınının TSK'yı
yıpratmasını sağlamaya çalışmaktadırlar.
2006'da TSK'ya karşı çok ciddi bir psikolojik harp
yapılmaktadır. Hedef Türkiye'yi ve Türkleri yok etmektir.
|
TÜRK BASINI NEDEN KENDİ
ORDUSUNA, TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE KARŞI KARA PROPAGANDA VE
PSİKOLOJİK SAVAŞ YAPMAKTADIR?
2006 yılında Türkiye'de alınan kararlar hakkında etkinliği
olan dış güçlerin ve yabancı ülkelerin istihbarat
veya derin devlet uzantılarının en fazla rahatsız oldukları
kurum Türk Silahlı Kuvvetleridir (TSK); çünkü TSK tüm
kurumlar içinde en güçlü, disiplinli, vatansever olan, silahlı
mücadele ve müdahale yetkisi bulunan bir kurumdur.
Ayrıca Türkiye Cumhuriyetini TSK kurmuştur ve hem
Anayasa, hem de TSK İç Hizmetleri Kanunu (35. Madde) TSK'ya
Türkiye'yi, iç ve dış düşmanlara karşı koruma yetkisi
vermiştir.
Ayrıca TSK, Atatürkçü ve vatansever bir ideolojiye
sahiptir, tarikatlar ve Cumhuriyet düşmanları henüz
bu kurumun içine sızamamışlardır. TSK, tehlikeli gördüğü
dönemlerde 28 Şubatı da sayarsanız Cumhuriyet Tarihinde 4 askeri
darbe yapmıştır.
Bu darbelerde yeni Anayasalar, kanunlar yapılmıştır, tüm
hükümetler ve politikacılar tasviye edilmişler, ağır ceza
mahkemelerinde yargılanmışlardır, bazıları ise idam edilmiştir.
TSK iki temel olgu konusunda çok duyarlıdır, birincisi
rejimin ve laikliğin korunması, ikincisi de Türkiye'nin bölünmez
bütünlüğünün korunması.
Ayrıca elimizdeki Anayasa da 1982'de Türk Silahlı
Kuvvetlerinin denetiminde yapılmış bir Anayasadır ve bu Anayasa
Türk Silahlı Kuvvetlerinin koruması altındadır.
2006 yılında her iki durum da tehdit altındadır,
Anayasanın ise pek çok ilkesi delinmiştir.
Durumu isterseniz özetleyelim (Haziran 2006'da, çok detaylı
bilgi almak için http:// www.acikistihbarat.com adresindeki
ilgili yazılara bakınız): |
1) Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti kurulmuştur, bu bizim bir zamanlar
kırmızı çizgimizdi, casus belli (yani savaş nedeni) idi. Güney
Kürdistan'ın bir devamı da Güneydoğu Anadolu'da kurulmak istenmektedir.
Bu durum bölünmez bütünlüğe tehdit oluşturmaktadır.
(Anayasanın değiştirelemez 2.,3. maddeleri ve 5. maddesiyle
çelişiyor)
2) PKK terörü ABD'nin ve Barzani ile Güney Kürdistan'ın
desteğiyle tekrar azmıştır, Diyarbakır'daki, Şemdinli'deki ayaklanmalar
her an bir silahlı isyana dönüşebilir, o bölgeler bağımsızlığını ilan
edebilir. Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü tehlikededir. (Anayasanın
değiştirelemez 1., 2., 3. maddeleri ve 5. maddesiyle çelişiyor, ayrıca
madde 13 ve 14 ile çelişiyor)
3) İrtica tarihte hiç görülmediği düzeyde artmıştır, Türkiye'yi
yönetenlerin bazıları çok net ve açık bir dille rejimi
değiştireceklerini söylemektedirler. Türkiye'nin laik ve demokratik
yapısı tehlikededir, Türkiye dinci bir teokratik sisteme doğru
gitmektedir. (Anayasanın değiştirelemez 2. ve 3. maddesiyle
çelişmektedir, ayrıca bizzat hükümetin uygulamaları madde 13 ve 14 ile
çelişiyor)
4) Danıştay'a yapılan saldırı Türk hukukunu ve sistemi çok
zedelemiştir. Artık Türkiye'nin Devletini temsil eden 'Derin'
kurumlar bile tehdit altındadır.
(Anayasanın 9. maddesiyle çelişen bir durum)
5) Emniyet içinde illegal istihbarat çeteleri olduğu
söylenmektedir, yani aslında çeteler TSK'nin içinde değil, Emniyet
Teşkilatının içindeki şeriatçı, tarikatçı bazı yapılardan kaynağını
almakta olduğu iddia edilmektedir (Anayasanın değiştirelemez 2.
maddesi, ayrıca 8., 13., 14. ve 22. maddeler ile
çelişiyor)
6) Yargıya yöneticiler ve hükümet müdahale etmektedirler,
yargının artık bağımsız olduğunu söylemek mümkün değildir ve yargının
bağımsız olmadığı yerde hukuk devleti olamaz, yani artık Türkiye'nin
bir HUKUK DEVLETİ olup olmadığı tartışmalıdır. Bu durum
Anayasayı tehdit etmektedir. (Anayasanın 9. maddesi ihlal
edilmektedir)
7) Rum Pontus çalışmaları, Fener-Rum Patrikhanesinin Ekümenlik,
Heybeliada Ruhban okulu çalışmaları devam etmektedir. Bu Türkiye'nin
bölünmez bütünlüğüne aykırıdır.
(Anayasanın değiştirelemez 2., 3., maddeleri ve 13., 14. ve 24.
maddeleri ve daha pek çok başka maddesi ile çelişiyor)
8) Kıbrıs elimizden tamamen gitmektedir. Ek protokol ile Kıbrısı
kaybedeceğiz. (Anayasanın 2., 13. ve 14. maddeleriyle ve daha pek
çok maddesiyle çelişmektdir)
9) Ermeniler toprak istemektedirler, sözde Ermeni Soykırımı
dünyanın pek çok yerinde kabul edilmektedir. (Anayasanın 2., 13.
ve 14. maddesiyle çelişmektedir)
10) Türkiye borç içindedir ve 330 milyar dolar borcu ile ekonomik
bağımsızlığını yitirmek üzeredir. Nitekim gelmeyecek denen ekonomik kriz
Haziran 2006 gelmiş ve Türk parası bir ayda % 33
değer kaybetmiştir, bu devalüasyonun Temmuz 2006'da süreceği ve YTL'nin
toplam en az % 50 değer kaybedeceği tahmin edilmektedir.
(Anayasanın 6. ve 24. maddesi ile çeliştiği gibi pek çok maddesiyle
çelişir durumlar yaratmaktadır)
11) Avrupa Birliğinin Parlamento'sunun 1991-2002 arasında aldığı
kararlar, SEVR ile büyük benzerlik göstermektedir. Türkiye bir SEVR
olgusuyla karşı karşıyadır. Bu Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü ilkesine
aykırıdır.
(SEVR kabul edilemez, 24. madde ile çelişiyor, 2. madde ile ve tüm
Anayasa ile çelişiyor)
12) Türk kimliği Türkiye'yi yöneten kişilerce bir alt kimliğe
indirilmeye çalışılmakta ve PKK'nın veya Kürtçülerin ağzından bir
Türkiye'lilik kavramı ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır.
(Anayasanın 2. maddesi ve 66. madde ile çelişiyor, ayrıca Anayasa'daki
pek çok madde ile çelişiyor)
13) Türk toprakları yabancılara satılmakta, stratejik kurumları
ise yabancı şirketlere bir kaç yıllık karına peşkeş çekilmektedir.
(Anayasanın 2.,3. ve 6. maddesi ile çelişmektedir)
Her hangi bir hükümet ulusal güvenliği tehdit edecek şekilde bu
Anayasa maddelerini delerse, ihlal ederse veya herhangi bir yönetici bu
maddeleri yukarıdaki gibi yok sayarsa ve onların tam zıddı eylemlerde
bulunursa suçludur ve hemen tasviye edilmesi, daha sonra da Yüce
Divan'da yargılanması gerekir. Ama Türkiye'de bunu
yapabilecek Ulusalcı bir Derin Devlet ya da Devlet
kalmamış olduğu için bu yapılamamaktadır.
İşte kevgir haline gelmiş olan yasaların ve Anayasanın artık tek
bir koruyucusu kalmıştır. O da Türkiye'nin şu anda en sağlam ve en
güvenilir kurumu olan Türk Silahlı Kuvvetleri. Yabancı güçler Türkiye'yi
yıkabilmek, satın alabilmek ve parçalayabilmek için en büyük tehdit
olarak gördükleri Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırmak istemektedirler.
Bu saldırıyı yerli mütareke basını ile birlikte sürdürmektedirler.
Mütareke basınıyla işbirliği içindeki yabancı odaklar ve Gladyo
uzantıları tüm basın yasalarını ve etik ilkelerini ve ulusal güvenliği
ihlal ederek, TSK'ya saldırmak ve halkın gözünde TSK'yı küçük düşürmek
için ÇETE dedikoduları ve iddianameleri hazırlatmaktadır. İşin komik
yönü TSK aleyhine Çete iddianameleri veya dedikoduları hazırlayanların
büyük olasılıkla kendilerinin aslında bir çete olduğu
iddia edilmektedir . Sonuçta:
1.
Rejim tehdit altındadır.
2.
Laiklik tehdit
altındadır.
3.
Cumhuriyet yapısı tehdit
altındadır.
4.
Demokrasi tehdit
altındadır, yerine İslam Teokrasisi getirilmek istenmektedir.
5.
Ülke çetelerin ve
mafyanın kıskacındadır, yolsuzluk içindeki çeteler ve mafya tarafından
kontrol ediliyor görünümü mevcuttur
6.
Bağımsız yargı ve Hukuk
Devleti ortadan kaldırılmak üzeredir.
7.
Ülkenin bölünmez
bütünlüğü tehdit altındadır.
8.
Türkiye eğer bir önlem
alınmazsa 4-15 yıl içinde Sevr koşullarına göre parçalanacaktır.
Geriye ne kalmıştır? Bu koşullarda TSK'nın devreye girmesi ve İç
Hizmet Kanunu 35. maddeye göre önlem alması gün geçtikçe kaçınılmaz hale
gelmektedir. Bu koşulları engellemek için de TSK, akademisyen, aydın,
bilim insanı bağını ve koordinasyonunu kopartmak, Çete ile suçlanmak
korkusunu tüm topluma yaymak istemektedirler. 9 ay önce Alparslan Arslan
ile bir kez telefonlaşan bir emekli subay operasyonu yürüten kişi olarak
lanse edilmiştir. Bir şizofren bile daha iyi ve mantıklı düşünür.
Türkiye'yi yönetmekte olan zihniyet ve güvenlik güçleri bilinçli veya
bilinçsiz olarak psikozu olan kişiler gibi paralojik (mantıksız) ve
tutarsız düşünmekte, olayları mantıksız olarak lanse etmektedirler,
kartvizitlerden telefonlara, telefonlardan kişilere ve ıvır zıvır
bağlantılara ulaşılarak işin faturası ulusalcılara ve TSK'ya çıkarılmak
istenmektedir. İsterseniz TSK'ya karşı yürütülen psikolojik harbin bazı
unsurlarını ele alalım. Bu harp ulusalcı dip dalgayı ve ulusalcı
hareketleri bloke etmek, insanları korkutmak ve sindirmek için devlet
içinde yapılanmış Avrupa Birliği ve yabancı derin devlet destekli
şeriatçı, tarikatçı çeteler tarafından planlanmaktadır. Bu operasyon
MOSSAD ve ABD'li istihbarat örgütleri tarafından uygulamaya konmakta,
finansman Pentagon'dan ve CIA'den gelmektedir. Bu psikolojik harbe
Pentagon 400 milyon dolar ayırdığını zaten açıklamıştır. Sözde Türk
basını kullanılarak, Türk halkı, Türk Ordusuna karşı soğutulacak ve
arası açılacaktır.
1.
Şemdinli iddianamesi ile
Genelkurmay başkanı olacak Atatürkçü, milliyetçi ve vatansever yönleri
ile bilinen Kuvvet komutanına ÇETE Reisi
denmiştir. Bu operasyon Emniyet güçleri içindeki bir çete tarafından
yabancı istihbarat birimleri ile koordine olarak planlanmıştır. İşin
içinde MI6, Mossad ve CIA'in olduğu tahmin edilmektedir.
2.
Son zamanlarda pek çok
Özel Kuvvetler mensubu subay hakkında ÇETE iddianamesi ile soruşturma
açılmıştır.
3.
Danıştay saldırısı yine
subayların, TSK'nın ve ulusalcıların üzerine yıkılmak
istenmiştir.
4.
Son zamanlarda TSK ile
koordine kişilere veya ilişkide bulunulan kişilere mütareke basını da
aynı saflara çekilerek Çete Teşhisi konması
bir postmodern bir Avrupa Birliği modası olmuştur. Varolmayan
çeteler için halen bir sürü
Kafkaesk çete soruşturması sürmektedir. AB'nin ve yöneticilerin
emrindeki bazı savcılar aynı Şemdinli iddianamesinde olduğu gibi
görevlerini kötüye kullanmakta ve yargının bağımsızlığına gölge
düşürmektedirler.
5.
Atabeyler çetesi
denen bir çete uydurulmuş ve birileri Genelkurmayın önünde mütareke
basınına zarflar içinde istihbarat bilgileri servis etmişlerdir. Bu
operasyonun MOSSAD ve CIA bağlantılı güçlerce yapıldığı askeri
istihbarat tarafından bilinmektedir.
AB komisyonu Eylül 2005'te, yani Şemdinli'deki AB-PKK tezgahından
2 ay önce, gizli damgalı iç hizmet belgesinde Türk devletinin kırmızı
çizgileri olan 'Tek millet, tek devlet, tek bayrak'
sözünden rahatsız olmuş ve daha sonra pek çok istihbarat birimiyle
koordine yaptığı bir operasyonla Çete Reisi olarak adlandırttığı komutan
hakkında 'çok katı', 'aşırı milliyetçi'
gibi yorumlar yaparak, Kara Kuvvetleri Komutanının Kıbrıs, Terör, iç
güvenlik, AB hakkındaki milli görüşlerinden hoşlanmadığını daha o zaman
belirtmiştir. Belli ki, şu andaki TSK emir komuta zinciri AB'nin
Türkiye'yi kısa zamanda parçalamak için pek işine gelmemektedir.
Yani kısa sözün kısası, Avrupa Birliği utanmadan sizin
Ulusal Ordunuzun geleceğine, iç yapısına bile karışmak istemektedir.
Neden ayrıca en çok Özel Kuvvetler Komutanlığına
saldırılmaktadır? Varolmayan ihale yolsuzlukları ve Özel Kuvvetlere
mensup pek çok subay yıpratılmaya çalışılmaktadır? Bunun bilgisi şu
gerçekte yatmaktadır:
Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli subaylar, çok gizli ve özel
2-3 yıllık bir kurs görürler, gayri nizami harp yöntemlerini öğrenirler
ve bu bilgileri kimseye söylemezler. Özel Kuvvetlerin temel
talimnamesinde var olan kuruluş planı şudur: Ani bir iç savaş ve işgal
anında, milis kuvvetlerini ve halkı örgütlemek, yeraltı direnişi kurmak
ve direniş mücadelesi ile işgali bertaraf edip ülkeyi kurtarmak veya
ülkeyi yeniden kurmak. Bu çok özel bir eğitim gerektirir. Eğer Özel
Kuvvetleri çökertirseniz veya halkla olan ilişkisini bozarsanız, o zaman
bir işgal ve ya iç savaş durumunda Özel Kuvvetler görevini yapamaz.
Demek ki bir işgal durumu veya bir iç savaş durumu planlanmaktadır. Bu
bilgi zaten Norveç istihbaratı üzerinden Tempo ve Haftalık dergilerine
bildirilmiştir; 2011'de Türkiye'de bir iç savaş ve Türkiye'yi parçalama
planı vardır! Türkiye'nin düşmanları bu nedenle
Türkiye'de oluşturmayı planladıkları bir kaos veya iç
isyan veya savaş durumu nedeniyle satılık Türk mütareke basınının TSK'yı
yıpratmasını sağlamaya çalışmaktadırlar. 2006'da TSK'ya karşı çok ciddi
bir psikolojik harp yapılmaktadır. Hedef Türkiye'yi ve Türkleri yok
etmektir.
BAŞKA ÇETE OPERASYONLARI DA VAR
Enterasan olan TSK istihbaratıyla bağlantılı kişilerin verdikleri
bilgiye göre, YAŞ toplantısından önce başka Çete
operasyonları da planlanmakta ve başka olaylar yaratılmak istenmektedir.
Örneğin bazı subayların evlerine 'hırsızlar' girmiş,
bilgisayarlarını ve özel bilgilerini aşırmışlardır. Bunlar polise
bildirilmiş ve kayıtları yapılmıştır. Enterasan olan bu subayların büyük
kısmının Özel Kuvvetler Komutanlığı elemanı olmalarıdır.
Türkiye'yi ve Anayasayı korumakla görevli güvenlik güçleri ne
yazık ki, Anayasayı ve Türkiye'yi korumakla görevli başka güvenlik
güçlerine operasyon yapmaktadırlar. Üstelik bu operasyonlar, mütareke
basını ile koordine olarak Türkiye'nin gözbebeği Türk Silahlı
Kuvvetlerinin yok etmek, halkın gözünde küçük düşürmek ve herkesi
sindirmek için yapılmaktadır. Avrupa Birliği, ABD ve birileri artık ULUS
devlet olmamızı istememektedirler ki, Türkiye bir iç savaşın eşiğine
getirilmekte, bu sırada da ordusu nerdeyse tasviye edilmek
istenmektedir. Bu durumun hem Anayasa, hem de 35. madde ile
çeliştiğini Türkiye'nin 35 bin subayı da bilmektedir, bu subaylar
yemin etmişler ve 37. maddeye göre şöyle demişlerdir:
Ğ Barışta ve savaşta,
karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve
cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle, hizmet ve kanunlara ve nizamlara
ve âmirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk Sancağının
şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda
seve seve hayatımı feda eyliyeceğime namusum üzerine andiçerim.ğ
Evet sadece yemin etmekle olmuyor. Ülkenin tersanelerinin, limanlarının,
fabrikalarının, madenlerinin daha fazla işgal edilip tüm ordusunun
Avrupa Birliği Parlamentosu emriyle terhis edilmesi mi gerekmektedir,
Atatürk'ün Gençliğe Hitabesini hatırlamak ve Atatürk'ün vasiyetini
gerçekleştirmek için? Anayasanın böyle delik, deşik olması bile
Türkiye'nin savunma mekanizmalarını harekete geçirmeliydi, ama bazı 4
yıldızlara göre
'Söz konusu Avrupa Birliğiyse, gerisi teferruattır, Vatan ise
gayri-fuzuli teferruattır'!
Kim neyi beklemektedir ki artık!
***
http://www.acikistihbarat.com/Yazilar.asp?yazi=216
|
TSK neden
hedef alınıyor
Sabahattin ÖNKİBAR
02.07.2007
...Türkiye’nin
Ortadoğu gibi kritik bir coğrafyada artık güçlü,kudretli ve
de tarihsel misyonlu ya da kişilikli Ordusu olsun
istenmiyor.
İstenmiyor çünkü Washington ve Brüksel’e göre Türk Ordusu’na
çoğu zaman etki edilemiyor, söz dinletilemiyor.
Etki altına alınıp kontrol altında tutulan kimi
siyasilerinin aksine onlar yani asker dün Kıbrıs bugün de
K.Irak örneklerinde görüldüğü gibi zaman zaman dikleniyor.
İşte bunun için TSK’nın etkisizleştirilmesi gerekiyor.
İlk hedef de Türk askerinin Türk halkı ile aralarında var
olan müthiş muhabbet ve güven ilişkisinin bertaraf
edilmesi...
...
Evet Washington artık buyruğuna diklenecek bir ordu
istemiyor.Onun için de TSK’nın tıpkı Emniyet Müdürlüğü
misali tamamen politize olmuş ve iktidarın güdümüne girmiş
bir yapı istiyor..
Peki AKP ABD’nin bu desteğine neden mi omuz veriyor?
Türkiye’de herkese diz çöktürüp biad ettiren AKP, TSK’ya diz
çöktüremedi de ondan.
Evet AKP, kendini kabul etmediğini düşündüğü TSK’nın
etkisizleştirilmesi projesinde Washington’la kolkoladır.
Kimi AKP’lilere göre TSK Yeniçeri’dir ve mutlak bir ıslahat
gerekmektedir.
Bugün Türkiye’de temel mücadelenin artık AKP ile diğer
partiler arasında değil, AKP ile TSK arasında olduğu gibi
bir görüntü verilmektedir.. Hayır bu komplo teorisi
değildir, AKP’liler bunu tavır ve tutumları ile ortaya
koyuyorlar..
AKP’nin seçim kampanyasına dikkat edin ve Gül’ün
Cumhurbaşkanlığının engellenmesinde kimin kast edildiğine
(askerin) bakın..
Keza Şemdinli’de Büyükanıt Paşa ve diğer komutanlara kurulan
tezgahtan Hudson Enstitüsüne gelin ve oradan da askeri çete
ile özdeşleştirecek son operasyon ya da sunumlara bakın..
Dahası, AKP ile ona yandaş tarikatların “Mayınları asker AKP
iktidarı zarar görsün diye kendi patlatıyor” fısıltılarına
kulak verin..
Bütün bunlar 22 Temmuz’da adeta TSK ile seçime girilecekmiş
ve ona karşı sonuç alınacakmış gibi gayretlerin tezahürleri
değil midir?
Evet tablo nettir. TSK’yi etkisizleştirme operasyonu bütün
şiddetiyle sürmektedir..
|
Soğuk
savaş bitti. SSCB tehdidi artık yok. Hal böyle olunca emperyal
mazisi kayıtlı Türkiye’nin Ortadoğu gibi kritik bir coğrafyada artık
güçlü,kudretli ve de tarihsel misyonlu ya da kişilikli Ordusu olsun
istenmiyor.
İstenmiyor çünkü Washington ve Brüksel’e göre Türk Ordusu’na çoğu
zaman etki edilemiyor, söz dinletilemiyor.
Etki
altına alınıp kontrol altında tutulan kimi siyasilerinin aksine
onlar yani asker dün Kıbrıs bugün de K.Irak örneklerinde görüldüğü
gibi zaman zaman dikleniyor.
İşte
bunun için TSK’nın etkisizleştirilmesi gerekiyor.
İlk
hedef de Türk askerinin Türk halkı ile aralarında var olan müthiş
muhabbet ve güven ilişkisinin bertaraf edilmesi...
Bunun
için düğmeye basıldı ve psikolojik dezenformasyon için harekete
geçildi.
Önce
Okyanus ötesinden Hudson Enstitüsünden senaryolar AKP zirvelerinin
yoğun çabası ile gündeme oturtuldu.
Ardından güya subay ve astsubayların oluşturduğu çete
operasyonlarına start verildi.
İktidarın yüzde yüz kontrölündeki gazete ve tv’ler bu psikolojik
harekat için seferber oldular.
Hatırlayın aynı filmi Atabeyler çetesi diye afişe edilen ama yargı
kararı ile tek bir kişinin bile şu gün itibarı ile tutuklu olmadığı
malum hadisede de şahit olmuştuk.
Evet
Washington artık buyruğuna diklenecek bir ordu istemiyor.Onun için
de TSK’nın tıpkı Emniyet Müdürlüğü misali tamamen politize olmuş ve
iktidarın güdümüne girmiş bir yapı istiyor..
Peki
AKP ABD’nin bu desteğine neden mi omuz veriyor?
Türkiye’de herkese diz çöktürüp biad ettiren AKP, TSK’ya diz
çöktüremedi de ondan.
Evet
AKP, kendini kabul etmediğini düşündüğü TSK’nın etkisizleştirilmesi
projesinde Washington’la kolkoladır. Kimi AKP’lilere göre TSK
Yeniçeri’dir ve mutlak bir ıslahat gerekmektedir.
Bugün
Türkiye’de temel mücadelenin artık AKP ile diğer partiler arasında
değil, AKP ile TSK arasında olduğu gibi bir görüntü verilmektedir..
Hayır bu komplo teorisi değildir, AKP’liler bunu tavır ve tutumları
ile ortaya koyuyorlar.. AKP’nin seçim kampanyasına dikkat edin ve
Gül’ün Cumhurbaşkanlığının engellenmesinde kimin kast edildiğine
(askerin) bakın.. Keza Şemdinli’de Büyükanıt Paşa ve diğer
komutanlara kurulan tezgahtan Hudson Enstitüsüne gelin ve oradan da
askeri çete ile özdeşleştirecek son operasyon ya da sunumlara
bakın.. Dahası, AKP ile ona yandaş tarikatların “Mayınları asker AKP
iktidarı zarar görsün diye kendi patlatıyor” fısıltılarına kulak
verin.. Bütün bunlar 22 Temmuz’da adeta TSK ile seçime girilecekmiş
ve ona karşı sonuç alınacakmış gibi gayretlerin tezahürleri değil
midir?
Evet
tablo nettir. TSK’yi etkisizleştirme operasyonu bütün şiddetiyle
sürmektedir..
Peki
TSK ne mi yapıyor?
Elbette
bu müthiş dezenformasyona karşı direniyor.
Burada
bir parantez açıp bazı hatırlatmalar yapmak durumundayız.
TSK
farkında mıdır bilmiyorum ama, AKP iktidarı ile beraber Ordu’nun
artık kamuoyunu oluşturan odaklarda etkisi azalmıştır.. Dolayısı ile
kamuoyu beklentilerine dönük hareket ve tavır artık söz konusu
edilmemelidir..
Kamuoyu
gündemi ve beklentisini artık tamamen AKP belirliyor. Bu itibarla
TSK’nın bundan böyle kendi kamuoyunu yaratma ve de takip etme
zorunluluğu vardır..
Daha
açık bir ifade ile TSK niyet , arzu ya da hedefini belli ettikten
sonra asla ve kat’a zerre geri adım atamaz.. Atarsa TSK’nın
inandırıcılığı yani imajı yerle yeksan olur ki ABD ve AKP’nin askeri
polis gibi yapma ya da etkisizleştirme projesi de işte o gün hayata
geçmiş olur...
...
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yazarlar/selahattinonkibar/tsk-neden-hedef-aliniyor.html
|
Askerlere
hakaretin yeni bahanesi Hudson Enstitüsü
Can Ataklı
23.06.2007
Haydi Ümraniye’ye bakalım
Başbakan Erdoğan yeni bir kavram attı ortaya. Nasıl “AKP’ye
destek vermeyi” demokrasi, “karşı çıkmayı” ise darbecilik
olarak değerlendiriyorsa, şimdi de “Bizden yana olanlar
derin Türkiye” demeye başladı.
Soru şuydu: “Derin devlet var mı?”
Cevap “Hayır artık derin Türkiye var.”
Peki “derin Türkiye?” neymiş. “Bu ülkeyi sevenler,
demokrasiye inananlar.”
Tayyip Bey “derin devlet” kavramını neden reddetmek istiyor?
Çünkü adı üstünde “derin devlet devletin içindeki bir
organizma” olarak algılanıyor.
Şu anda devletin yönetimi AKP’de. Bu durumda derin devlet
varsa bunu ortaya çıkarmak AKP’nin sorumluluğunda.
İktidardan uzaklaştırılacağı paranoyasına kapılan iktidar
“derin Türkiye” kavramı ile askeri yıpratmanın bir bahanesi
haline geldi.
Tayyip Bey bunu pekiştirmek için “Ümraniye’ye bakın, işin
ucu nerelere gidiyor bir bakın” dedi.
Peki o zaman Ümraniye’ye bakalım.
Ümraniye’deki bir gecekonduda el bombaları ve patlayıcılar
bulundu. Bununla ilgili olarak da bir emekli yüzbaşı
tutuklandı. Bu yüzbaşının adı Danıştay cinayetine de
karıştırılmak istenmişti.
Şu anda tam gerçeği bilemiyoruz, bu işin içinde bir tezgah
var mı henüz anlayamıyoruz ama, bu olay, içinde bir
yüzbaşının da bulunduğu çeteden başka bir şey değildir.
Bu çete hükümeti sıkıntıya sokmak için bazı provokasyonlara
kalkışabilir mi?
Kalkışabilir.
Peki bunu “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir parçası olarak”
görebilir miyiz?
Böyle bir şey mümkün mü? Türk Silahlı Kuvvetleri böylesi bir
çete olayının içinde olabilir mi?
Ama Tayyip Bey “Ümraniye’ye bakın, ucu nereye kadar gidiyor”
diyerek bunu ima etmiyor mu?
Aynı şekilde Şemdinli olayında da “İşin ucu nereye kadar
giderse oraya kadar gideceğiz” demiş ve ardından Van savcısı
Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı çete lideri gibi göstermemiş
miydi?
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bu kadar yıpratmaya çalışmak
kimseye yarar sağlamaz.
|
Birkaç
gündür bütün medyada ve siyaset dünyasında Amerika’daki thing tank
kuruluşu olan Hudson Enstitüsü’nde konuşulan bir senaryo var.
Senaryo
şöyle: Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Tülay Tuğcu’ya bir suikast
düzenleniyor. Hemen aynı sırada PKK’lı bir canlı bomba Beyoğlu’nda
patlıyor ve 50 vatandaşımız hayatını kaybediyor. Bunun üzerine PKK
terörünü kökünden kazımak amacıyla Türk silahlı Kuvvetleri 50 bin
kişilik bir güçle Irak’a giriyor.
Toplantıda konuşulan senaryo bu.
Gelelim
neden böyle bir senaryo hazırlandığına.
Dünyanın her ülkesinde, belli düzeydeki kişiler arasında, geleceği
belli olan krizlerden önce, bu krizin çıkması için oluşacak koşullar
tahmini olarak konuşulur.
1. Dünya Savaşı
Küçük bir örnek vermek istiyorum. 1. Dünya Savaşı Sırp Prensi’nin bir
suikaste uğramasından sonra başlamıştır. Oysa herkes biliyordu ki, o
günün gelişmelerine göre dünya savaşı bağıra bağıra geliyordu.
Sadece bunun başlaması için bir bahane gerekiyordu. İşte prense
düzenlenen suikast sayesinde bahane bulunmuş ve savaş başlamıştı.
İşte
günümüzde de üst düzeyde görev yapan kimi kişiler, daha sonra önlem
alabilmek amacıyla gelmekte olan bir tehlikenin nasıl bir bahane
bulacağını tahmin etmeye çalışır. Bu açıdan bakınca Hudson’da
konuşulan senaryo olacak anlamına değil, “böyle olursa bahane
bulunur” ihtimalidir.
Bush’a suikast olursa
Bugün Amerika’da örneğin “Bush’un bir suikaste uğraması halinde neler
olacağını tahmin eden” en az 10 ayrı senaryo vardır.
Türkiye’nin de çeşitli kuruluşlarının bu tür planlar yaptığı
bilinmektedir. Örneğin Cumhurbaşkanı’nın bir nedenle görevini
bırakması halinde neler olabileceğini tahmin etmeye çalışan
senaryolar da üretilmiştir mutlaka.
Yine
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de elinde sayısız savaş senaryosu ve
olası sonuçları ile ilgili tahminler rapor haline bile
getirilmiştir.
Bunu
bilmemiz gerek diye yazdım.
Danışman sahneye çıkıyor
Gelelim
bu senaryonun ortaya çıkış biçimine ve sonraki gelişmelere.
Haber
nasılsa Türkiye’de duyuldu. Duyulur duyulmaz Tayyip Bey’in
danışmanlarından Egemen Bağış televizyon kanallarına çıkarak “Bu
senaryoları dinleyen eğer Türkler de varsa onlar vatan hainidir”
dedi.
Bağış’ın, o sırada söylemediği bir şey vardı. Bu toplantıda Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin Amerika Büyük Elçiliği’nde görevli
subaylarından ikisi de bulunuyordu. Yani vatan haini olarak
kastedilenler olarak askerler ima ediliyordu.
İşte o
andan itibaren AKP olaya şiddetle sarıldı. Türk Silahlı
Kuvvetleri’ne yönelik yıpratma ve hakaret kampanyası için bahane
bulunmuştu artık.
AKP’ye
destek veren ne kadar yazar, çizer, akademisyen, siyasetçi varsa
ekranlara çıkıp “Asker açıklama yapmalıdır” demeye başladı.
Sanki gerçekmiş gibi
Bu zevat “komplo senaryosu” nedir bilmeyen Türk halkına şunu söylemek
istiyordu: “Aralarında askerlerin de bulunduğu bir grup, Anayasa
Mahkemesi eski Başkanı’na suikast yapacak, Beyoğlu’nda bomba
patlatacak, sonra ordu Irak’a girecek, savaş durumu nedeniyle
seçimler ertelenecek, sıkıyönetim ilan edilecek, hükümet devreden
çıkarılacak.”
Yani
her ülkede yapılan bir ihtimal senaryosu Türkiye’de bir anda sanki
gerçekmiş gibi algılanmış ve Cumhurbaşkanı’nı seçememenin öfkesi
içinde AKP’ye, bundan sorumlu tuttuğu kuruluşlardan intikam alma
fırsatı yakalamıştı. “Beni iktidardan indirecekler” paranoyasına
kapılan AKP ve Tayyip Bey bilmiyorum farkında mı ama giderek batağa
saplanıyor.
*****
Haydi Ümraniye’ye bakalım
Başbakan Erdoğan yeni bir kavram attı ortaya. Nasıl “AKP’ye destek
vermeyi” demokrasi, “karşı çıkmayı” ise darbecilik olarak
değerlendiriyorsa, şimdi de “Bizden yana olanlar derin Türkiye”
demeye başladı.
Soru
şuydu: “Derin devlet var mı?”
Cevap
“Hayır artık derin Türkiye var.”
Peki
“derin Türkiye?” neymiş. “Bu ülkeyi sevenler, demokrasiye
inananlar.”
Tayyip
Bey “derin devlet” kavramını neden reddetmek istiyor?
Çünkü
adı üstünde “derin devlet devletin içindeki bir organizma” olarak
algılanıyor.
Şu anda
devletin yönetimi AKP’de. Bu durumda derin devlet varsa bunu ortaya
çıkarmak AKP’nin sorumluluğunda.
İktidardan uzaklaştırılacağı paranoyasına kapılan iktidar “derin
Türkiye” kavramı ile askeri yıpratmanın bir bahanesi haline geldi.
Tayyip
Bey bunu pekiştirmek için “Ümraniye’ye bakın, işin ucu nerelere
gidiyor bir bakın” dedi.
Peki o
zaman Ümraniye’ye bakalım.
Ümraniye’deki bir gecekonduda el bombaları ve patlayıcılar bulundu.
Bununla ilgili olarak da bir emekli yüzbaşı tutuklandı. Bu
yüzbaşının adı Danıştay cinayetine de karıştırılmak istenmişti.
Şu anda
tam gerçeği bilemiyoruz, bu işin içinde bir tezgah var mı henüz
anlayamıyoruz ama, bu olay, içinde bir yüzbaşının da bulunduğu
çeteden başka bir şey değildir.
Bu çete hükümeti sıkıntıya sokmak için bazı provokasyonlara
kalkışabilir mi?
Kalkışabilir.
Peki
bunu “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir parçası olarak” görebilir
miyiz?
Böyle
bir şey mümkün mü? Türk Silahlı Kuvvetleri böylesi bir çete olayının
içinde olabilir mi?
Ama
Tayyip Bey “Ümraniye’ye bakın, ucu nereye kadar gidiyor” diyerek
bunu ima etmiyor mu?
Aynı
şekilde Şemdinli olayında da “İşin ucu nereye kadar giderse oraya
kadar gideceğiz” demiş ve ardından Van savcısı Orgeneral Yaşar
Büyükanıt’ı çete lideri gibi göstermemiş miydi?
Türk
Silahlı Kuvvetleri’ne bu kadar yıpratmaya çalışmak kimseye yarar
sağlamaz.
*****
Bu gerginlik niye oldu?
Tayyip Bey Perşembe gününü inanılmaz bir siyasi trafikle geçirdi.
Genelkurmay’a gitti. Irak’la ilgili brifing aldı. Oradan MİT’e
gitti. İstihbarat bilgileri aldı.
Ardından bir bakanı Amerikan büyükelçisi ile görüştü. Sonra Çankaya
Köşkü’ne çıktı.
Yaygın kanaat bir iki gün içinde Irak’a yönelik bir operasyon
yapılacağı yönünde.
Oysa Başbakan “içerdeki 5000 teröristi hallettik de dışarıdaki 500 mü
kaldı” diyerek Irak operasyonuna karşı çıkıyordu.
Şimdi
sanki durum tam tersi gibi. Peki Başbakan neden bu kadar gerginlik
yarattı. Sonuçta son bir ay içindeki her gelişmede olduğu gibi yine
boyun eğmiş olmadı mı?
Gerçi
miting konuşmalarında yine “mağduru oynamak” şıkkını seçtiğine göre,
bunları başarısızlık olarak değil, seçmen gözünde prim olarak
görüyor.
http://www4.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=23.06.2007&Newsid=124857&Categoryid=4&wid=142
|
Atatürkçülerin Stratejisi: Ordu-Millet Birlikteliği
Kaya Ataberk
Emekli Subayların Yargılanması ve “Vicdani Red” Kampanyası
Subaylara ve emekli subaylara yönelik yolsuzluk ve çete
iddiaları son derece süratlendirilerek Ordu’nun millet
gözündeki saygınlığının ortadan kaldırılmasını amaçlayan
bilinçli bir karalama kampanyasına girişilmiştir. Aralık
2004’te Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil
hakkında açılan yolsuzluk davası da bu sürecin en önde gelen
oyunu olmuştu. Böylelikle Kuvvet Komutanlarının
yargılanmasının da normalleştirilmesi hedefleniyordu.
Diğer taraftan Ordu’nun siyaset tarafından denetlenmesi
adına askeri harcamaların Meclis kontrolüne verilmesi
gündeme getirilmektedir. AKP’nin hakim olduğu bir Meclis’in
Ordu’yu ne hale getireceğini bir düşünelim. Bu aynı zamanda
Ordu’yu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlama planının da bir
adımı olmuştu. Diğer taraftan, Ordu’nun normal bir şekilde
işbirlikçilere, Şeriatçılara, bölücülere karşı yaptığı
istihbarat faaliyetleri fişleme adı altında fırtınalara
neden olmaktadır.
Bir diğer kampanya da özellikle Perihan Mağden gibi isimler
eliyle tezgahlanan “vicdani red” olayıdır. Planın bu kısmı
daha çok 2005 yılı Ağustos ayından sonra ortaya atılmıştır.
Bu kampanyayla da Türk halkının askerlikten ve Ordu’dan uzak
durmasının önü açılmaya çalışılmaktadır. Toplumsal
yaşantının dışladığı marjinal kişilerin ve sömürge
aydınlarının aktör olarak kullanıldığı kampanya, Ordu-millet
birlikteliğini baltalamaya yönelmektedir. Ordu’nun askere
alma yetkisinin ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir.
Kasım 2005’e gelindiğinde ise Milli Güvenlik Siyaset
Belgesi’nin hazırlanması ve basına sızdırılmasıyla bir
fırtına kopartılmıştır. “Gizli Anayasa” olarak lanse edilen
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGBS) Ordu’nun temel
doktrinidir. Demokrasinin çöküşü olarak gösterilen MGSB’nin
içeriğine bakıldığı zaman ana maddelerinin irtica, bölücülük
ve teröre karşı mücadele, Yunanistan’ın 12 mil iddialarının
savaş nedeni sayılması, tek devlet, tek ulus, tek bayrak,
tek milletin korunması ve devrim kanunlarının ödünsüz
uygulanması olduğunu görmekteyiz. Batıcı, Kürtçü ve Şeriatçı
tüm çevreler belgenin varlığına bile saldırmışlardır.
Belgeyi 2003’te MGK’nın işlevini yitirmesine rağmen hâlâ
sivillere görev dayatması olarak suçlayan çevreler aslında
Ordu’nun vatan savunmasına yönelik politika üretmesine karşı
çıkmaktadırlar.
Ordu’ya ABD-İngiliz Modeli
Bir taraftan da Ordu’ya Amerikan-İngiliz modeli
önerilmektedir. Buna göre Ege Ordu Komutanlığı ve kuvvet
komutanlıkları kaldırılacak, 3. Ordu tasfiye edilecek,
Savunma Bakanlığı’na Pentagon işlevi verilecektir. NATO
dışında konumlanan Ege Ordu Komutanlığı’nın kaldırılmaya
çalışılması Yunan yayılmacılığı karşısında Türkiye’nin elini
kolunu bağlamayı hedeflemektedir. Bunun yanı sıra planın
özü, Jandarma’nın da tasfiye edilerek tüm Ordu’nun Milli
Savunma Bakanlığı’na yani AKP’ye bağlanarak tasfiye ve
ardından terhis edilmesidir.
Aslına bakılırsa Türkiye’nin son yıllarında Ordu’nun
etkisizleştirilmesi ve adım adım tasfiyesi itiraf edilse de
edilmese de gündemin baş maddesiydi. Bu aşamaların tümü
aslında hazırlık amacı taşımaktaydı. Artık sıra oyunun son
perdesinin tezgahlanmasına gelmişti. Tüm adımlar önceden
emperyalist merkezlerde ve Kürt-İslam çetelerinin
karargahlarında planlandığı gibi atılmıştı ve artık nihai
darbeyi indirmenin zamanı gelmişti. |
AKP, ABD ve AB’nin Ordu’yu Tasfiye Planı
Türkiye’nin yeniden Sevr koşullarına sürüklenmesi artık toplumun geniş
kesimleri tarafından bir paranoya olarak değil, somut ve yakın bir
tehdit olarak algılanıyor. Emperyalizm, bölücüler ve Şeriatçılar
tarafından kurulan tezgah karşısında örgütlenmek ve direnmek tüm ulusal
kuvvetlerin ve devrimcilerin görevidir. Türk düşmanı cephe çok iyi
bilmektedir ki Türkiye’de bölünmenin, Şeriatın ve işbirlikçiliğin
karşısında konumlanan güçlerin başında Türk Ordusu gelmektedir. Bugün
Türkiye bölünecekse, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı ve ardından halife
olacaksa, Sevr planı yeniden uygulamaya geçirilecekse, Türk Ordusu
gücünü ve varlığını koruduğu sürece bu iş çok da kolay olmayacaktır.
Vatan savunması tüm Türklerin ortak görevidir ancak bu savunmanın
silahlı boyutunu gerçekleştirecek olan da Türk milletinin silahlı
kuvvetleridir. Bu nedenle Batının ve ajanlarının tüm saldırılarının
hedefinde Türk Ordusu yer almaktadır ve gene bu nedenle Türk milletini
ve vatanını savunacak bir devrimci strateji çizilirken savunulması
gereken en önemli mevzi Türk Ordusu olmalıdır. Vatan tehlikededir ve
işin daha da kötüsü vatanı korumakla görevli kuvvet de tehlikededir.
3
Ağustos 2002’den günümüze kadar yaşadığımız sürecin temel bileşenleri
Türkiye’de ulus-devletin tasfiyesi ve Ordu’nun belirli aşamalardan
geçirilerek terhis edilmesidir. Bu konuda ABD ve AB’nin ortak kararı
vardır. Her iki emperyalist güç de bölgede güçlü ulus-devletler ve
ulusal ordular istememektedir. Bunun en önemli ve en güçlü örneği de
Türkiye’de bulunmaktadır. Türkiye sömürgeleştirilmek istenmektedir. Bunu
yapabilmek içinse Türk milletinin kendisini koruyacak esas refleksleri
veren kurumların tasfiyesi, sömürgeci güçler açısından ilk şart
olmaktadır.
Burada
bu işin yerli işbirlikçileri olarak bölücüler ve Şeriatçılar devreye
girmektedir. Bunlar Kürt devletini ve Şeriat devletini kurabilmeleri
için Türk devletinin ve özellikle de Ordusunun tasfiye edilmesinin temel
zorunluluk olduğunun farkındadırlar. Bunların tüm siyasal doğrultuları
emperyalizminkilerle bire bir çakışmaktadır. Artık Türkiye öyle bir
noktaya gelmiştir ki Ordu devleti ve milleti korumak temel görevlerini
yerine getirebilmek için ilk olarak aslında kendisine yönelik bu
tehlikeyi bertaraf etmek zorundadır. Ancak maalesef, halen Ordu düşmanı
cephenin kafasının daha net olduğu acı bir gerçekliktir.
AB
temsilcisi Kretschmer, Soros paralarıyla hazırlanan TESEV Almanağı’nı
tanıtırken “Silahlı Kuvvetler üzerinde sivil kontrol, Türkiye’nin AB
sürecinde kilit rol. Asker, hemen her konuda konuşuyor, bunun da halk
üzerinde büyük etkisi oluyor.” demektedir. Emperyalistler Ordu’nun
milletle olan bağının kuvvetini de görmektedirler. İlk olarak yaptıkları
işlerden biri de bu bağı çözmeye çalışmak olmaktadır. Ancak olayın şu
anki noktasına gelmesi bir anda olmamıştır. Sürecin gelişi aslında AKP
iktidarının ilk günlerinden bugüne ele alınmalıdır.
YAŞ Kararlarına Şerh ve Sivil MGK İle Operasyon Başlıyor
AKP’nin
2002 yılının Kasım ayında iktidara gelmesinin hemen ardından toplanan
Aralık ayı Yüksek Askeri Şurası’nda her zaman olduğu gibi irticai
faaliyetlere katıldığı saptanan bir kısım TSK personelinin Ordu’dan
ihracı kararı çıkartılmıştı. Tayyip Erdoğan henüz sabıkası dolayısıyla
Başbakan olmadığı için Abdullah Gül bu makamı işgal ediyordu.
YAŞ
sonucunda alınan ihraç kararlarına Başbakan Abdullah Gül ve Milli
Savunma Bakanı Vecdi Gönül muhalefet şerhi koyarak süreci tetiklediler.
Bu bir anlamda 28 Şubat’tan beri Ordu’nun kararlı bir şekilde yürüttüğü
irtica temizliğine bir tepkiydi ve artık kendilerinin iktidar
olduklarının duyurusuydu. Ancak mesajın daha derin bir anlamı da vardı.
AKP sadece 28 Şubat’la değil Türk Ordusu’nun tüm yapısıyla ve varlığıyla
hesaplaşmaya girişmişti. Hedefte 28 Şubat’ın değil 19 Mayıs’ın rövanşını
almak vardı. Ancak bunun anlaşılması hem Ordu hem de Atatürkçü kesimler
açısından kolay olmayacaktı.
Ağustos
2003’e gelindiğinde ise artık Tayyip Erdoğan Başbakandı ve şerh koyma
sırası ondaydı. Bu sefer bir adım daha ileri gidilerek YAŞ kararlarının
bilgi edinme ilkesi kapsamına alınması ve yargı denetimine açılmasının
yolları aranmaktaydı. Böylelikle Ordu’nun iç işleyişinin felce
uğratılması sağlanacaktı ve gerici sızmalara karşı mücadele edilmesi
engellenmiş olacaktı.
2003
yılında YAŞ’ın toplanmasının hemen öncesinde, MGK’nın yapısının
değiştirilmesine yönelik plan da devreye sokulmuştur. ABD-AB-AKP ortak
planının ana maddeleri MGK’nın Türkiye’nin siyasal durumu üzerindeki
etkisinin ortadan kaldırılması üzerine kuruluydu. Öncelikle MGK’nın
hiçbir icra yetkisi bırakılmayarak basit bir danışma kuruluna dönüşmesi
sağlanacak, ardından da MGK Genel Sekreterinin AKP güdümünde bir sivil
olması sağlanarak kurul tamamen işlevsizleştirilecekti.
Temmuz
2003’te Abdullah Gül soruyordu: “MGK’nın icra yetkileri mi yoksa danışma
niteliği mi olmalı? AB kriterlerine göre icra yetkisi olamaz. AB
ülkelerinin hepsinde danışma niteliğindedir.”
Cemil
Çiçek ise; “Sanki her ay bir mahkeme kuruluyor, sivil kesim günah
işlemiş gibi gidip hesap veriyor.” diyerek Türk askerinin karşısında
duydukları suçluluk duygusu ve rahatsızlığı dile getiriyordu.
Plan
çok açıktı ancak bu plana direnilemedi. AB’nin 7. uyum paketinin
kapsamında MGK Genel Sekreteri sivilleştirildi, toplantılar iki ayda
bire düşürüldü ve MGK tamamen işlevsiz, göstermelik bir kuruma
dönüştürüldü.
Nisan
2004’te ise Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Yasasının 35. maddesinin
değiştirilmesi gündeme getirildi. Madde, Silahlı Kuvvetler’in görevini
“…Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni
korumak ve kollamak” olarak tanımlıyordu. AKP’nin ve tüm işbirlikçi
cephenin tezi ise bu maddenin kaldırılmasının darbeleri engelleyeceği
idi. Aslında yapılmak istenense Ordu’nun ulus-devleti koruma ve vatan
savunması misyonunun ortadan kaldırılmasıydı. Bu adımları takip edense
geniş bir yıpratma kampanyası oldu.
Emekli Subayların Yargılanması ve “Vicdani Red” Kampanyası
Subaylara ve emekli subaylara yönelik yolsuzluk ve çete iddiaları son
derece süratlendirilerek Ordu’nun millet gözündeki saygınlığının ortadan
kaldırılmasını amaçlayan bilinçli bir karalama kampanyasına
girişilmiştir. Aralık 2004’te Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral
İlhami Erdil hakkında açılan yolsuzluk davası da bu sürecin en önde
gelen oyunu olmuştu. Böylelikle Kuvvet Komutanlarının yargılanmasının da
normalleştirilmesi hedefleniyordu.
Diğer
taraftan Ordu’nun siyaset tarafından denetlenmesi adına askeri
harcamaların Meclis kontrolüne verilmesi gündeme getirilmektedir.
AKP’nin hakim olduğu bir Meclis’in Ordu’yu ne hale getireceğini bir
düşünelim. Bu aynı zamanda Ordu’yu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlama
planının da bir adımı olmuştu. Diğer taraftan, Ordu’nun normal bir
şekilde işbirlikçilere, Şeriatçılara, bölücülere karşı yaptığı
istihbarat faaliyetleri fişleme adı altında fırtınalara neden
olmaktadır.
Bir
diğer kampanya da özellikle Perihan Mağden gibi isimler eliyle
tezgahlanan “vicdani red” olayıdır. Planın bu kısmı daha çok 2005 yılı
Ağustos ayından sonra ortaya atılmıştır. Bu kampanyayla da Türk halkının
askerlikten ve Ordu’dan uzak durmasının önü açılmaya çalışılmaktadır.
Toplumsal yaşantının dışladığı marjinal kişilerin ve sömürge
aydınlarının aktör olarak kullanıldığı kampanya, Ordu-millet
birlikteliğini baltalamaya yönelmektedir. Ordu’nun askere alma
yetkisinin ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir.
Kasım
2005’e gelindiğinde ise Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin hazırlanması
ve basına sızdırılmasıyla bir fırtına kopartılmıştır. “Gizli Anayasa”
olarak lanse edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGBS) Ordu’nun temel
doktrinidir. Demokrasinin çöküşü olarak gösterilen MGSB’nin içeriğine
bakıldığı zaman ana maddelerinin irtica, bölücülük ve teröre karşı
mücadele, Yunanistan’ın 12 mil iddialarının savaş nedeni sayılması, tek
devlet, tek ulus, tek bayrak, tek milletin korunması ve devrim
kanunlarının ödünsüz uygulanması olduğunu görmekteyiz. Batıcı, Kürtçü ve
Şeriatçı tüm çevreler belgenin varlığına bile saldırmışlardır. Belgeyi
2003’te MGK’nın işlevini yitirmesine rağmen hâlâ sivillere görev
dayatması olarak suçlayan çevreler aslında Ordu’nun vatan savunmasına
yönelik politika üretmesine karşı çıkmaktadırlar.
Ordu’ya ABD-İngiliz Modeli
Bir
taraftan da Ordu’ya Amerikan-İngiliz modeli önerilmektedir. Buna göre
Ege Ordu Komutanlığı ve kuvvet komutanlıkları kaldırılacak, 3. Ordu
tasfiye edilecek, Savunma Bakanlığı’na Pentagon işlevi verilecektir.
NATO dışında konumlanan Ege Ordu Komutanlığı’nın kaldırılmaya
çalışılması Yunan yayılmacılığı karşısında Türkiye’nin elini kolunu
bağlamayı hedeflemektedir. Bunun yanı sıra planın özü, Jandarma’nın da
tasfiye edilerek tüm Ordu’nun Milli Savunma Bakanlığı’na yani AKP’ye
bağlanarak tasfiye ve ardından terhis edilmesidir.
Aslına
bakılırsa Türkiye’nin son yıllarında Ordu’nun etkisizleştirilmesi ve
adım adım tasfiyesi itiraf edilse de edilmese de gündemin baş
maddesiydi. Bu aşamaların tümü aslında hazırlık amacı taşımaktaydı.
Artık sıra oyunun son perdesinin tezgahlanmasına gelmişti. Tüm adımlar
önceden emperyalist merkezlerde ve Kürt-İslam çetelerinin
karargahlarında planlandığı gibi atılmıştı ve artık nihai darbeyi
indirmenin zamanı gelmişti.
Tasfiye Operasyonunun Son Kilometre Taşları: Şemdinli, Danıştay ve
Atabeyler
Son
yaşanan olaylar içinde üç tanesi özellikle ayrı bir önem taşımaktadır.
ABD ve AB’nin Ordu’yu pasifize etme çabaları, Özkök’ün Genelkurmay
Başkanlığının dağıtıcı etkileri ve satılık kalemlerin, sömürge
aydınlarının rutin karşı propagandasının ötesinde bir tasfiye operasyonu
başlatılmıştır.
Bunun
ilk perdesi Şemdinli’de sahneye konulmuştur. Şemdinli’de PKK’lı Seferi
Yılmaz’ın Umut Kitabevi’nin bombalanması olayı tezgahlanmış, bir anda
tüm ilçe halkı sokaklara dökülerek iki astsubayımızı linç etmek istemiş
ve bir çeşit ayaklanma denemesi ortaya konmuştur. Olayın gelişiminin ve
sonrasında yaşananların gösterdiği tek şey olayın PKK-AKP ve Fethullahçı
istihbaratçılar eliyle düzenlenmiş bir provokasyon olduğuydu.
Astsubaylar JİTEM elemanı olmakla ve kitabevini bombalamakla
suçlanırken, Org. Yaşar Büyükanıt askerlerine sahip çıkan açıklamalarda
bulunmuştu. Ardından Şemdinli olaylarıyla ilgili olarak Van Cumhuriyet
Başsavcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianamede Türkiye tarihinde
uzunca bir aradan sonra ilk kez bir kuvvet komutanının çete kurmakla
suçlandığı görülecekti.
Olayın
son olarak varacağı noktanın Org. Büyükanıt ve PKK’yla savaşmış diğer
komutanların savaş suçlusu olarak yargılanacağı bir ortamın yaratılması
olacağı görünüyordu. Türk komutanları adeta Miloseviç durumuna
düşürülmek isteniyordu. Olayın bu şekilde Org. Büyükanıt’a
ulaştırılmasıyla “ulusalcı” kesimlerin aklı başına gelebilecekti.
Ancak
tezgah Şemdinli’yle de sınırlı kalmadı. Şemdinli’den sonuç alamayan
Kürt-İslam kadrosu bir yeni denemeyi Danıştay baskınıyla
gerçekleştirmeye çalıştı. Bu sefer bir taşla birkaç kuş birden vurulmaya
çalışılıyordu. Danıştay olayıyla ilk olarak cumhuriyetçi, laik tüm
ulus-devlet kurumlarına gözdağı verilmek istenmiştir. Olayı
gerçekleştiren Kürt-İslamcı militan Alparslan Aslan’ın bu iş için özel
olarak yetiştirilmiş ve görevlendirilmiş olduğu olayın akışı içerisinde
daha iyi anlaşılmıştır.
Ancak,
tertipçilerin tek amacı bu değildir. AKP’li bakanlar olayın hemen
ertesinde yaptıkları açıklamalarda emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin’in
olayın azmettiricisi olduğunu ve baskını gerçekleştirenlerin “ulusalcı
bir çete” olduğunu duyurdular. Gözaltına alınan Tekin için tutuklama
kararı çıkarılmadığı gibi daha sonra olay hakkında hazırlanan
iddianamede adı bile geçmeyecekti.
Plan bu
noktadan sonra iki amaca yöneliyordu. Muzaffer Tekin, hem emekli bir
subay olarak hem de milliyetçi, Atatürkçü bir Türk vatandaşı olarak
belirli kesimlere saldırmanın ara aşaması olarak değerlendirilmek
isteniyordu. Bir taraftan ulusal güçler toplumun gözünde tecrit edilmek
istenirken diğer taraftan da Tekin’in emekli bir subay oluşu dolayısıyla
olay yeniden “derin devlet” tartışmalarına vardırılarak Org.
Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanlığının zora gireceği bir ortam
yaratılmak isteniyordu.
Son
olarak oynanan kart ise Ordu’nun kendi flaması, marşı olan bir özel
birliğine Kürt-İslamcı istihbaratçıların tezgahladığı baskınla ortaya
çıkan “Atabeyler Çetesi” olayı oldu. Tüm Ordu düşmanı cephe yeniden
“Jandarma tasfiye edilsin, derin devlet açığa çıkarılsın” çığlıkları
atmaya başladı.
Tüm bu
tezgahlar boşa çıkmış durumdadır. Ama şimdilik... AKP’nin başını çektiği
Kürt-İslam cephesi ve onların Batılı efendileri, bir süreliğine
tezgahlarını durdurdular. Ancak bu işin burada biteceğini düşünmek
saflık olur. Yaşanan olayı sadece Org. Büyükanıt’ı engelleme tezgahı
olarak ele almak da yetersizdir. Yaşanan süreç aslına bakılırsa Ordu’nun
tasfiye edilmesine yönelik kapsamlı bir darbe sürecidir ve darbe ancak
geçici olarak savuşturulmuştur.
Burada
durup bir kez daha düşünelim. Eğer bu tezgah başarılı olsaydı ne durumda
olacaktık? İlk başta Türk Ordusu, Kara Kuvvetleri Komutanı hapse atılmış
bir durumda madden ve manen çökmüş olacaktı. Başta Jandarma olmak üzere
TSK’nın tüm birimleri çete olarak adlandırılarak önce tasfiye ardından
da terhis edilecekti. Ordu sahneden çekilirken PKK, ABD, AB,
Fethullahçılar ve diğerleri artık kendi yazdıkları senaryonun finalini
oynayacaklardı: Sevr, Hilafet, Kürt devleti, işgal... Tabii ki, tehlike
geçmiş değildir. Son adım atılamadı ama diğer tüm adımlar başarılı
olarak tamamlanmıştır ve uyanık olmak gerekmektedir.
“Ordu Göreve”nin Anlamı
Bir
dönem çok saldırılan “Ordu göreve” çağrısının anlamı da burada daha iyi
ortaya çıkmaktadır. Aslında burada Ordu’ya bir darbe çağrısı değil,
Ordu’nun kendisine yönelecek Amerikancı, Şeriatçı, Kürtçü darbeyi
engellenmesi çağrısı yapılmaktaydı. Ordu ancak bunu engelleyebilirse
Türk milletine karşı esas görevi olan vatan savunmasını yerine
getirebilecekti. Ancak bunun engellendiği bir Türkiye’de gelinen nokta
Danıştay, Şemdinli, Atabeyler gibi tezgahlarla Ordu’ya darbenin başarılı
olmasına ramak kalınacak bir yer olmuştur.
“Ordu
göreve” çağrısını antidemokratik bulan çevrelerin de akılları ancak iş
Org. Yaşar Büyükanıt’a kadar vardırılınca başlarına gelebilmiştir. Bugün
gelinen noktada bu tezgahları hazırlayan odakların aynı zamanda TESEV
raporlarının da hazırlayıcısı olan kesimler olduğu iyiden iyiye ortaya
çıkmaktadır. Org. Büyükanıt’ın Harp Akademisi konuşmasında özellikle
gönderme yapılan Emniyet içerisindeki Kürt-İslamcı-Fethullahçı
yapılanmanın rolü ortadadır. Bu ekip tüm planlarını Org. Büyükanıt’ın
Genel Kurmay Başkanlığının engellenmesi üzerine kurmuştu. Ancak tüm
çabalara rağmen amaçlarına ulaşamadılar ve Büyükanıt dönemi açıldı.
Bu
noktada hem Türk devrimcileri açısından hem de başta Ordu olmak üzere
ulus-devlet kurumları açısından bir karar aşamasına gelindiği ortadadır.
Ordu ya kendisinden başlayarak tüm ulusal güçlerin tasfiyesini
izleyecektir ya da buna dur diyecek önlemleri alacaktır. Atatürkçü halk
güçleri açısından da aynı karar verilmelidir. Ya Ordu’nun tasfiye
edilmesine seyirci kalınacak ve ardından gelecek bölünme, parçalanma ve
Hilafet karşısında hiçbir şey yapılamayacak noktaya gerilenecek ya da
Ordu’ya tam destek çıkarak emperyalist-gerici-bölücü tasfiye planı boşa
çıkartılacaktır.
Özellikle Ordu açısından gelinen nokta, Org. Yaşar Büyükanıt’ın Genel
Kurmay Başkanı olmasıyla beraber iyiden iyiye kendini belli etmeye
başladı. Hilmi Özkök dönemi ile yeni dönem arasında belirgin
farklılıklar olduğu daha komutanların ilk açıklamalarıyla ortaya çıkmış
bulunuyor. İlk olarak Kuvvet Komutanlarının gericiliğe, PKK’ya ve AB’ye
verdikleri sert mesajların ardından Org. Büyükanıt artık sessiz
kalmayacaklarını, Ordu’ya saldıran kesimlerden hesap soracaklarını
açıkladı. Böylece Ordu ile gericilik, bölücülük ve genel olarak siyaset
kurumu arasındaki çelişkiler kızıştı.
Org.
Büyükanıt’a karşı Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç, Türkiye’de gericiliğin
olmadığı yönünde bir çıkış yaptılar ama Harp Akademileri’nin açılışında
yaptığı konuşmada Org. Büyükanıt; bu noktada ısrarcı olduğunu şu
sözlerle belirtti: “Cumhuriyeti korumak siyaset değil, görevdir. İrtica
tehlikesi vardır ve önlem alınmalıdır.” Bu durum aslında Yüksek Askeri
Şura’da bazı askeri personelin ilk kez “irticai faaliyet” nedeni açıkça
belirtilerek uzaklaştırılmalarından da anlaşılmıştı. Ancak gerici
siyaset ile Ordu arasında durumun bir gerginliğe dönüşmesi farklı bir
tartışma da yaratmış oldu.
Tabii
ki iş burada da bitmemiştir. PKK’nın İmralı’dan aldığı direktifle
“ateşkes” ilan etmesinin ardından Tayyip Erdoğan ve DYP lideri Ağar’ın
ateşkes yapılmasını savunmaları, Ordu’nun tepkisini daha da fazla çekti.
Org. Büyükanıt, Ağar’ı çok sert bir dille eleştirerek Ordu-siyaset
tartışmasını bir kez daha gündeme getirdi. Ordu düşmanı Batıcılar,
Kürtçüler, Şeriatçılar Özköklü yılları daha şimdiden özlüyorlar.
“Dört Yıllık Suskunluğun Sonu”
Önceki
Genel Kurmay Başkanlarımızdan Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu yaşanan süreci
açık olarak şöyle tanımlamıştır: “Dört yıllık suskunluğun sonu.”
Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en ağır yıllarını yaşadığı
bu son süreçte, Hilmi Özkök’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başında
bulunması gibi çok önemli bir handikapla karşı karşıya kalmıştı. Tüm
yaşananların karşısında Özkök susmayı tercih etmiş, hatta konuşmak
isteyen başka komutanları da Ordu adına konuşmaya sadece kendisinin
yetkili olduğunu söyleyerek engellemeye çalışmıştı. Ordu’nun geneli
Türkiye’nin içine sokulduğu gericileşme ve parçalanma sürecinden
rahatsız olup, görevini yapmak isterken Özkök bu duruma sebep olanlarla
değil buna engel olmak isteyenlerle sorun yaşamıştır, onları durdurmaya
çalışmıştır. Bu yaptıklarıyla, daha doğrusu bir Türk Komutanı olarak
yapması gerektiği halde yapmadıklarıyla da, arkasından gidişine ağlayan
bir kitle bırakmıştır.
İlk kez
ikinci cumhuriyetçilerden Şeriatçılara, bölücülerden komprador solculara
kadar geniş bir ihanet yelpazesinin bir Genel Kurmay Başkanı’nın
gidişine bu kadar üzüldüğüne ve arkasından ağıtlar yaktığına şahit
olduk. Bu Özkök açısından o kadar büyük bir “başarı”dır ki o daha gider
gitmez aynı hainler yeni gelen komuta kademesine karşı eskisinden de
beter bir düşmanlığa devam etmektedirler. Buradan da anlaşılan şudur ki,
ne Ordu değişmiştir ne de Ordu düşmanlarının bakış açısı. Özkök kendi
bireysel sempatizan kitlesini gericilerden, bölücülerden, AB
temsilcilerinden yaratmış bulunmaktadır. Bunun bir Türk askeri açısından
ne kadar acı verici olması gerektiği ise asker ya da sivil tüm Türk
milletinin malumudur. Özkök, açık bir şekilde tasfiye planının parçası
olmuştur.
Aslına
bakılırsa Cumhuriyet tarihi boyunca en Amerikancı yönetimlerin Ordu’da
üst kademelere geldiği dönemlerde bile Ordu belirli noktalarda gene de
tepki verebilmiştir. Bu genel olarak asker ile komprador siyaset kurumu
arasında var olan derin çelişkinin kişilere ve dönemlere bağlı
olmaksızın etkisini göstermesinden kaynaklanmaktadır. Özkök ise Kenan
Evren’in bile yapmayacağı kadar bu komprador siyaset kurumuyla içli
dışlı olmuş ve özel seçilmiş bir isim olduğunu her fırsatta belli ederek
Şeriatçılarla ve bölücülerle iyi geçinmiştir. Özellikle AKP’nin Ordu’yu
susturma isteğini gönüllü kabullenerek aslında verebileceği en büyük
zararı vermiştir. Özkök, askerin en etkin olması gereken dönemde Ordu’yu
suskunluğa mahkum ederek, pasifleştirme, susturma, tasfiye planının
Ordu’nun en tepesinden uygulayıcısı oldu.
Hilmi
Özkök’e, AKP hükümeti ile aralarının nasıl olduğunu soran gazetecilerin
aldığı cevap gerçekten bu dönemi en iyi özetleyen sözler olmuştu. Özkök,
AKP ile kendisi arasındaki uyumu “şiir gibi” diye tanımlamıştı.
Türkiye’de ulus-devletin her alanda geri adım attığı, PKK’nın hem
siyasallaşıp hem terörü artırdığı, Kuzey Irak’ta aşiret çapulcularının
fiili olarak devlet kurduğu, Türkmenleri katlettiği yıllarda Özkök Genel
Kurmay Başkanıydı.
Türk
Ordusu’nun tasfiyesini kendi gerici amaçlarına ulaşmak için temel
strateji olarak belirlemiş olan AKP hükümeti bu uğurda ABD ve AB
emperyalizmi ile elinden gelen her türlü işbirliğini yapıyordu. Acıdır
ki bu yıllar, Türk Ordusu’nun başında bulunan Özkök tarafından bu kadar
olumlu değerlendirilmiştir.
Bugün
geriye dönüp bu uyuma daha yakından baktığımızda aslında her şeyin
başlangıcının 3 Ağustos 2002 tarihinde olduğunu görmekteyiz. Bu tarihte
DSP-MHP-ANAP koalisyonu turuncu devrimlerin ilk örneklerinden birini
sergileyecek şekilde AB-TÜSİAD-Aydın Doğan eliyle devrildiğinde
Türkiye’nin bir darbe süreciyle karşı karşıya olduğunu, bu darbenin
muhakkak durdurulması gerektiğini, artık emperyalizmin kendisine daha
işbirlikçi bir iktidar aradığını ve bunun engellenmesinin en önemli ödev
olduğunu belirtmiştik. Ama darbeyi ancak bir “darbe”nin
engelleyebileceği gerçeği görmezden gelinerek AKP’nin önü açılmıştır. AB
uyum yasaları birer birer geçerken hem CHP hem de Ordu süreci
izlemiştir. Duruma ABD’nin hakim olmasıyla AKP iktidara gelmiştir.
Ardından Erdoğan’ın Başbakan yapılmasına da tüm bu güçler tarafından
seyirci kalınmıştır.
Bugün
darbelere karşı çok “demokrat komutan” olarak nitelenen Özkök’ün şiir
gibi uyumu ise bundan biraz daha önce ve aslında AKP icraatlarının da
garantisi olarak başlamıştır. Hilmi Özkök’ün Genel Kurmay Başkanlığı
kesindir ve biz o gün için bilmesek de AKP de bu nedenle kendinden
emindir. Çünkü şu onlar tarafından çok iyi bilinmektedir ki
karşılarındaki isim bir Doğan Güreş hatta bir Kenan Evren dahi değildir.
Doğrudur, gerçekten de zaman zaman Amerikancı generaller Türkiye’de
Şeriatçılığın güçlenmesi için ellerinden geleni yapmaktan geri
durmamışlardır. Aslına bakarsanız Türkiye’nin bu noktaya kadar
gerilemesinde bunun çok ciddi bir payı vardır. Ancak Şeriatçılar ilk
defa karşılarında her dediklerini yapacak bir general bulmaktadırlar.
Kenan Evren bile en fazla Şeriatçıları güçlendirerek, sola karşı
destekleyerek onlara yardımcı olmuştur. Özkök ise açık bir şekilde
onlara AKP hükümeti nezdinde tabi olarak hem Şeriatçılara hem ABD’ye hem
de PKK’ya artık her şeyi rahat rahat yapabilecekleri bir ülke sunmuştur.
Burada
Özkök’ün ABD’den çekinen ya da ABD’ye hayran olan, bu nedenlerle de ona
dayanarak siyaset güden klasik bir Amerikancı olmadığı ortaya
çıkmaktadır. Burada daha derin bir angajmanın kokusu vardır. Özkök
doğrudan doğruya Şeriatçıların, Fethullahçıların örgütlediği ve AKP
iktidarının gelişinin hazırlayıcısı ve daha sonra da koruyucusu olarak
Genel Kurmay Başkanlığına kadar yükseltilmiş bir isimdir. Son yıllarda
yaşadığımız tüm olumsuzlukların altında da bu gerçeklik tüm ağırlığıyla
yatmaktadır.
Burada
farklı bir misyon vardır: Özkök eliyle hem Türk Ordusu’nun onuru
kırılmış, mücadele gücü çok zayıflatılmıştır, hem de Ordu ile millet
arasındaki bağın kopartılması amacında büyük yol kat edilmiştir.
2002
Ağustosunun sonunda artık Hilmi Özkök Genel Kurmay Başkanıdır ve bir çok
şeyin değiştiği zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Artık gerçekten de dört
yıl boyunca AKP çok rahat bir şekilde at oynatacak ve Ordu da bu durum
karşısında sessiz ve pasif kalacaktır. Ordu’nun pasif kalması ve susması
ise kendi tasfiyesine karşı bir şey yapamaması acizliği anlamına
gelmektedir. Türk düşmanı tüm güçler aynı zamanda Ordu düşmanıdır ve bu
atalet bilinçli bir şekilde onlara hizmet etmek demektir.
AKP İktidarı ve Özkök
AKP’nin
ilk icraatı Kıbrıs’ta Milli Davayı AB’ye satması olmuştu. Vatan
toprağından ilk Kıbrıs’ta taviz verilirken tüm gözler askerdeydi. Hilmi
Özkök, Türk ulusunun beklediğinin tam tersini yaparak Kıbrıs’ta Türk
varlığını sona erdirecek Annan Planının olumluluğunu anlatan bir
konuşmayla tüm dengeleri alt üst etti. Böylece hem halkın morali
bozulmuş hem de Denktaş davasında sahipsiz ve çıkışsız kalmıştı. Sonuç
olarak da Türkiye’nin Batı ile ilk karşı karşıya geldiği bir Milli Dava
kaybedilmiştir. Bunda Hilmi Özkök’ün rolü büyüktür.
İkinci
büyük hata Kuzey Irak’ta yapılmıştır. ABD, Irak’a saldırmadan önce
Türkiye’nin Kuzey Irak’a yapacağı bir operasyonla hem PKK’yı hem de
Barzani-Talabani’ye bağlı aşiretleri ezerek ABD’nin saldırı dayanağını
ortadan kaldırabileceği bir durum söz konusuydu. Ancak bu dönemde de
seyirci kalınmıştır. Sık sık Türkiye’nin kırmızı çizgilerinden
bahsedilmiş ama Musul-Kerkük gözlerimizin önünde etnik temizliğe tabi
tutulmuştur. Fiili olarak Kürt devleti kurulmuştur. Kırmızı
çizgilerimizden geriye hiçbir şey kalmazken, Süleymaniye’de Türk özel
kuvvetlerine bağlı bir birliğin ABD-peşmerge operasyonuyla başına çuval
geçirilerek gözaltına alınması durumun vehametini simgeleyen bir olay
olmuştur.
Tüm bu
olaylarda emperyalistlerin stratejik adımlarının yanında, Türk
Ordusu’nun Türk halkının gözündeki güvenilirliğinin zedelenmesi ve
Ordu’nun kendine güveninin kırılması hesapları da yatmaktadır. Halkın
güvenini kaybetmiş bir Ordu’nun kendisine güvenmesi de bölünmeye,
Şeriatçı yükselişe karşı çıkması da mümkün olmayacaktır. Maalesef,
emperyalist-bölücü-gerici plan bu noktada Özkök’ün yardımlarıyla önemli
adımlar atmıştır.
Irak
saldırısı sırasında Özkök bir açıklama yaparak, Türkiye için olabilecek
en kötü ihtimali ABD ile karşı karşıya gelmek olarak belirtmişti.
Aslında bu eşyanın tabiatına aykırı bir tespitti. ABD bir emperyalist
olarak gayet doğal bir şekilde Türkiye’nin zaten karşısındaydı. Tabii bu
tespit çok teorik düzlemde bulunabilir ama kısa ve orta vadeli
stratejiler açısından da ABD’nin en önemli planının Irak’ın kuzeyinden
tetiklediği bir Kürt devletini Türkiye, İran ve Suriye aleyhine
genişleterek bölgede kendisine ikinci bir İsrail yaratmak olduğu
ortadadır. Diğer taraftan da ABD, halen Lozan’ı imzalamamış bir ülke
olarak Türkiye’nin karşısındadır. Dolayısıyla en kötü seçenekten
kaçınmak aslında tamamen çıkışsızdır ve strateji olmayan bir
stratejidir.
Özkök
gerçekten de Türkiye’yi stratejisiz ve politikasız bırakmıştır. ABD’nin
bir saldırı stratejisi vardır, AB’nin bir parçalama stratejisi vardır,
AKP’nin bir işbirlikçilik stratejisi bile vardır ama Türk Ordusu’nun
eninde sonunda olacak Türk-ABD çatışmasından kaçınmaya çalışmak dışında
bir seçeneği yoktur!
Ama
korkunun ecele faydası yoktur ve bu en kötü durumla yüzleşmek dışındaki
tüm planlar yanlıştır. ABD’nin işine yaramaktadır. Özkök, Türkiye’yi bu
çıkışsızlığın içine itmiştir ve maalesef bu durum bugün de benzer
şekilde sürüp gitmektedir. İleride de değineceğimiz gibi ABD’ye tavır
almaktan kaçınmak halen en büyük sorundur.
Peki,
Özkök’ün varlığının AKP açısından anlamı neydi?
“Demokrat Komutan” AKP Faşizminin Desteği Oldu
Bugün
arkasından ağıtlar yakılan “demokrat komutan” Özkök’ün Türk Ordusu’nu
böyle kritik bir dönemde atıl bırakması aslında AKP’nin Türk ulusu
üzerinde kurduğu gerici tahakkümün önünü en çok açan avantajı oldu.
Ordu’nun bir müdahalesinden bahsetmiyoruz. Ordu’nun AKP’nin
gerici-bölücü politikalarının karşısında konumlandığının bilinmesi bile
tüm dengelerin daha farklı şekillenmesine neden olabilirdi. Ancak bunun
tersinin gerçekleşmesi ve Özkök’ün çizdiği uyum tablosu, AKP
gericiliğinin faşist bir diktatörlük kadar rahat davranmasına neden
oldu.
DP
faşizminin destekçisi Rüştü Erdelhun Paşa’nın rolünü dört yıl boyunca
AKP ile beraber Özkök oynamıştır. Ancak belki de Erdelhun sadece
kendisini düşünmesine rağmen Özkök, AKP’yi de düşünmektedir. AKP’ye,
gericilere, ikinci cumhuriyetçilere, bölücülere bu kadar sempatik gelen
bir komutan daha olmamıştır. Tüm dönem boyunca AKP diktatörce çalışmış,
tüm devlet kurumlarında örgütlenmiş, kadrolaşmış, irticai faaliyet 28
Şubat öncesine dönmüştür. Buna müdahale eden Danıştay gibi kurumlar da
kurşunlanarak susturulmak istenmiştir. Bu ortam yaşanırken, AB ve
ABD’nin sömürge aydınlarının, Şeriatçı gazetelerin yazdıkları aslında
bir Türk askeri için dehşet vericidir.
Gülay
Göktürk, Org. Büyükanıt’ı değerlendirirken; “Özkök’ü çok özleyeceğimiz
daha şimdiden anlaşılıyor.” demektedir. Oral Çalışlar “Hilmi Özkök’ün
demokrasi kültürü, sivil yaklaşımı bana çok sıcak geliyor.” diyerek onu
yere göğe sığdıramamaktadır. Zaman gazetesi yazarları da yaklaşık aynı
sıcak duygular içindedir. Bülent Korucu, “Genel Kurmay Başkanı
yapmadıkları için hedef seçildi. TSK’yı anamuhalefet partisi haline
getirmek isteyenlerin heveslerini boşa çıkardığı için… ‘Ordu göreve’
pankartlarının dolduruşuna gelmediği için saygısızlığa muhatap oldu.”
derken; Tamer Korkmaz, “En büyük kabahati demokrat olmaktı.” demektedir.
AKP’nin
gazetesi Yeni Şafak yazarı Mehmet Ocaktan; “Özkök statükocular için
zararlı bir paşaydı.” değerlendirmesini yaparken CHP Hakkari
Milletvekili Esat Canan ise “Genel Kurmay Başkanları her zaman hükümetin
arkasında, sivil otoritenin arkasında olmalıdır. Bu geleneğin ilk
adımını Sayın Özkök attı.” diyordu. Bu demokrasi havarisi kadroya
baktığımız zaman iki eski Maocu yeni liberal, iki Fethullahçı, bir
AKP’li gazeteci, bir de her gün Roj TV’de konuşan, CHP’liden çok
DTP’liye benzeyen bir zavallı görüyoruz.
Batıcı,
dinci, Kürtçü “demokratlık” Özkök’ün arkasındadır. Ancak bu
“demokratlık” gerici-bölücü parlamenter faşizmin tablosudur. AKP bu
sistemin isteklerini yerine getiremediği zamanlarda ise “demokrat
komutan”ın adı Amerikancı darbe senaryolarında geçmeye başlayıvermiştir
bir anda. Tüm bu destekçilerin karakterleri ve ABD’ye hizmet konusunda
gerçekleştirilen kıvrak manevralar Özkök’ün hem ABD hem de
Fethullahçılar ve Şeriatçılar için ne kadar “özel” bir isim olduğunun
kanıtıdır.
Ama
halk bu masalların uzağındadır. Hiçbir şeyi anlamadığı varsayılan halk,
bröveden Atatürk çıkarıldığı zaman tüm tepkisini bir anda ortaya
koymuştur.
Aslında
bu olayın simgeselliği çok önemlidir. Atatürk, bröveden değil Türk
milletinin kalbinden sökülmek istenmiştir. Ancak Ordu düşmanı cephenin
tüm çabalarına rağmen tam başarılı olamadığı Büyükanıt’ın Genel Kurmay
Başkanı olmasıyla anlaşılmış oldu.
Büyükanıt Dönemi ve “Ne Olacak?”
Büyükanıt döneminin açılmasıyla beraber sadece Genel Kurmay Başkanı
açısından, değil tüm Kuvvet Komutanları açısından da suskunluğun
gerçekten bozulduğu görülüyor. Büyükanıt ve diğer komutanlar bilinçli ve
organize bir şekilde az çok aynı noktaların üzerine vurgu yaparak önemli
bir çıkış gerçekleştirmiş bulunuyorlar.
Özellikle Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ’un konuşmasında çok
net olarak verdiği mesaj Türk Silahlı Kuvvetleri’nin vatan savunması
doktrininin ana bileşenleridir. Bu söylem teorik bir zemin
oluşturmaktadır. Laik, üniter yapıda ulus-devletin savunulması gerçekten
de hem Türk Ordusu’nun hem de tüm Atatürkçülerin ve devrimcilerin temel
argümanı olmalıdır. Bu yapıya saldıran kesimi ele aldığımızda da ülke
içinde AKP-PKK-“sömürge aydını” ittifakıyla, dışarıda ABD ve AB
emperyalizmleri karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada ise gene önemli bir
handikap oluşmaktadır. Komutanlar gericiliğe, bölücülüğe karşı dört
yıldır alınamayan net tavrı almaktadırlar. AKP iktidarının karşısında
olduklarını ortaya koyarak Tayyip Erdoğan ve ekibinin işini
zorlaştırmaktalar.
AB
karşısında da artık son derece net tavır alınmaktadır. AB tam açıklıkla
Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen politikasını ortaya koyduğu için
AB’ye net tavır almak da kolay olmaktadır. Ancak aynı netliğin ABD
karşısında gösterilememesi “en kötüden” yani ABD’yle karşı karşıya
gelmekten kaçınma mantığının, daha doğrusu mantıksızlığının, Ordu’da
halen etkili olduğunun göstergesidir. Oysa ABD de en az AB kadar
kartlarını açık oynamaktadır. PKK’ya verdiği destek ortadadır, Barzani
ve Talabani kukla devletlerini ABD eliyle yaşatmakta ve Türkiye’yi bu
sayede tehdit etmektedirler. AKP iktidarının esas güç bulduğu odak
ABD’dir ve ABD’ye tavır almamak ya da bulanık tavır almanın diğer tüm
olumlu çıkışları da mahvedeceği bilinmelidir. ABD bu zaafın farkındadır
ve Yasemin Çongar gibi maşalarının aracılığıyla Komutanlara “olumlu”
mesajlar vererek durumu lehine çevirmeye çalışmaktadır.
Bu
kritik durumun yanında bir diğer mesele de Atatürkçüler ve ulusal güçler
arasında Ordu’nun artık tepki vermeye başlamasından kaynaklanan “tamam,
artık bu işi Ordu çözsün” anlayışının yaygınlaşmasıdır. Bu noktada durup
meseleyi tüm yönleriyle ele almak ve ona göre bir strateji belirlemek
gerekmektedir. Bu da birkaç soruyu beraberinde getirir.
Ordu
kimin ordusudur? Esas misyonu, tarihsel yapısı nedir? Avantajları ve
dezavantajları nedir? En önemlisi de Ordu’nun durduğu yer Türkiye’nin
geleceği açısından tek belirleyici midir? Devrimci, Atatürkçü güçlerin
yapması gerekenler nelerdir?
Tüm bu
soruların etraflıca tartışılmaması iyi niyetli insanları bile ya Ordu
düşmanlığına ya da hiçbir şey yapmadan Ordunun harekete geçmesini
beklemeye itmektedir. Bu açıdan net olmak gerekir.
Türk Ordusu’nun Tarihsel Görevi: Vatan Savunması
İlk
sorunun cevabını vererek işe başlarsak, şunu net olarak belirtmeliyiz
ki, Ordu milletin ordusudur ve hatta milletin kendisidir. Ordu’yu ezen
sınıfların baskı aygıtı olarak görerek düşmanlık eden “sol”, gene
Ordu’ya düşman olan Fethullahçı istihbarat şeflerini savunur noktaya
gelmiştir. Her fikrin kendi mantıksal sonuçlarına ulaşması doğaldır.
Ezilen
ulusun ordusunun son geldiği nokta, Batı orduları nasıl sömürgeci
talanın gücü olduysa, bunun karşısında direnişin yani vatan savunmasının
gücü olmalarıdır. Türk Ordusu’nun kuruluşu da tamamen bu antiemperyalist
direnişe dayanmaktadır. Türk milletinin silahlı direniş gücüdür. Ordusu
zayıf olan bir ulusun sömürgeciliğe dayanma şansı da çok yoktur. Atatürk
de bunu görerek direnişi güçlü ve düzenli bir Orduya dayandıran bir
Ulusal Kurtuluş stratejisi çizmiştir.
Bu
noktadan bakılarak değerlendirme yapıldığında Ordu düşmanlarının
sivillik, demokratlık, militarizm gibi kavramları da hiçbir şeyi
açıklayamayan nesnellikten kopuk hayaletler haline gelmektedir.
Sömürgeciliği ve ona karşı direnişi temel almayan hiçbir açıklama
tutarlı olamaz.
Eğer
demokratlık halktan yana olmaksa bunun AKP’yle şiir gibi geçinmek,
ABD’ye susmak olmadığı ortadadır. Özkök’ü “demokrat komutan” ilan eden
kesimlere baktığımızda bunların tümünün de aslında Türk halkının
karşısında, emperyalizmin yanında konumlanan Şeriatçı, liberal, bölücü
kesimler olduğu görülmektedir. Bir taraftan da tüm bu kesimler “biz
siviliz” diye bağırmaktadırlar ve iyi asker olarak Özkök’ü
göstermektedirler. İyi asker olmak açısından bizim bildiğimiz tek bir
kural varsa o da “Görevini en iyi yapan, vatanını en çok sevendir” diyen
kuraldır. Bu açıdan yapılacak değerlendirmeler açıktır. Bahsedilen
görevin milletin iç ve dış düşmanlarını uzak tutmak olduğu da açıktır.
Ordu’nun yeri halkın, emekçilerin, gençliğin yer aldığı antiemperyalist
zemindir. Karşı cepheye baktığımızda ise sivillik iddiasındaki bir
lejyonerler grubu görürüz. Kompradorlar, Şeriatçılar, neo-ülkücü
“aydınlar”, gerçek satılmışların cephesi olarak emperyalizmin
lejyoneridirler. Sömürgeciler bunları kendi özel saldırı gücü olarak
besler. Bunlar da Batının paralı askeri olmaktan memnundurlar. Bu
lejyonerliğin kılıfı da militarizm karşıtlığı ve demokratlık olmaktadır.
Elli Yıllık NATO Süreci ve Ordu
Türk
Ordusu, İkinci Dünya Savaşının ardından, İnönü Batıcılığı ve DP faşizmi
tarafından ülkenin Batı ittifakına sokulmasına paralel olarak NATO’ya
girmiştir. 50 yıllık NATO süreci aslında Ordu’nun kendi varlık zemininin
de altını oyan bir durum yaratmaktadır. Sonuçta emperyalizm Türkiye’de
Amerikancı generaller eliyle kullanabileceği bir Orduyu belki bir süre
destekler ve ister. Ancak Türk milletinin Ordusunun tamamen ortadan
kaldırılması emperyalistlerin gerçek ve nihai hedefidir. Bu durumun Ordu
kademeleri tarafından anlaşılması ise ancak 90’lı yılların sonunda
olacaktır.
12 Mart
ve 12 Eylül Amerikancı darbeleri Ordu’yu toplumun ilerici güçlerine
karşı kullandı. 90’lı yılların sonlarına gelindiğinde artık 12 Eylül tüm
zehirli meyvelerini topluma saçan bir ağaç kadar kökleşmişti.
Atatürk’ün, solun, emekçilerin olmadığı bir Türkiye’de artık serbest
piyasa kökenli vurgun ekonomisi vardı. Sağcılık, tarikatlar vardı. PKK
vardı. Bir taraftan da Türkiye Şeriata gidiyordu.
Bu
durum artık Refah-Yol iktidarı döneminde iyiden iyiye son noktasına
ulaşırken Ordu da kendi içinde bir dönüşüm geçirmeye başlamıştı. Aslında
bu durumu Ordu’nun Atatürkçü özüne geri dönmesi olarak değerlendirmek
daha doğru olacaktır. 28 Şubat 1997’de Ordu’nun süreci başlatmasıyla
Erbakan Hükümeti istifa etti ve gericiliğe karşı çok ciddi bir mücadele
başlatıldı. Şeriatçı gruplar ise kendi kabuklarına çekilerek mevzilerini
korumayı tercih ettiler.
Ancak
kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonu Türkiye’yi AB’ye tam teslim etmesi
yetmiyormuş gibi kendisi de turuncu devrimle devrilerek yerini AKP’ye
bıraktı. Korkulan olmuştu, Şeriatçılar geri gelmişti. Hem de bu sefer
kendi özlerine daha da dönmüşlerdi. Artık Batıcılığı, Kürtçülüğü,
işbirlikçiliği açıktan yapacakları bir dönemdi. Bu durumun Türkiye’ye
getirdiği tek hayır Atatürkçülerin ve Ordu’nun da kendi özüne dönmesi
olmuştur. Şeriatçılar dedelerinin çizgisine dönünce Atatürkçüler,
Atatürk’ün antiemperyalist, solcu özüne dönmüşlerdir.
Ordu
açısındansa 28 Şubat başarısızdır. Ne Şeriatçılar ne de vurguncular
engellenememiştir, ancak 28 Şubat gene de Türk Ordusu’nun millete ve
Atatürk’e doğru öze dönüşünün en önemli belirtisi olarak tarihe
geçmiştir.
Bu
noktaya gelindikten sonra Ordu’nun neleri yapabileceği ve neleri
yapamayacağı konusunda daha net olmamız gerekir.
Büyükanıt’ın göreve gelmesiyle açılan yeni döneme geri dönersek tarihten
de bazı dersler çıkararak düşünmek gerekmektedir. Mantıklı ve Türk
milletinin ihtiyaçlarını gerçekten karşılayacak bir Atatürkçü Ordu
stratejisinin belirlenmesi devrimciler açısından kritik önemdedir.
27
Mayıs’ın Batıya tavır alamama handikabı bugün de farklı bir düzlemde
geçerlidir. Ordu gericiliğe, bölücülüğü ve AB’ye karşı çok net tavır
almaktadır. Bu çok olumludur, ancak ABD’ye gelince tavrın birden sönerek
bulanıklaşması diğer tüm olumlu çabaları ve çıkışları anlamsız bırakacak
kadar önemli bir hatadır. Bir hata olmasının yanı sıra aslında ABD’yle
eninde sonunda yaşayacağımız karşı karşıya gelme durumundan kaçma
mantığının devamıdır ve Türkiye’yi felakete sürükler. Bunun tek anlamı
ABD’nin gelip içeriden PKK’yı da kullanarak saldırmasına kadar elimiz
kolumuz bağlı izlemek anlamındadır.
Bu
açıdan, Ordu’nun ABD’ye net tavır alacağı bir noktada konumlanması acil
ihtiyaçtır. Türkiye’nin gericileşme ve bölünme sürecinden
çıkarılabilmesinin tek yolu da buradan geçmektedir. Bu gerçeklik
cesaretle ve hiç durmadan tekrarlanmalıdır.
Ordu’nun atması gereken somut adımlar da bellidir. İrticayı örgütleyen
AKP’liler Ordu Komutanları tarafından açıklanmalıdır. Eşi türbanlı bir
Cumhurbaşkanı olamayacağı netlikle belirtilmelidir. DTP’li belediye
başkanlarının tutuklanması ve yargılanması sağlanmalıdır. PKK’ya sınır
içinde ve ötesinde operasyon başlatılmalıdır. Bu operasyon Barzani ve
Talabani’yi de hedef alarak susturmalıdır. Bunların yapılması bir
anlamıyla ABD’ye de tavır alınması anlamına gelecektir ve bunların
yapılmasının da başka bir yolu yoktur.
Bu
saydıklarımız Ordu’nun yapabilecekleridir. Aslında daha doğru bir
ifadeyle yapması gerekenlerdir. Ulus-devleti, üniter-laik yapıyı korumak
görevini yerine getirmesi için izlemesi gereken stratejidir. Bunlar
yapılırsa görev yapılmış olacaktır ama Ordu’nun Türkiye’nin tüm
sorunlarını çözmesini, siyasal programı olan bir muhalefet örgütlemesini
beklemek en hafifinden saflık olur. Bu bahsettiklerimiz ise Ordu’nun
görevi olmadığı gibi esasında yapabileceği bir şey de değildir.
“Bu İşi Ordu Çözsün” Demek...
Türkiye’nin siyasetle, ideolojiyle, teoriyle yetişmiş; toplumsal,
tarihsel olayları analiz edebilen insanların kuracağı bir yapıya
ihtiyacı vardır. Bu noktadan baktığımızda Ordu yönetmenin, savaş
yönetmenin farklı bir şey, ülke yönetmenin, siyasal, ekonomik,
sosyolojik sorunlara çözümler üretmenin farklı şeyler olduğu da
ortadadır. “Peki böyle her ikisini de yapabilen asker yok mu ?” derseniz
bizim bu anlamda tek tanıdığımız kişi Atatürk’tür. Ancak ikinci bir
Atatürk’ün yetişmesini ve ortaya çıkmasını beklemek de bu milletin
devrimci evlatlarının yapacağı en büyük yanlıştır. Kendisine bizzat
Ata’sı tarafından verilen emanete sahip çıkmamak anlamına gelecektir.
Bugün
her şeyi Ordu çözsün demek aslında Türkiye’de gerçek bir devrimci
siyasal muhalefet gelişmesin demenin başka bir tarzıdır. Ancak bugün
Türkiye’nin en önemli ihtiyacı başta emekçiler olmak üzere toplumun tüm
zinde kesimlerinin katkısıyla oluşacak, antiemperyalist, Atatürkçü,
halkçı bir siyasi muhalefet ve bunun örgütünün kurulmasıdır.
Tabii
ki bu tek başına yeterli değildir. Türk milletinin emperyalizmle
savaşacak gücü Ordusudur ve dolayısıyla Ordu’nun da çok sağlam tutulması
gerekmektedir. Silahlı gücün görevini yerine getirmesi ne kadar önemli
ve olmazsa olmazsa toplumsal gücün görevini yerine getirmesi de aynı
derecede önemli ve olmazsa olmazdır.
Esas
olarak “Türkiye’nin sorunlarını ne çözer” sorusu üzerinde düşündüğümüz
zaman bu sorunların tümünün kökeninde Türkiye’nin uydu yapısının
bulunmasını ve bu uydu yapıyı yıkacak bir devrimci örgütten Türkiye’nin
yoksunluğunu görürüz. Türkiye’nin sorunu emperyalizme bağımlılık
sorunudur ve bu sorunun devrimci yöntemler dışında bir çözüm yolu da
bulunmamaktadır.
Türkiye’nin antiemperyalist, Atatürkçü, halkçı bir devrime ihtiyacı
vardır ve bunu yapacak örgütün kurulması en önemli stratejik meseledir.
Bu sıkıntı güçlü Ordu sıkıntısının da ötesindedir ve bir anlamda
Ordu’nun sorunlarının çözülmesinin de ön koşuludur.
Bugün
içinden geçilen süreçte NATO içinde konumlanan bir Ordu’nun
yapabilecekleri çok sınırlıdır. Böyle bir Ordu belki daha önceleri işe
yaramış olabilir. 27 Mayıs’ta NATO’ya tavır alınmasa bile Ordu ilerici
bir çıkışta bulunabilmiştir. Ancak artık ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi
çağından geçmekteyiz. ABD Genelkurmayı’nın tüm dünyanın haritasını
değiştireceğini açıktan söylediği ve bu uğurda savaşa girdiği bir
dönemde “Ordu gelsin bizi kurtarsın” demek kadar kaçak bir tavır olamaz.
Diğer
taraftan yapılması gerekenin sadece AKP’nin yıkılmasını hedeflemekten
ibaret gören bir anlayış da yerleşmeye çalışmaktadır. Ulusalcı
çevrelerde gelişen bu yanlış anlayış AKP’nin gitmesiyle beraber tüm
tehditlerin ortadan kalkacağı gibi bir izlenim yaratmaktadır. AKP
giderse ne olacaktır? ABD, Türkiye’yi bölmekten, Ortadoğu
hakimiyetinden, İran’a saldırmaktan vaz mı geçecektir? Bu açıdan
devrimcilerin kafasının net olması önemlidir. AKP’nin özü ABD’dir ve
ABD’ye düşman bir hareket yaratılmadıktan sonra hiçbir yapılanın anlamı
kalmamaktadır. Ordu’nun da NATO’ya, ABD’ye karşı bir yönelime girmesi
dışında bir çıkar yol yoktur.
Peki bu
durumda biz ne yapmalıyız?
Burada
devrimciler, Atatürkçüler Ordu’ya karşı yürütülen saldırı kampanyasını
toplumsal ve siyasal düzlemde bertaraf etmek durumundadırlar. Bu
yapılırken 50 yıllık NATO sürecinin Ordu’ya verdiği zararlar
bilinmelidir. Ordu’nun ABD karşısında nasıl pasifize edildiği,
suskunlaştırıldığı bilinmelidir. Tarihsel bilincimizin bize öğütleyeceği
tek bir gerçeklik kalacaktır ki, o da Atatürkçülerin, Türk
devrimcilerinin Ordu’yu sonuna kadar desteklemeleri zorunluluğudur.
Ordu-Millet Birlikteliğiyle Tasfiyeye Engel Olalım!
Türkiye’nin içine düşürülmeye çalışıldığı Yeni Sevr planının tüm
bileşenleri görüldüğü gibi dönüp dolaşıp Türk Ordusu’nun tasfiye
edilmesinde düğümlenmektedir. Ordu zayıflatılırsa PKK rahatça
saldıracaktır. ABD, Türkiye’ye eninde sonunda gerçekleştirmeyi
planladığı müdahalesini yapmaktan çekinmeyecektir. Ege Ordu Komutanlığı
tasfiye edilirse, Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkardığını
açıklamaması için bir neden kalmayacaktır. Jandarma’nın ortadan
kaldırılması hem Şeriatçı tarikat yuvalarını rahatlatacak hem de
Şeriatçı ve vurguncu sermaye çevrelerinin korkacakları bir gücün
kalmaması anlamına gelecektir.
Ordu’nun gücünü yitirdiği ve en nihayetinde tasfiye edildiği bir ortamda
artık Kürt devletinin, Tayyip Erdoğan’ın hilafetinin, Türkiye’nin
sömürgeleştirmesinin önünde duracak hiçbir şey yoktur. Atatürkçülerin,
devrimcilerin Ordu’yu savunmak açısından son derece net ve kararlı
olması vatan savunması mantığının olmazsa olmazı olarak ortaya
çıkmaktadır. Ordu’yu güçlü tutmak, milleti güçlü tutmaktır.
Emperyalizmin planlarını boşa çıkarmanın tek yolu Türk Ordusu’nun
desteklenmesi ve tasfiyesinin önüne geçilmesidir. Emperyalizmin ve onun
Kürt-İslamcı uşaklarının oyununu bozmak için Atatürkçü, solcu, devrimci
güçlerin tüm ulusa önderlik edecek bir çizgiye geçmesi gerekmektedir.
Emperyalizme karşı örgütlenecek ulusal seferberliğin en önde gelen
görevi de budur. Peki, bu görev nasıl yerine getirilebilir? Ordu’nun
vatana karşı görevini yerine getirmesinin önünü açacak bir toplumsal
hareketin kurulması burada kendini vurgulamaktadır.
Artık
net bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, Türkiye’de Atatürkçü, devrimci,
milliyetçi güçlere düşen en büyük ve acil görev toplumsal devrimci
örgütlenmenin kurulmasıdır. Bu örgütlenme tüm Türk milletinin sesi
olarak emperyalizme karşı Atatürkçülük bayrağını yükseltecek, siyasal,
şehirli ve eğitimli bir muhalif güç olmak durumundadır
Kurulması gereken Ordu-millet bağı ise biz Türklerin tarihin
derinliklerinden beri içimize işlemiş bulunan, toplumsal dokunun bir
parçası olan bir gönül bağıdır. Bu bağı 12 Eylül bile yıkamadı. Bugün
diyebiliriz ki Ordu-millet bağı ne kadar güçlü olursa Atatürkçülük de
antiemperyalizm de o kadar güçlü olacaktır. Herkesin üzerine düşeni
yapması görevdir. Ancak en önemli görev bize, Türk devrimcilerine düşen
örgütlenme görevidir. Vatan savunması için hem Ordu’nun kendini
tasfiyeden koruması gerekmektedir hem de Atatürkçülerin bu tasfiyeye
karşı topyekün mücadeleye girişmeleri gerekmektedir. Öyleyse;
Vatanı
ve Ordu’yu savunmak için seferberliğe! Ordu göreve! Halk güçleri göreve!
Atatürkçüler göreve!
http://ileri.turksolu.org/31/ataberk31.htm
|
Askere
saldırı için fırsat kollayanlar
Necdet B. Sivaslı
Askerlerle çatışmayı adet haline getirenlerin yanına şimdi
de, askerlerle çatışanlara hoş görünmek isteyenlerin ortaya
çıktığını gözlemliyoruz. Bunların içinde bazı medya kuruluş
ve mensuplarının bulunması da bizim açımızdan üzücüdür.
Görülüyor ki, askerlerle gerilim yaratanların yanında yer
almak isteyenlerin, bu kesimden mutlaka beklentilerinin var
olduğu da gözlerden uzak tutulmamalıdır.
Ülkenin başka sorunu yokmuş gibi, askerlere karşı olan
takımların koro halinde medya raporunu ele alıp, bir kaşık
suda fırtına koparmaya başlamaları da, ön yargılı hareketten
başka bir şey değildir. Askere saldırı için fırsat
kollayanlar, bu sakızı şimdi de uzun süre çiğnemeye devam
edeceklerdir.
Adımızı ne koyarlarsa koysunlar, biz her zaman ülkemizin
birliği bütünlüğü yolunda askerlerimizin varlığına olan
saldırıların karşısında olduk, bundan sonra da karşısında
olmayı sürdüreceğiz. Yıpratılmamış tek kurum olan
askerlerimizi yıpratmaya yönelik karalama ve kampanyaların
da karşısında olacağız. |
Genelkurmay'ın basına sızan medya raporundan sonra özellikle bugüne
kadar askerlere karşı olanların hep bir ağızdan fırtına
kopardıklarını ibretle izliyoruz. Sadece medyada değil, çeşitli
kesimlerde de askerlere karşı olanların tam bir koro halinde hareket
ettiklerini de görüyoruz.
Dikkat edilecek olursa bazıları, askere karşı harekete geçmek,
yazmak ve yıpratmak için hep fırsat kollamışlardır. Hiç kuşkusuz
askerlerin hiç mi hataları olmuyor? Elbette ki oluyor. Bunları zaman
zaman biz de köşemizde dillendiriyoruz. Ama, hiç yoktan da askerlere
karşı haksızlık içinde bulunmuyoruz. Bulunanlara karşı da
mücadelemizi veriyoruz.
Çünkü, son yıllarda askerler üzerinde oynanmak istenilen oyunlara
baktığımızda, yıpratılmamış tek kurum olan askerlerin de yıpratılmak
istenildiğini görüyoruz. Bu kurumun, içinde bulunduğumuz şartlarda
bize çok daha yakın olması gerektiğini de savunuyoruz. Bu nedenle,
ön yargılı hareket edip, her defasında askerler karşısında olanlara
karşı da bu savunmamızı yapmayı sürdüreceğiz.
MEDYA RAPORU YANLIŞ DEĞİL
Öncelikle şunu hatırlatmak istiyoruz:
Sadece bizim genelkurmayda değil, dünyanın hemen her yerinde
askerler, hükümetler ve kurumlar böylesine raporlar düzenliyorlar.
ABD Başkanı kendilerine yakın olan veya olmayan medya mensuplarının
raporunu tutmuyor mu? CİA' da böyle bir raporun olmadığını mı
sanıyorsunuz? Bundan daha doğal ne olabilir ki?
Genelkurmay, askerleri ön yargısız yıpratmaya çalışan isimleri rapor
etmişse bu suç mu sayılıyor? Kaldı ki, bu tür kurumlarda, yeni iş
başı yapanlara bu konularda raporlar da verilir, bilgilendirme de
yapılır. Yeni göreve başlayanların bu bilgilere sahip olması kadar
doğal bir şey olabilir mi? Kurumun başındakilerin, kendilerine
kimlerin yakın, kimlerin uzak olduğunu bilmesinin suç olmaması
gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Bir kaşık suda fırtına koparmaya
hazır olanlar, işte bu konuyu da gündeme alarak, yine askerleri
yıpratma hareketine başlamışlardır ki, bunu da son derece tehlikeli
buluyoruz.
Rapor, basına sızmıştır, sızdırılmıştır. Bunu araştırıp,çözmek o
kurumun görevidir. Buna bir şey demiyoruz. Genelkurmay, bu konuda
mutlaka gerekeni yapacaktır.
ERDOĞAN' DA DA RAPOR VAR
Çok uzaklara gitmeye gerek görmüyoruz. AKP iktidarında, Başbakan
Erdoğan da, kendisine yakın medya ve mensuplarını uçağına alıp, yurt
dışı gezilerine götürmüyor mu? Onları ismen çağırmıyor mu? Başbakan
Erdoğan'a da, kendilerine en yakın gazetecilerin kimler olduğu,
muhalif gazetecilerin kimlerden oluştuğu konusunda raporlar
verilmiyor mu? Biz, bunu nasıl yadırgamıyorsak, Genelkurmay'ın bu
konudaki raporunu da yadırgamadığımızı ifade etmek istiyoruz.
Nitekim, bu satırları yazmaya başladığımızda da, Erdoğan'a aylık
sunulan medya analiz raporlarında gazetelerle ilgili ilginç
saptamaların olduğu haberleri geliyordu. Bunu da ortaya çıkarıp,
Başbakan'ın basını fişlediğini söylemek de yanlış sayılmalıdır.
Geçmiş hükümet dönemlerinde de bu tür raporlar hazırlanıyordu.
Geçmiş Başbakanlara aynı amaçlı raporlar sunuluyordu. Bunların adını
"fişleme"
diyerek konuyu saptırmanın da bir anlamı yoktur.
Askerlerle çatışmayı adet haline getirenlerin yanına şimdi de,
askerlerle çatışanlara hoş görünmek isteyenlerin ortaya çıktığını
gözlemliyoruz. Bunların içinde bazı medya kuruluş ve mensuplarının
bulunması da bizim açımızdan üzücüdür.
Görülüyor ki, askerlerle gerilim yaratanların yanında yer almak
isteyenlerin, bu kesimden mutlaka beklentilerinin var olduğu da
gözlerden uzak tutulmamalıdır.
Ülkenin başka sorunu yokmuş gibi, askerlere karşı olan takımların
koro halinde medya raporunu ele alıp, bir kaşık suda fırtına
koparmaya başlamaları da, ön yargılı hareketten başka bir şey
değildir. Askere saldırı için fırsat kollayanlar, bu sakızı şimdi de
uzun süre çiğnemeye devam edeceklerdir.
Adımızı ne koyarlarsa koysunlar, biz her zaman ülkemizin birliği
bütünlüğü yolunda askerlerimizin varlığına olan saldırıların
karşısında olduk, bundan sonra da karşısında olmayı sürdüreceğiz.
Yıpratılmamış tek kurum olan askerlerimizi yıpratmaya yönelik
karalama ve kampanyaların da karşısında olacağız.
http://www.ortadogugazetesi.net/makale_goster.asp?id=2144&yazid=21
|
Genelkurmay
komplosunun ardındakiler!
Sabahattin ÖNKİBAR
13.03.2007
Kimler sızdırdı?
Bize göre asıl vahim olan, raporda yapılan maddi hatalardan
ziyade bu raporun nasıl sızdığıdır?
Genelkurmay gibi bir kurumdan böyle bir şey sızamaz,
sızmamalıdır. Eğer rapor gerçekten sızma sonucu dışarıya
çıkmış ise, bunun adı savaş sürecinde taarruz veya savunma
planlarını düşmana vermektir. Bu sızmaya dışarıdan destek
verenler de onlarla aynı oranda suç ortağıdır.
Hayır abartmıyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde bütün
dünya pürdikkat Genelkurmay’ı gözlerken askeri böylesi bir
görüntü ya da pozisyona sokmanın başka nitelemesi olamaz.
İşte bu hadise bile Genelkurmay’ın irtica ve disiplinsizliğe
neden bu denli dikkat gösterdiğini ve de ihraçlardaki
haklılığını ortaya koyuyor. Bu kadar titizliğe rağmen (Eğer
oradan sızdırıldı ise) karargaha kadar sızma oluyorsa,
tehlikenin büyüklüğünü siz takdir edin.
Gelelim bu değerlendirme raporunu kimlerin
sızdırabileceğine?
Amaçları ne?
Bize göre bunu yapanlarla Şemdinli komplosunu organize
edenler ve Atabeyler çetesi diye askeri çetecilikle itham
etmek isteyenler aynı familyadandır. Amaçları ise askerin
etkisini ve imajını kırmak, medya ile arasını açmak ve de
Cumhurbaşkanlığı sürecinde güçsüz kılıp kilitlemektir.
Evet askere hamaset adına sahiplenmek için söylemiyorum. Bu
olay açık ve seçik olarak Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı
kurulmuş bir komplodur... İyi de TSK parti değildir. Akşam
kapatıp sabaha yenisini kuramazsınız. Hiç kimsenin bu
kurumun imajıyla oynama lüksü olamaz... |
Cumhurbaşkanlığına aday olmak için son gün olan 16 Nisan için geri
sayım başlamışken.
Washington’dan AB başkentlerine kadar Türkiye ile ilgili olan bütün
merkezlerin; “Acaba TSK ne yapacak, ne diyecek, nasıl bir tavır
koyacak” diye beklerken.
Türk kamuoyu soluğunu tutmuş Recep Tayyip Erdoğan’ın dudağından
çıkacak “Adayım” ya da “Değilim” e kilitlenmişken Nokta
dergisinde malum haber yani askerin medyayı sorgulaması yayınlanıyor
ve kıyamet koparılmaya çalışılıyor.
Önce bir şeyin altını çizelim:
TSK gibi fevkalade ciddi bir kurumun böyle bir değerlendirme
çalışması yapması, olması gereken bir husustur. Bütün medyayı izleme
imkanı olmayan komuta heyetinin şekil olarak bu tür bir çalışmaya
gerçekte ihtiyacı vardır. Dolayısı ile kopartılan vaveylanın usul
açısından geçerliliği yoktur.
Şakir Süter ve Arcayürek Ancak...
Hazırlanan raporun maddi hatalarla dolu olduğu da su götürmez bir
hakikattır.
Genelkurmay gibi geleneği olan titiz bir kurumun böylesine
bir yüzeyselliğe düşmesi üzücüdür ve de bu tür yüzeysel raporlar
güven olgusunu zaafa uğratır.
Ayrıntıya girmeyeceğim ama Şakir Süter ya da Cüneyt Arcayürek ve
benzeri isimlerin asker karşıtlığı ile itham edilmesi sadece
cahillik değil, aynı zamanda dramatiktir.. Eğer kasıt yoksa yapılan
bu çalışmanın hadiseye ne kadar basit bakıldığı ve yaklaşıldığı gibi
bir sonucu getirir ki bu Genelkurmayımızın geleneğine yakışmaz.. TSK
gibi bir kurum böylesine yüzeysel olamaz. Hiç unutmuyorum 28 Şubat
sürecinde İslami örgüt ve cemaatlarla ilgili olarak yayınlanan
raporlarda da Marksist Yazar Faik Bulut’un kitabından pasajlar aynen
aktarılmıştı... Hayır, asker elbette yayınlardan istifade edebilir
de, kendi görüşü ve bakışı da olur. Genelkurmay, İstihbarat ve MİT
bunun için vardır... TSK gibi bir kurum Türkiye’nin irtica sorununa
Marksist bir yazarın ötesinde analizlerle bakabilmeli, böyle bir
birikim onda olmalıdır... Hassasiyet göstermemiz Genelkurmay
Başkanlığı’nın “devleti temsil ettiğine” dair bakışımızdır.. Bin
yıllık bir devletin merkez kurumu aşiret devletlerindeki satıhlıkta
olamaz.
Kimler sızdırdı?
Bize göre asıl vahim olan, raporda yapılan maddi hatalardan ziyade bu
raporun nasıl sızdığıdır?
Genelkurmay gibi bir kurumdan böyle bir şey sızamaz, sızmamalıdır.
Eğer rapor gerçekten sızma sonucu dışarıya çıkmış ise, bunun adı
savaş sürecinde taarruz veya savunma planlarını düşmana vermektir.
Bu sızmaya dışarıdan destek verenler de onlarla aynı oranda suç
ortağıdır.
Hayır abartmıyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde bütün dünya
pürdikkat Genelkurmay’ı gözlerken askeri böylesi bir görüntü ya da
pozisyona sokmanın başka nitelemesi olamaz.
İşte bu hadise bile Genelkurmay’ın irtica ve disiplinsizliğe neden bu
denli dikkat gösterdiğini ve de ihraçlardaki haklılığını ortaya
koyuyor. Bu kadar titizliğe rağmen (Eğer oradan sızdırıldı ise)
karargaha kadar sızma oluyorsa, tehlikenin büyüklüğünü siz takdir
edin.
Gelelim bu değerlendirme raporunu kimlerin sızdırabileceğine?
Amaçları ne?
Bize göre bunu yapanlarla Şemdinli komplosunu organize edenler ve
Atabeyler çetesi diye askeri çetecilikle itham etmek isteyenler aynı
familyadandır. Amaçları ise askerin etkisini ve imajını kırmak,
medya ile arasını açmak ve de Cumhurbaşkanlığı sürecinde güçsüz
kılıp kilitlemektir.
Evet askere hamaset adına sahiplenmek için söylemiyorum. Bu olay açık
ve seçik olarak Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı kurulmuş bir
komplodur... İyi de TSK parti değildir. Akşam kapatıp sabaha
yenisini kuramazsınız. Hiç kimsenin bu kurumun imajıyla oynama lüksü
olamaz...
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yazidetay.asp?AuthorID=137&ArticleID=4702
|
.Andıç’ın
amacı askeri yıpratmak
Can Ataklı
10.03.2007
Bu konuda benim kafamı kurcalayan tek soru şudur: “Kim bu
harika zamanlamayı yaptı?”
Çok ilginç gelişmeler oluyor. Tayyip Erdoğan’ın ya da bir
başka AKP’linin Cumhurbaşkanı olmasını istemeyen Türkiye’nin
ezici çoğunluğu bunun önlenmesi için birilerine bel bağlamış
değil.
Ama siyasal İslamcı medya aylardır bir asker korkusu
yaratmaya çalışıyor. Bu medyadaki neredeyse tüm yazarlar,
üstü kapalı olarak askerin darbe yapabileceğini,
Türkiye’deki bazı kesimlerin buna çanak tuttuğunu ileri
sürerek bir korku havası yaymaya çalışıyor.
Buna ne yazık ki, kimi sözde aydın yazar çizerler de
katılıyor. Demokrasi düşüncesinin altında ezilerek demokrasi
ile uzaktan yakından ilgisi olmayan AKP’yi demokrasi
çerçevesine yerleştirmeye çalışan bu sözde aydınlar da
dolaylı yollardan askerin darbe yapabileceğini ileri
sürüyorlar.
Böyle bir ortamda, siyasal İslamcı medya ile sözde aydın
kesimin dilediği gibi oynayabileceği bir bilgiyi ortaya
saçmak ancak ve ancak askeri yıpratmak, sıkıntıya sokmak
amacını taşır.
|
Ortaya birden yine “andıç”
sorunu atıldı. Ne ilginç değil mi? Çok merak ettiğimiz(!) bir konu
açıklığa çıkmış oldu.
Askerin ya da bir başkasının benim hakkımda düşündüğü o kadar önemli
değil. Ben onlar hakkında ne düşünüyorum o önemli.
Asker böyle bir şey yapabilir mi, yapamaz mı, bu basın özgürlüğüne
darbe midir değil midir, demokrasilerde böyle şey olur mu olmaz mı?
Bunların hepsi akla ziyan sorular.
Dün yazı günüm olmadığı için konuyla ilgili görüşümü söyleyemedim.
Andıç’tan da Akşam Gazetesi muhabiri arayıp “Ne düşünüyorsunuz?”
diye sorunca haberim oldu. Önce cevap vermek istemedim, çünkü konuyu
tam bilmiyordum. Sonra “Eğer Genelkurmay bu değerlendirmesini
kamuoyuna açıklamadıysa, bir sorun olmadığını, her kurumun kendi
içinde bu tür değerlendirmeler yapabileceğini, ama eğer bunu
kamuoyuna resmen açıklamış olsaydı, söyleyecek sözlerim olacağını”
belirttim.
Bu konuda benim kafamı kurcalayan tek soru şudur: “Kim bu harika
zamanlamayı yaptı?”
Çok ilginç gelişmeler oluyor. Tayyip Erdoğan’ın ya da bir başka
AKP’linin Cumhurbaşkanı olmasını istemeyen Türkiye’nin ezici
çoğunluğu bunun önlenmesi için birilerine bel bağlamış değil.
Ama siyasal İslamcı medya aylardır bir asker korkusu yaratmaya
çalışıyor. Bu medyadaki neredeyse tüm yazarlar, üstü kapalı olarak
askerin darbe yapabileceğini, Türkiye’deki bazı kesimlerin buna
çanak tuttuğunu ileri sürerek bir korku havası yaymaya çalışıyor.
Buna ne yazık ki, kimi sözde aydın yazar çizerler de katılıyor.
Demokrasi düşüncesinin altında ezilerek demokrasi ile uzaktan
yakından ilgisi olmayan AKP’yi demokrasi çerçevesine yerleştirmeye
çalışan bu sözde aydınlar da dolaylı yollardan askerin darbe
yapabileceğini ileri sürüyorlar.
Böyle bir ortamda, siyasal İslamcı medya ile sözde aydın kesimin
dilediği gibi oynayabileceği bir bilgiyi ortaya saçmak ancak ve
ancak askeri yıpratmak, sıkıntıya sokmak amacını taşır.
*****
DTP sanki kapatılmak istiyor
Dikkat ediyor musunuz, DTP sözcüleri son 15 gündür kanal kanal
geziyor. Hepsinin üslubu aynı. “PeKeKe” diyorlar, ancak iki ülkenin
savaş halinde kullanabileceği “ateşkes” deyimini ısrarla
söylüyorlar, İmralı mahkûmu hakkında olumsuz gelişmeler olması
durumunda bunun tahrik sayılacağını iddia ediyorlar.
Sonra bakıyorsunuz bu partinin belediye başkanları, yöneticileri veya
yetkilileri “kavgada bile söylenmeyecek” laflar ediyorlar.
Biri çıkıp “Kerkük’e müdahale Diyarbakır’a yapılmış sayılır” diyor,
bir başkası kadınlardan “Kürtçe konuşmadığı için” özür diliyor, bir
başkası karşısındaki topluluğa “Zorlansanız bile Kürtçe konuşun”
öğüdünü veriyor.
Aslına bakarsanız yasalarımız gereği bu söylemlerin her biri parti
kapatma gerekçesi olarak kullanılabilir.
O zaman aklıma şu soru geliyor: “Acaba DTP özellikle kapatılmak mı
istiyor?”
Çünkü gelen bilgilere göre bu parti Güneydoğu illerinde bağımsız
adaylarla seçim mücadelesi verecek. Bu durumda partinin açık olması
ve seçimleri katılması bir handikap. En azından bölgede bağımsız
adaylar varken seçim pusulasında bir de partinin adının bulunması,
seçmenlerin kafasını karıştırabilir.
Ayrıca DTP’nin Güneydoğu bölgesi dışındaki oylarını değerlendirmek
için başka partilerle diyalog aradığı da bilinmeyen bir şey değil.
Parti kapatılır. DTP adayları bölgeden bağımsız aday olur, Türkiye’nin
diğer yerlerinde de başka bir partiyle ilan edilmemiş bir ittifak
yapılır.
Niyet sanki bu..
*****
“O biraz daha dinlenecek”
5 ay falan önce. Ünlü bir gazetecinin evindeyiz. Konuklar arasında her
kesimden gazeteciler de var. Ev sahibi gazeteci, 3 yıldır mesleğimi
yapamamamdan ötürü ciddi üzüntü duyuyor ve her fırsatta bana bir
olanak yaratmaya çalışıyor.
Konuklar arasında siyasal İslamcı medyaya daha yakın duran bir
gazetenin Genel Yayın Müdürü de var. Sohbet sırasında ev sahibi
gazeteci “Aslında Can sizin gazete için çok yararlı olur” diyor.
Genel Yayın Müdürü de “Ben de biliyorum, hatta geçenlerde bizim
patronlarla da konuştuk” cevabını veriyor. Ben araya giriyorum ve
“Çok teşekkür ederim. Ama ben demokrasi, hukuk, laiklik ve
Cumhuriyet’e bağlılığım ve siyasal görüşlerim açısından sizin
gazetede yazmayı pek içime sindiremem” diyorum.
Ev sahibi gazeteci üsteliyor ve ekliyor “Öyle deme, sen sesini duyur,
bunu kendin için kişilik meselesi haline getirme.”
Ben de “Ayrıca ben istesem bile Tayyip Bey izin vermez ki” deyince,
Genel Yayın Müdürü bu sözlerimi sanıyorum bir yeşil ışık olarak
algılıyor ve “Bu hafta Ankara’ya gidiyorum, Tayyip Bey’le de
görüşeceğim, bunu söyleyeceğim” diyor.
Hiçbir karşılık vermiyorum.
Aradan 15 gün geçiyor. Bu sohbet aklımdan çıkmış gitmiş bile. O gün
davete katılan gazetecilerden birine rastlıyorum, laf o günkü
konuşmaya geliyor. Ve bana diyor ki “Hani Tayyip Bey’le konuşacaktı
ya, konuşmuş, Tayyip Bey de (o daha dinlenecek) cevabını vermiş.”
Andıç ha? Boşverin..
*****
http://www7.gazetevatan.com/root.vatan?exec=yazardetay&sid=&Newsid=112326&Categoryid=4&wid=142
|
TSK'YA
FETHULLAHÇI SALDIRI
29 Mart 2007
FETULLAHÇI NOKTA'YA YALANLAMA..
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek,
kendisine ait olduğu öne sürülen günlükteki "darbe girişimi"
iddialarını yalanladı. Özden, "Böyle bir günlüğüm mevcut
değildir" diye konuştu.
Özden, "Komutanlığım döneminde hiçbir zaman günlük tutmadım.
Böyle bir günlüğüm mevcut değildir. Haberler tamamen
uydurmadır" dedi.
Özden sadece 1957-81 döneminde tuttuğu "hatıratlar" olduğunu
belirterek, "Tutulan notlar günlük değil hatırattır. Bu
dönemden sonra ve komutanlık sırasında günlük tutulmamıştır.
Karargahta günlük programlarım düzenli olarak kayıt
edilmekteydi. Günlük programlar ve ziyaretleri alıp bunlar
üzerinden tamamen senaryo yazılmış" ifadesini kullandı.
...
Fetullahçı Nokta dergisi eski Deniz Kuvvetleri Komutanı
Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen ve daha önce de basında
bir kısmı yayımlanan günlük notlarının 2003 yılı sonu ve
2004 yılı başlarına ait olan bölümlerini yayımladı.
Dergide kuvvet komutanları ve jandarma komutanının, 2004'te
AK Parti'ye karşı "Sarıkız" ve "Ayışığı" adlı iki ayrı darbe
girişimi planladığı ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi
Özkök'ün buna karşı çıktığı öne sürülüyor.
|
Fetullahçı Nokta'nın TSK'ya saldırıları sürüyor!
Nokta dergisinde bugün yayımlanan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı
Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen notlarda, kuvvet komutanları ve
jandarma komutanının AKP'ye karşı iki ayrı darbe planladığı ancak
dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün bu girişimlere karşı
çıktığı iddia edildi.
Nokta dergisi eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu
öne sürülen ve daha önce de basında bir kısmı yayımlanan günlük
notlarının 2003 yılı sonu ve 2004 yılı başlarına ait olan
bölümlerini yayımladı.
Dergide kuvvet komutanları ve jandarma komutanının, 2004'te AK
Parti'ye karşı "Sarıkız" ve "Ayışığı" adlı iki ayrı darbe girişimi
planladığı ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün buna
karşı çıktığı öne sürülüyor.
İddiaların kaynağı eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in görev
süresince tuttuğu öne sürülen günlük notları.
İlk girişim "Sarıkız" 2003 eylülünde doğuyor. Dönemin Jandarma
Komutanı Şener Eruygur, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, Deniz
Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek ve Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim
Fırtına, AK Parti hükümetini kendilerini rahatsız eden
uygulamalarından vazgeçirmek için "özel bir çalışma" yapmaya karar
veriyor.
Ancak iddiaya göre Özkök, çalışmanın bazı noktalarına itiraz ediyor.
Komutanların, hükümet aleyhine harekete geçmeye ikna edemedikleri
Özkök için "dinci, hükümetin adamı" nitelemelerini yaptıkları iddia
ediliyor.
"Özel çalışma" Yüksek Askeri Şura'ya hazırlık toplantısında gündeme
getiriliyor. Nokta'nın yayımladığı günlüğe göre Orgeneral Özkök,
toplantıda bazı komutanların muhtıra verilmesi yönündeki taleplerine
karşı çıkıyor.
Nokta'ya göre notlarda, komutanların hükümetin irticai faaliyetlerine
ilişkin çalışmalar yaptırdıkları, basını ele geçirmek ve halkı
hükümeti protesto etmeye yönelik faaliyetlere yönlendirmek gibi
unsurlar içeren eylem planları hazırladıkları yer alıyor.
Nisan 2004'teki Kıbrıs referandumu öncesinde planlanan darbe,
Orgeneral Özkök'ün girişimiyle yarıda kalıyor.
Günlükteki notlara göre, dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener
Eruygur'un tek başına "Ayışığı" adlı darbe planı yaptığı ancak
destek bulamadığı belirtiliyor.
Oramiral Örnek'e ait olduğu öne sürülen günlük mart ayı başında bir
internet sitesinde yayınlanmaya başlamıştı. Örnek, 13 Mart 2007'de
"Benim hiçbir zaman günlüğüm olmadı" demişti.
FETULLAHÇI NOKTA'YA YALANLAMA..
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek, kendisine
ait olduğu öne sürülen günlükteki "darbe girişimi" iddialarını
yalanladı. Özden, "Böyle bir günlüğüm mevcut değildir" diye konuştu.
Özden, "Komutanlığım döneminde hiçbir zaman günlük tutmadım. Böyle bir
günlüğüm mevcut değildir. Haberler tamamen uydurmadır" dedi.
Özden sadece 1957-81 döneminde tuttuğu "hatıratlar" olduğunu
belirterek, "Tutulan notlar günlük değil hatırattır. Bu dönemden
sonra ve komutanlık sırasında günlük tutulmamıştır. Karargahta
günlük programlarım düzenli olarak kayıt edilmekteydi. Günlük
programlar ve ziyaretleri alıp bunlar üzerinden tamamen senaryo
yazılmış" ifadesini kullandı.
"AKP'ye 2004'te darbe girişimi" iddiası
Nokta dergisinde bugün yayımlanan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden
Örnek'e ait olduğu öne sürülen notlarda, kuvvet komutanları ve
jandarma komutanının AK Parti'ye karşı iki ayrı darbe planladığı
ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün bu girişimlere
karşı çıktığı iddia edildi
Fetullahçı Nokta dergisi eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e
ait olduğu öne sürülen ve daha önce de basında bir kısmı yayımlanan
günlük notlarının 2003 yılı sonu ve 2004 yılı başlarına ait olan
bölümlerini yayımladı.
Dergide kuvvet komutanları ve jandarma komutanının, 2004'te AK
Parti'ye karşı "Sarıkız" ve "Ayışığı" adlı iki ayrı darbe girişimi
planladığı ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün buna
karşı çıktığı öne sürülüyor.
http://www.ulusgazete.com/detay.php?id=1350
|
Fethullah’ın andıçları
TÜRKSOLU
Okan İşbecer
Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran en önemli tartışma, hiç
kuşkusuz andıç tartışması oldu. Nokta dergisinin 8-14 Mart
tarihli sayısında kapaktan verilen habere göre TSK,
gazetecileri ordu yandaşları ve ordu karşıtları olmak üzere
ikiye ayırıyordu. Genelkurmay halkla İlişkiler Şube
Müdürlüğü tarafından hazırlanan üç sayfalık belgede
basın-yayın kuruluşları “güvenirlik” yönünden detaylı bir
şekilde incelenmiş görülüyor. İşin buraya kadar olan
kısmında bir sorun yok. Genelkurmay Başkanlığı’nın kendi
kurumsal yapısı içerisinde güvenlik amaçlı böyle bir
değerlendirme yapmasından daha doğal bir şey yok; ancak bu
belgenin ortaya çıkarılması ve böyle bir dönemde yeniden
ordu tartışmasının alevlendirilmesinin anlamı üzerinde
durmakta yarar var.
Birincisi, yeniden yayın hayatına dönen Nokta dergisinin
çizgisini belirtmekte fayda var. Nokta dergisi Fethullahçı
çizgiye olan yakınlığı (içiçeliği) ile dikkat çekiyor.
Derginin Genel Yayın Yönetmeni olan Alper Görmüş, yıllardır
Başbakanla akraba olan Albayraklar’ın sahibi olduğu Yeni
Şafak gazetesinin Medya köşesini hazırlıyordu.
Yine derginin devamlı yazarı olan Kürşat Bumin de Yeni Şafak
gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta. Ahmet Altan ve
Fethullahçı Star gazetesi yazarı Mahir Kaynak, öne çıkan
yazarlar.
Haberi hazırlayan Ahmet Şık ise Radikal gazetesinde yetişmiş
bir isim. Bir ay kadar önce 22-28 Şubat tarihli Nokta
dergisinde Mersin’deki ulusalcı provokasyon üzerine
yayımlanan yazıda da yine Ahmet Şık imzasını görüyoruz. 17
Şubat tarihinde Radikal gazetesinin manşetten duyurduğu
haberde Mersin’de örgütlenen provokatif ulusalcı yapılara
dikkat çekilmiş, bu provokatif ulusalcı örgütler listesinin
en başına da TÜRKSOLU konularak hedef gösterilmişti.
Anlaşılan Fethullah, Ocak 2005’te öngördüğü provokasyon
haberlere imza atacak bir mürit bulmuş. Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin bu kadar tartışıldığı bir ortamda ancak bu
kadar başarılı gündem değiştirilip Tayyip’in
Cumhurbaşkanlığı önünde en büyük engel görülen TSK, hedef
tahtasına oturtulabilirdi. |
Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran en önemli tartışma, hiç kuşkusuz
andıç tartışması oldu. Nokta dergisinin 8-14 Mart tarihli sayısında
kapaktan verilen habere göre TSK, gazetecileri ordu yandaşları ve
ordu karşıtları olmak üzere ikiye ayırıyordu. Genelkurmay halkla
İlişkiler Şube Müdürlüğü tarafından hazırlanan üç sayfalık belgede
basın-yayın kuruluşları “güvenirlik” yönünden detaylı bir şekilde
incelenmiş görülüyor. İşin buraya kadar olan kısmında bir sorun yok.
Genelkurmay Başkanlığı’nın kendi kurumsal yapısı içerisinde güvenlik
amaçlı böyle bir değerlendirme yapmasından daha doğal bir şey yok;
ancak bu belgenin ortaya çıkarılması ve böyle bir dönemde yeniden
ordu tartışmasının alevlendirilmesinin anlamı üzerinde durmakta
yarar var.
Birincisi, yeniden yayın hayatına dönen Nokta dergisinin çizgisini
belirtmekte fayda var. Nokta dergisi Fethullahçı çizgiye olan
yakınlığı (içiçeliği) ile dikkat çekiyor.
Derginin Genel Yayın Yönetmeni olan Alper Görmüş, yıllardır
Başbakanla akraba olan Albayraklar’ın sahibi olduğu Yeni Şafak
gazetesinin Medya köşesini hazırlıyordu.
Yine
derginin devamlı yazarı olan Kürşat Bumin de Yeni Şafak gazetesinde
köşe yazarlığı yapmakta. Ahmet Altan ve Fethullahçı Star gazetesi
yazarı Mahir Kaynak, öne çıkan yazarlar.
Haberi hazırlayan Ahmet Şık ise Radikal gazetesinde yetişmiş bir
isim. Bir ay kadar önce 22-28 Şubat tarihli Nokta dergisinde
Mersin’deki ulusalcı provokasyon üzerine yayımlanan yazıda da yine
Ahmet Şık imzasını görüyoruz. 17 Şubat tarihinde Radikal gazetesinin
manşetten duyurduğu haberde Mersin’de örgütlenen provokatif ulusalcı
yapılara dikkat çekilmiş, bu provokatif ulusalcı örgütler listesinin
en başına da TÜRKSOLU konularak hedef gösterilmişti.
Anlaşılan Fethullah, Ocak 2005’te öngördüğü provokasyon haberlere
imza atacak bir mürit bulmuş. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bu kadar
tartışıldığı bir ortamda ancak bu kadar başarılı gündem değiştirilip
Tayyip’in Cumhurbaşkanlığı önünde en büyük engel görülen TSK, hedef
tahtasına oturtulabilirdi.
Bu
olaydan iki gün sonra da Başbakanlığın yayımladığı “medya karnesi”
ortaya çıktı. Genelkurmay’ın yayımladığı iddia edilen
değerlendirmeye göre biraz vasat kalan değerlendirmede gazeteler
genel çizgi itibariyle değerlendirilmiş.
Başbakanlık Basın Müşaviri Ahmet Tezcan’ın yaptığı değerlendirmede
Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Sabah, Vatan, Gözcü, Milli Gazete ve
Yeniçağ gazeteleri olumsuz yayın organları olarak fişlenirken;
Zaman, Vakit, Yeni Şafak, Türkiye iktidar yanlısı olarak
değerlendirilmiş, Radikal gazetesi ise tarafsız olarak
nitelendirilmiştir.
Raporda en dikkat çekici madde ise “solcu” Birgün gazetesi hakkında
yapılan değerlendirmedir. “‘Öteki sol’a ait gazeteler içinde en
demokrat, gerçekçi olanı” ifadeleriyle Kürt-İslamcıların övgülerine
mazhar olan Birgün gazetesi, böylece faşist iktidar tarafından
önümüzdeki dönem yaşatılacak kurumlar arasındaki yerini almış oldu.
TÜRKSOLU olarak kendilerini kutlar, başarılarının devamını temenni
ederiz.
Ortaya çıkan basın karnesi elbette medya içerisinde geniş yankı
buldu. Genel itibariyla yorumlar, iktidarın yaklaşan seçimler
öncesinde medyayı hizaya çekme çabası içinde olduğu yönünde.
Sabah
Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil, meseleye farklı bir yerden yaklaşarak
kafasında oluşan soru işaretlerini sıralıyor:
“‘Neden’ böyle bir tasnif yaptıklarını anlıyorum… Ama ‘neye göre’
böyle bir tasnif yaptıklarını anlamak güç. Çünkü… Hem 12 Eylülcü,
hem Özalcı, hem Demirelci, hem Çillerci, hem Erbakancı, hem
Yılmazcı, hem 28 Şubatçı, hem Erdoğancı olan gazeteciler var.
Bunlar hangi kategoriye giriyor? Şarap içenler fişlenmiş mesela…
Rakı içenler ne olacak? Şarap sorunsa eğer…
Hem
tarikatçı olup, hem de Ramazan’a denk gelen ‘happy birthday’
partisinde şarap içen gazeteci var…
Bunun
AKP lehine yazdıkları caiz midir?”
Yaklaşan
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler öncesinde Kürt-İslamcı
Tayyip iktidarının medyaya yönelik bu balans ayarı bakalım
önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak tartışmalara nasıl yansıyacak
...
http://www.turksolu.org/131/isbecer131.htm
***
Kanal 7: Siyonizmin cesur sesi
Gündem
Gazetede çok küçük bir haber bile pek çok ipucu verebilir. 13 Mart
tarihli Milliyet’te sayfanın en dibinde ufacık bir haber: “Kanal
7’de bomba paniği”
Haberden Kanal 7’ye bomba ihbarı yapıldığı, ihbarın panik yarattığı
ancak sonunda asılsız çıktığını öğreniyoruz; ama küçük bir detayda
yanlışlıkla habere girmiş. Haberde ihbarın yapıldığı saatte Kanal
7’yi İsrail Başkonsolosu Amihai’nin ziyaret ettiğini ve ihbarın
belki de bu yüzden yapılmış olabileceği belirtiliyor.
İsrail’in Başkonsolosu Amihai’nin Kanal 7’ye düzenlediği “teşekkür
ve nezaket” ziyareti aklımıza Erbakan’ın Kanal 7 için para toplarken
yıllar önce söylediklerini getirdi: “Bu televizyon verdiğimiz cihat
mücadelesinde tanktan bile daha önemlidir.”
Demek ki
Kanal 7 ve gericilerin verdiği kutsal şeriat kavgası, Siyonistlerin
Yahudi şeriatı içinmiş. Amerikan Musevi Konseyi Tayyip Erdoğan’a
“Musevi Cesaret Ödülü” verirse, İsrail Başkonsolosu da tabii ki
Kanal 7’yi ziyaret edebilir. Belki de gelecek yayın döneminin
programını belirliyorlardır. Gecenin bir saatinden sonra AKP
propagandası ve Tayyip Erdoğan yalakalığını bırakan Kanal 7, Kuran
yayınına geçiyor. Kimbilir belki yakında Kuran yayını yerini Tevrat
yayınına bırakır.
***
http://www.turksolu.org/131/gundem131.htm
|
Fethullahçı Tezgâh...
Yazan: Hikmet ÇETİNKAYA
Nisan 19,2007
Nokta dergisinin yayımladığı günlükler sahteydi...
Şimdi soruyorum:
Emekli Oramiral Özden Örnek 1950 yılından başlayıp emekli
olana dek (26 Ağustos 2005'te emekli oldu) tuttuğu
günlükleri bilgisayara mı yazdı?
Yüz sayfa değil, iki yüz sayfa değil, tam iki bin sayfa...
Defterleri evinden çalınıp bilgisayara mı yazıldı?
Medya bu olayın üzerine gitmedi; bunu Fethullahçıların bir
tezgâhı olduğunu ne yazık ki vurgulamadı, Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt basın toplantısında "bir
tarikat üzerine" vurgu yaptı...
İki bin sayfa kolay kolay yazılmaz. Biliyorsunuz yıllar önce
" Hitler 'in günlüğü" ortaya çıkmıştı. 1930 'lu, 1940 'lı
yılların kâğıtlarına sahte "Hitler'in Günlüğü" yazılmıştı.
Üstelik Hitler'in el yazısı taklit edilerek. Amaç, para
kazanmaktı.
Emekli Oramiral Özden Örnek'in iki bin sayfalık günlüğünü
yazan, "din baronu" nun müritleriydi. Müritler, Türkiye
Cumhuriyeti devletinin istihbarat birimlerinde, ABD'deki
üniversitelerde görevliydiler.
Sahtekârlığın boyutu bir kişiyle sınırlı değil, bir örgüt
işiydi ve ekip çalışmasıyla yapılmıştı.
Bazıları bu olayı, AKP iktidarıyla bağlarını "cemaatçi
ilişki" diyerek "Fethullahçılar" ı aklamaya çalışıyorlar. |
Oyunun ilk
bölümü sahneye konuldu, ama hiç izleyici toplamadı...
Adı
"büyük" olan medya, sahte günlüklere balıklama atladı önce...
Dönekler
hemen kalemlerine sarıldı, dört koldan yaylım ateşine başladı. Eski
Genelkurmay Başkanı Özkök Paşa, İzmir Narlıdere'den Anadolu Ajansı
'nı evinde ağırladı...
Kafalar
karışmıştı...
2004
kışında ya da 2004 yazında dört general darbe mi yapacaktı?
Olup
bitenleri 10 yıldır ABD'de FBI korumasında ve CIA şemsiyesi altında
yaşayan Fethullah Gülen çok yakından izliyordu...
Dedi ki:
"Hilmi
Özkök Paşa, albaylığa terfi ettiğinde biz çok şaşırmıştık..."
Nokta
dergisi Fethullahçıların eline geçmişti. Paraları boldu. Kendilerini
hâlâ "solcu" sayan üç-beş döneği kadrolarına alıp hedef
belirlemişlerdi:
"Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ni
yıpratmak..."
Okurlar
merak ediyor, Nokta dergisinin üst düzey yöneticisini!..
Söyleyeyim: Genel Koordinatör Haluk Görgün (Samanyolu TV'nin eski
Ankara temsilcisi).
Nokta
dergisine Fethullahçılar, iki bin sayfalık bir dosya ve slaytlar
gönderiyor...
İki bin
sayfalık dosyada neler var?
Eski Deniz
Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek 'in günlüğü...
Örnek'in
günlüğü Heybeliada Deniz Lisesi'ne girdiği 1950 yılından başlıyor ve
emekliliğine dek sürüyor...
Günlük,
Nokta dergisinde yayımlandı. Aynı gün Özden Örnek bir açıklama
yaptı:
"Ben
yaşamım boyunca hiç günlük tutmadım."
***
Nokta
dergisinin yayımladığı günlükler sahteydi...
Şimdi
soruyorum:
Emekli
Oramiral Özden Örnek 1950 yılından başlayıp emekli olana dek (26
Ağustos 2005'te emekli oldu) tuttuğu günlükleri bilgisayara mı
yazdı?
Yüz sayfa
değil, iki yüz sayfa değil, tam iki bin sayfa...
Defterleri
evinden çalınıp bilgisayara mı yazıldı?
Medya bu
olayın üzerine gitmedi; bunu Fethullahçıların bir tezgâhı olduğunu
ne yazık ki vurgulamadı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar
Büyükanıt basın toplantısında "bir tarikat üzerine" vurgu yaptı...
İki bin
sayfa kolay kolay yazılmaz. Biliyorsunuz yıllar önce " Hitler 'in
günlüğü" ortaya çıkmıştı. 1930 'lu, 1940 'lı yılların kâğıtlarına
sahte "Hitler'in Günlüğü" yazılmıştı. Üstelik Hitler'in el yazısı
taklit edilerek. Amaç, para kazanmaktı.
Emekli
Oramiral Özden Örnek'in iki bin sayfalık günlüğünü yazan, "din
baronu" nun müritleriydi. Müritler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin
istihbarat birimlerinde, ABD'deki üniversitelerde görevliydiler.
Sahtekârlığın boyutu bir kişiyle sınırlı değil, bir örgüt işiydi ve
ekip çalışmasıyla yapılmıştı.
Bazıları
bu olayı, AKP iktidarıyla bağlarını "cemaatçi ilişki" diyerek
"Fethullahçılar" ı aklamaya çalışıyorlar.
İşin içimi
acıtan yanı, bu sahte günlüklere DİSK gibi bir sendikanın
yöneticilerinin de inanıp 14 Nisan'da Ankara'da Tandoğan Alanı'ndaki
"Cumhuriyet Mitingi" ne katılmamasıydı...
DİSK dün
bir bildiri yayımladı. Bildiride "Kimse cin olmadan adam çarpmaya
çalışmamalıdır, önce herkes haddini bilmelidir" deniliyor...
Bildiriyi
sanki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kaleme almış. Biçem, sanki
Erdoğan'ın Mersin'deki üreticiye "Ananı da al git" demesi gibiydi.
Bakın ne
deniyor DİSK'in açıklamasında:
"...
Düzenleyiciler arasında bizim tasvip edemeyeceğimiz bazı kişi ve
kurum adlarının geçmesi nedeniyle , yetkili kurumlarda tartışarak
mitinge kurumsal kimliğimizle katılmama kararı aldık."
***
DİSK'in
adını vermediği kurum, bence Atatürkçü Düşünce Derneği ve derneğin
genel başkanı emekli Orgeneral Şener Eruygur !..
Çünkü
Eruygur Paşa, "sahte günlük" te darbe hazırlığında olan dört
generalden biriydi. TBMM Başkanı Bülent Arınç da 14 Nisan mitingi
için "Darbecilerin peşinden gitmeyin" demişti.
Bu kadarı
da olmaz ve DİSK'e böyle bir biçem ve davranış yakışmaz!
DİSK ,
Fethullahçıların oyununa gelmez.
Ama geldi
işte!..
DİSK
yöneticileri hiç konuşmasalar daha iyi!..
Genelkurmay Başkanlığı'nın önünde sivil kişinin sarı zarflar içinde
sahte belge dağıtması, komutanların cep telefonlarına
Fethullahçıların on binlerce mesaj atmaları örgütlü bir eylemdir,
bunu görmemek ise ahmaklık!..
İki bin
sayfalık sahte günlük...
Türk-İş'in
Fethullahçıların oyununa gelmesini anlıyorum da DİSK'in bu oyuna
nasıl geldiğini , inanın hiç anlayamıyorum...
Yazıma
noktayı koymuştum, telefonum çaldı. Arayan, kahpece katledilen Kemal
Türkler 'in damadı Oğuz Soydan 'dı...
Aynen
şöyle dedi:
"DİSK'le
ilgili yazılarınızı okudum. Eleştirilerinizde haklısınız. Eşim
Nilgün ve ben teşekkür ediyoruz, Türkler ailesi adına. Kemal
Türkler'in gerçekten, DİSK'in bu tavrı karşısında mezarda kemikleri
sızlıyordur."
http://www.hakimiyetimilliye.org/index.php?news=926
|
Ayetullah Fethullah
Can Ataklı
01.04.2007
İki olayda dolaylı yoldan gibi olsa da amacın askeri
yıpratmak olduğunu anlamamak mümkün değil.
Bu iki olayın askeri yıpratmak dışındaki ortak bir noktası
daha var.
Hem medya andıçı hem de günlük olduğu iddia edilen
bilgisayar kayıtları Amerika’nın Utah eyaletindeki bir
adrese gönderilmiş. Utah Amerika’da çok katı kuralları olan
Mormon’ların eyaleti. Salt Lake City de adeta başkent.
Ve hem andıç hem de günlük bu eyaletten yayın yapan bir
internet sitesinden dünyaya yayılmış.
Askeri kaynaklar açıkça isim vermemekle birlikte “Amerika’da
bir kişiye gönderilmiş” ifadesini Fethullah Gülen için
kullanıyorlar.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin yasadışı bir örgüt gibi “tezgah”
düzenlemeyeceğini bildiğimize göre, demek ki ellerinde çok
güçlü deliller ya da belgeye dökülememiş kanaatlar olduğu
kesin. Yani asker üstü kapalı olarak da “Fethullah Gülen’i
işaret ediyorsa” bu doğrudur.
Nitekim Utah’tan yayın yapan iki internet sitesindeki bu tür
haberlerin üzerine anında atlayarak yayınlayan medya
organlarına baktığımızda, bunların sahip ya da
yöneticilerinin Fethullah Gülen hareketine yakınlık
duydukları konusunda güçlü kanaatler oluştuğunu görüyoruz.
Fethullah Gülen çok uzun yıllardır Amerika’da yaşıyor.
Hakkında herhangi bir mahkumiyet ya da dava olmadığını
biliyorum. Ancak buna rağmen nedense Türkiye’ye gelmiyor.
Belli ki bizim de bilmediğimiz bir endişesi var.
Gülen ve yandaşları şu sıralarda son derece tedirginler.
Çünkü yıllardır tek tek tuğlalarla duvar örer gibi
Türkiye’nin İslam devletine yumuşak biçimde kaydırılması
için çaba harcadılar.
Sonuçta siyasal islamcı bir ekip demokrasinin ve seçim
sisteminin cilvesi sonucu iktidarı göbeğinden yakaladı.
Ancak bu elbette yetmeyecektir. Laik, demokratik, sosyal bir
hukuk devleti olan Cumhuriyet’in tüm kalelerinin ele
geçirilmesi ve bu cumhuriyetin bir islam cumhuriyetine
çevrilebilmesi için son bir adım daha kaldı. O da
Cumhurbaşkanlığı.
Fethullah Gülen bu son kritik aşamayı özellikle Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin, gücünü Anayasa’dan alan “Cumhuriyeti koruma
ve kollama” görevini yerine getirmesine imkan tanımadan
aşmak istiyor herhalde.
Bu nedenle de önce askeri sıkıştıracak operasyonlar
düzenleyip, sonra hâlâ aymazlık içinde olan sözde
demokratların desteği ile kamuoyunu etkilemek ve nötr hale
getirmek istiyor. |
Askeri gerçekten zor
durumda bırakan iki olayı üst üste yaşadık.
Birincisi medya hakkında hazırlanmış bir “andıç” çıktı ortaya.
İkincisi bir emekli kuvvet komutanının yazdığı iddia edilen günlükler
saçıldı.
İki olayda dolaylı yoldan gibi olsa da amacın askeri yıpratmak
olduğunu anlamamak mümkün değil.
Bu iki olayın askeri yıpratmak dışındaki ortak bir noktası daha var.
Hem medya andıçı hem de günlük olduğu iddia edilen bilgisayar
kayıtları Amerika’nın Utah eyaletindeki bir adrese gönderilmiş. Utah
Amerika’da çok katı kuralları olan Mormon’ların eyaleti. Salt Lake
City de adeta başkent.
Ve hem andıç hem de günlük bu eyaletten yayın yapan bir internet
sitesinden dünyaya yayılmış.
Askeri kaynaklar açıkça isim vermemekle birlikte “Amerika’da bir
kişiye gönderilmiş” ifadesini Fethullah Gülen için kullanıyorlar.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin yasadışı bir örgüt gibi “tezgah”
düzenlemeyeceğini bildiğimize göre, demek ki ellerinde çok güçlü
deliller ya da belgeye dökülememiş kanaatlar olduğu kesin. Yani
asker üstü kapalı olarak da “Fethullah Gülen’i işaret ediyorsa” bu
doğrudur.
Nitekim Utah’tan yayın yapan iki internet sitesindeki bu tür
haberlerin üzerine anında atlayarak yayınlayan medya organlarına
baktığımızda, bunların sahip ya da yöneticilerinin Fethullah Gülen
hareketine yakınlık duydukları konusunda güçlü kanaatler oluştuğunu
görüyoruz.
Fethullah Gülen çok uzun yıllardır Amerika’da yaşıyor. Hakkında
herhangi bir mahkumiyet ya da dava olmadığını biliyorum. Ancak buna
rağmen nedense Türkiye’ye gelmiyor. Belli ki bizim de bilmediğimiz
bir endişesi var.
Gülen ve yandaşları şu sıralarda son derece tedirginler. Çünkü
yıllardır tek tek tuğlalarla duvar örer gibi Türkiye’nin İslam
devletine yumuşak biçimde kaydırılması için çaba harcadılar.
Sonuçta siyasal islamcı bir ekip demokrasinin ve seçim sisteminin
cilvesi sonucu iktidarı göbeğinden yakaladı. Ancak bu elbette
yetmeyecektir. Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olan
Cumhuriyet’in tüm kalelerinin ele geçirilmesi ve bu cumhuriyetin bir
islam cumhuriyetine çevrilebilmesi için son bir adım daha kaldı. O
da Cumhurbaşkanlığı.
Fethullah Gülen bu son kritik aşamayı özellikle Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin, gücünü Anayasa’dan alan “Cumhuriyeti koruma ve
kollama” görevini yerine getirmesine imkan tanımadan aşmak istiyor
herhalde.
Bu nedenle de önce askeri sıkıştıracak operasyonlar düzenleyip, sonra
hâlâ aymazlık içinde olan sözde demokratların desteği ile kamuoyunu
etkilemek ve nötr hale getirmek istiyor.
Eğer Tayyip Erdoğan ya da bir benzeri şu veya bu nedenle Çankaya
Köşkü’ne çıkmazsa Fethullah Gülen Amerika’daki yaşamına devam eder.
Ama Tayyip Erdoğan veya bir benkeri Çankaya’ya çıkarsa Fethullah Gülen
hiç şüpheniz olmasın ki, bir süre sonra tıpkı Ayetullah Humeyni’nin
Tahran’a dönüşü gibi Türkiye’ye gelir.
O günkü “devlet” onu Ayetullah Fethullah olarak karşılar.
NOT: Ayetullah tanımı bir benzetme için yapılmıştır. Lütfen kimse
“Ayetullahlık Şiilik’te vardır” türünden açıklayıcı bilgiler vermek
için kendini zahmete sokmasın.
*****
http://www7.gazetevatan.com/root.vatan?exec=yazardetay&Newsid=114669&Categoryid=4&wid=142
|
.Türk
Ordusuna Çuvalı Bu Kez Amerkancı Fethullahçılar mı Geçirmek İstiyor?
Milli Çözüm Dergisi
Erdoğan PİŞKİN
Amaçlar:
•1- Stratejik amaç, iç savunmayı
tahrip edip yıpratmak.
•2- Kısa vadeli hedef: Tayip
Erdoğan'ı kurtarmak.
•3- Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın
önünü kapatmak.
"‘Özel' hücreler, Türkiye'ye karşı", "Yedi ayda beşinci çete" "11
derin hücre daha" şeklinde Yeni Şafak, Zaman ve Akşam gazetelerinin
manşetleri, halkı avutup aldatıyor.
Başında Fethullah sicilli İstihbarat Daire Başkanı Ramazan
Akyürek'in bulunduğu Emniyet'teki kadrosuyla, MİT İstanbul
Bölgesi'ndeki ekibin "ulusalcı komplo" imalatında başarısız
olmasının ardından, Tayyip Erdoğan'ı kurtarma hamlesine giriştiler.
Ancak bu olayın sadece küçük bir parçası. Hem yukarıdaki gazetelerin
manşetlerine yansıyan vurgular, hem de yazıların içeriği dikkatle
incelendiğinde hedefin daha büyük olduğu anlaşılıyor.
Haberlere bakılırsa, içinde iki Özel Kuvvetler Komutanlığı
mensubunun bulunduğu "Atabeyler örgütünün" evinde "Tayyip Erdoğan'ın
evinin krokisi çıkmış"mış, "Cüneyd Zapsu'nun ve Abdülkadir Aksu'nun
oğluna yönelik eylem planı hazırlığı yapılmaktaymış...mış!.
...
ABD, Türk Ordusu'na karşı cepheden saldırı taktiğine girişti. Türk
Ordusu'nu içten bölme faaliyetinde başarısız olunca, bu kez cepheden
saldırıya geçtiler. Amerika için en büyük tehdit olan, hem Kuzey
Irak'taki operasyon gücü, hem de iç yıkıcılık ve bölücülüğe karşı
Türk Ordusunun en vurucu gücüne karşı saldırıyı yoğunlaştırdı. Türk
Ordusunda "göz bebeği kurum" olarak nitelenen ÖKK'nin hedefe
konmasının nedeni işte bu Amerika, Türkiye'nin iç savunma
mekanizmasını yok etme saldırısıyla Orduyu "dize getirmeye"
çalışıyor. Bunun için daha önce devşirdiği bazı unsurları devreye
sokarak operasyonlar yapıyor. Amerikan derin devleti, Türkiye'nin
savunma mekanizmalarını tahrip etmeye çalışıyor.
|
Amaçlar:
•1-
Stratejik amaç, iç savunmayı tahrip edip yıpratmak.
•2-
Kısa vadeli hedef: Tayip Erdoğan'ı kurtarmak.
•3-
Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın önünü kapatmak.
"‘Özel' hücreler,
Türkiye'ye karşı", "Yedi ayda beşinci çete" "11 derin hücre daha"
şeklinde Yeni Şafak, Zaman ve Akşam gazetelerinin manşetleri, halkı
avutup aldatıyor.
Başında Fethullah sicilli
İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek'in bulunduğu Emniyet'teki
kadrosuyla, MİT İstanbul Bölgesi'ndeki ekibin "ulusalcı komplo"
imalatında başarısız olmasının ardından, Tayyip Erdoğan'ı kurtarma
hamlesine giriştiler. Ancak bu olayın sadece küçük bir parçası. Hem
yukarıdaki gazetelerin manşetlerine yansıyan vurgular, hem de
yazıların içeriği dikkatle incelendiğinde hedefin daha büyük olduğu
anlaşılıyor.
Haberlere bakılırsa,
içinde iki Özel Kuvvetler Komutanlığı mensubunun bulunduğu
"Atabeyler örgütünün" evinde "Tayyip Erdoğan'ın evinin krokisi
çıkmış"mış, "Cüneyd Zapsu'nun ve Abdülkadir Aksu'nun oğluna yönelik
eylem planı hazırlığı yapılmaktaymış...mış!.
Rumsfeld'in "Çuval
Tehdidi"nden Stratejik Atak
Peki, bu "çete" nasıl
çökertilmiş? Bu kadar "gizli" hazırlıklar içinde olan örgüt bir
e-postayla ortaya çıkmış!? Üstelik iddiaya göre, Genelkurmay'dan
aradığını söyleyen bir kişi gazetelere konuyla ilgili bilgiyi,
Genelkurmay'ın kapısında bir zarf içinde iletmiş.
Peki son üç-dört ay içinde
"sauna çetesi", banka soygunu gibi olaylarla Özel Kuvvetler
Komutanlığı (ÖKK) mensupları arasında bir bağlantının kurulması
tesadüf mü? Son bir yıl içinde belli aralıklarla ÖKK mensuplarının
"çete, soygun, vb" olaylarla bağlantılı gösterilmesi akıllara 2005
yılı başında ortaya atılan ÖKK "inşaat yolsuzluğu" masalını
getiriyor.
Akşam gazetesi,
"Atabeyler'de Irak bağlantısı"na atıf yapıyor.
ABD Savunma Bakanı Donald
Rumsfeld, 14 Temmuz 2003'te Tayyip Erdoğan'a gönderdiği mektupta,
"Türk Ordu mensuplarının sizin iradeniz dışında Irak'ta
faaliyetlerde bulunduğunu biliyoruz" demişti.
6 Ocak 2005'te NATO
Başkomutanı Org. Jones, 11 Ocak'ta ABD Merkez Kuvvetler Komutanı
Org. Abizaid Ankara'ya geldi. Her iki Amerikalı komutanın
gündeminde, "TSK'nın çeşitli kademelerinin iknası" vardı. Aydınlık'a
güvenilir kaynaklardan ulaşan bilgiye göre, ABD, "Türk Silahlı
Kuvvetlerindeki bazı elemanların kontrol dışı çalışabilecekleri ve
bununla ilgili sağlıklı bilgi alamadıkları" yönünde endişelerini
Genelkurmay ve Hükümet yetkililerine iletmişti.
Tablonun Anlamı
İşte bütün bu tablo,
olayın gerçek amacını ortaya çıkarıyor.
ABD, Türk Ordusu'na karşı
cepheden saldırı taktiğine girişti. Türk Ordusu'nu içten bölme
faaliyetinde başarısız olunca, bu kez cepheden saldırıya geçtiler.
Amerika için en büyük tehdit olan, hem Kuzey Irak'taki operasyon
gücü, hem de iç yıkıcılık ve bölücülüğe karşı Türk Ordusunun en
vurucu gücüne karşı saldırıyı yoğunlaştırdı. Türk Ordusunda "göz
bebeği kurum" olarak nitelenen ÖKK'nin hedefe konmasının nedeni işte
bu Amerika, Türkiye'nin iç savunma mekanizmasını yok etme
saldırısıyla Orduyu "dize getirmeye" çalışıyor. Bunun için daha önce
devşirdiği bazı unsurları devreye sokarak operasyonlar yapıyor.
Amerikan derin devleti, Türkiye'nin savunma mekanizmalarını tahrip
etmeye çalışıyor.
Zaman Yazarı Tamer
Korkmaz, Paşalardan Niye Korkuyor?
"Alttan-Üstten
12 Eylül tablosunun
"dayanılmaz ressamı" Evren Paşa diyor ki:
"Ordu içinde darbe yanlısı
genç subaylar olabilir...
Yeniçeriler, zamanında çok
padişah devirmiş...
O nedenle darbeci
subayların Ordu'dan atılması gerektiğini savunuyorum!"
Evren'in bunca olup
bitenden sonra artık nedamet getirdiğini; nihayetinde demokratların
safına geçtiğini falan sanıyorsanız fena halde yanılıyorsunuz!
Evren, 1960 darbesinin
"alttan" geldiğini hatırlatıyor: O yüzden, Genç Subaylar'a dikkat
çekiyor...
Türkçesi: "Memlekette
darbe yapılacaksa bu darbeyi genç subaylar değil, paşa paşa üst
düzey komutanlar yapar" demek istiyor...
Kenan Paşa'nın yağlıboya
darbesi alttan değil, üsttendi!
Evren'in 1976'da Ege Ordu
Komutanlığı'na getirildiği dönemde de Ordu'da darbe yapmak isteyen
'Genç Subaylar' vardı...
Ancak bunlar kendi
başlarına hareket etmiyorlardı...
Liderleri, Kara Kuvvetleri
Komutanı Namık Kemal Ersun'du...
(Ersun; 1963'teki
başarısız darbe girişiminin faturasını hayatıyla ödeyen Talat
Aydemir'in ardından Kara Harp Okulu Komutanlığı'na getirilmişti.)
1977 yılı, 12 Eylül
öncesindeki en önemli kilometre taşıdır: Yüksek Askeri Şûra'ya iki
ay kala 1 Haziran'da Namık Kemal Ersun emekliye sevk edilmişti!
Ersun'un ekibinden 850
civarında genç subay da o operasyonda Ordu'dan atıldılar...
Şayet böyle bir hadise
olmasaydı, Türkiye Kenan Evren diye bir darbe ressamını hiç
tanımayacaktı!
Önce Ersun, sonra da üç
general hepi topu üç ay içinde elenmiş ve Evren'e Kara Kuvvetleri
Komutanlığı yolu açılmıştı. Ardından da, Genelkurmay Başkanlığı
koltuğu ve nihayet 'darbe liderliği' apoleti gelivermişti...
Ezcümle, Evren'i Evren
yapan gelişme Haziran 1977'de Genç Subaylar'ın Ordu'dan atılmasıdır:
Kenan Paşa'nın günümüzde "Darbe yanlısı gençler behemehal Ordu'dan
atılmalıdır" demesi, bundan...
Bilinçaltı konuşuyor!
Ersun ve arkadaşları
tasfiye edildiğinde, Genelkurmay Başkanı Org. Semih Sancar "TSK
macera peşinde koşanlara asla iltifat etmeyecektir." diyordu...
"ÜGD İkinci Başkanı
Abdullah Çatlı!" ile röportaj yapan Washington Post gazetesi ise
"Seçimin hemen öncesinde 'ihtilal girişiminde bulunan' Ersun ve
arkadaşlarının Ordu'dan atıldığını, tasfiye edilen kadronun Türkeş'e
yakın grup olduğunu" yazıyordu!
Ersun ve ekibinin tasfiye
edilmesinde Çatlı'nın önemli rolü vardı...
ABD-NATO, Ersun
Cuntası'nın elimine edilmesinden memnundu. "12 Eylül 1980"in
güzergâhı "temiz"lenmişti..."
Aynı gün Zaman'ın
diğer yazarı Şahin Alpay da New York Times'in "Türkiye'de Darbe
Tehlikesi"ne dikkat çekiyor!
New York Times'ın 30 Mayıs
tarihinde yayımladığı "A Violent Detour in Turkey/Türkiye'de
şiddetli bir dönüş" başlıklı başyazı, yalnızca Türkiye'yi değil,
dünya politikasını izleyenler için de çok dikkate değerdi.
ABD'nin önde gelen
gazetesi bu başyazısında iki konudaki kuşkularını dile getiriyordu.
Birincisi Türkiye ile ilgiliydi. NYT, "Türkiye Dışişleri Bakanı
Abdullah Gül, geçen hafta Türkiye'de yaşanan şiddet olaylarının
'eski günler'e, askeri darbe ve askeri yönetim günlerine dönüşün
habercisi olmadığını söyledi. Umarız, haklıdır..." demekle
yetinmiyor, tekrar soruyordu: "Cenazeden sonra saldırının
arkasındaki saik gittikçe daha büyük bir karanlığa büründü ve
gerçeğin ortaya çıkması zaman alacak. Fakat temel soru şu: Eski kötü
günler geri mi geliyor?" Yani NYT, Avrupa Konseyi, NATO, OECD, AGİT
üyesi ve AB ile üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye'de bir askerî
müdahale hazırlanıyor olabileceğinden kuşku duyduğunu açıkça ifade
ediyordu.
NYT gazetesi ABD
yönetiminin Türkiye'de "eski kötü günlere dönüş" olasılığı
karşısında nasıl bir tutum takınacağı konusunda da kuşkulu olmalıydı
ki, başyazıda aynen şu çağrıyı yapıyordu: "Washington, Türk
generalleriyle uzun bir geçmişi olan bağlarından yararlanarak onlara
askerlerin siyasete karışmalarına sıfır tolerans göstereceğini
iletmek suretiyle Türk demokrasisinin güçlenmesine yardımcı
olabilir." Yani NYT, "özgürlük ve demokrasiyi dünyaya yayma"
iddiasında olan Bush yönetiminin, Türkiye'de askerî bir müdahaleye
ses çıkarmayabileceği ihtimaline karşı Washington'u uyarma
ihtiyacını duyuyordu. Şu gerekçeyle: "Türkiye İran, Irak ve
Suriye'nin komşusu, İsrail'in müttefiki, NATO üyesi ve AB üyeliğine
adaydır. Dünya onun daha az demokratik olmasını göze alamaz." NYT
böylelikle Bush yönetiminin kendi ülkesindeki inandırıcılığının ne
derecede olduğu hakkında da iyi bir fikir veriyordu.
Bu bağlamda aynı ölçüde
dikkate değer olan, 12 Eylül askerî darbesinden sonra cumhurbaşkanı
seçilen emekli Orgeneral Kenan Evren'in, geçen hafta Akşam
Gazetesi'ne verdiği beyanattı (1 Haziran). Evren, beyanatında,
özetle, 1960 askerî darbesinin genç subaylar tarafından
örgütlendiğini, 1980'de ordunun yönetime el koymasında genç
subaylardan gelen baskıların rolü olduğunu anlattıktan sonra, "Genç
subaylar arasında bunu (askerî darbe) teşvik edenleri yakalayıp
ordudan atmak lazım." diyordu. (Evren, unutmuş olabilir; ama 1971
askerî müdahalesi de 1960'takine benzer bir cunta girişimini önlemek
amacıyla yapılmıştı.)" diyor.
***
http://www.millicozum.com/index.php?option=com_content&task=view&id=140&Itemid=32 |
AKP'NİN ARSIZLIĞI İSLAMCI ENTELLERİN DUYARSIZLIĞI
Milli Çözüm Dergisi
Kazım GÜLFİDAN
Darbe senaryosu:
İçlerinde emekli Albayların bulunduğu silah üzerine yemin
töreni görüntülerinin ardından, günümüzün en güçlü
psikolojik savaş aygıtına dönüşen internetten "Kuvayi
Milliyeciler", "Ulusalcı-milli güçler" imzalı yazılar, Nokta
Dergisine yapılan "andıç" servisi "Ordu'ya darbe
girişiminin" alt yapısını oluşturuyordu.
Bazı emekli askerlerin yazdığı kitaptan gazetelerde çarşaf
çarşaf, televizyonlardan program program üstüne yayınlanan
sözde usulsüzlüklerle sürdürülen psikolojik savaş giderek
dozunu arttırıyordu.
Hepsi aynı Siyonist merkezin ortak hedefine kilitlenmişti:
Ordu'ya darbe hazırlanıyordu...
Üstelik Ordu'ya darbe, Ordu'nun darbe yapacağı görüntüsüyle
işleme konulmak isteniyordu.
Şemdinli-Atabeyler-Danıştay-Hrant Dink Zincirinin Son
Halkası
Aslında süreç yeni başlamış değildi. 09 Kasım 2005'te
Şemdinli'de fitili ateşlenen süreç, Atabeyler operasyonu,
Danıştay suikasti ve Hrant Dink suikastinin başlayan "Asker
darbe yapacak" imalatıyla devam ediyordu. Böylece,
Cumhurbaşkanlığına Tayip Erdoğan'ın veya başka bir BOP
eşbaşkanının çıkmasının önündeki engeli aşmak
hedefleniyordu. Ama milli güçler, kirli şebekenin oyunlarını
bozuyordu.
|
Ordu'ya Darbe Tezgâhı Kuruluyordu
Erdoğan'ın veya bir başka BOP'a eşbaşkan adayının Cumhurbaşkanı
olması için yoğun bir SüperNATO faaliyeti yürütülüyordu. Silah
üzerine edilen yeminler emekli ve muazzaf askerlere gönderilen,
altında emekli subayların adının bulunduğu düzmece mektuplar,
irticai basında darbe yaygarası koparılıyordu... Asıl olay, Ordu'nun
darbe yapması değil, Ordu'ya darbe girişimi başlatılıyordu.
Genelkurmay karargâhında görevli bir Albay, gelişmeleri
şöyle özetliyordu:
"Kimse neden şu soruyu sormuyor: ABD neden Irak'a yolladığı
ek otuz bin askerin yirmi binini kuzeye yerleştirdi? Kuzeyde
güvenlik sorunu mu var? Burada hedef açıkça Türk Silahlı
Kuvvetleri... Cumhurbaşkanlığı ve içerideki diğer gelişmeler
de bunun bir parçası."
Darbe senaryosu:
İçlerinde emekli Albayların bulunduğu silah üzerine yemin
töreni görüntülerinin ardından, günümüzün en güçlü
psikolojik savaş aygıtına dönüşen internetten "Kuvayi
Milliyeciler", "Ulusalcı-milli güçler" imzalı yazılar, Nokta
Dergisine yapılan "andıç" servisi "Ordu'ya darbe
girişiminin" alt yapısını oluşturuyordu.
Bazı emekli askerlerin yazdığı kitaptan gazetelerde çarşaf
çarşaf, televizyonlardan program program üstüne yayınlanan
sözde usulsüzlüklerle sürdürülen psikolojik savaş giderek
dozunu arttırıyordu.
Hepsi aynı Siyonist merkezin ortak hedefine kilitlenmişti:
Ordu'ya darbe hazırlanıyordu...
Üstelik Ordu'ya darbe, Ordu'nun darbe yapacağı görüntüsüyle
işleme konulmak isteniyordu.
Şemdinli-Atabeyler-Danıştay-Hrant Dink Zincirinin Son
Halkası
Aslında süreç yeni başlamış değildi. 09 Kasım 2005'te
Şemdinli'de fitili ateşlenen süreç, Atabeyler operasyonu,
Danıştay suikasti ve Hrant Dink suikastinin başlayan "Asker
darbe yapacak" imalatıyla devam ediyordu. Böylece,
Cumhurbaşkanlığına Tayip Erdoğan'ın veya başka bir BOP
eşbaşkanının çıkmasının önündeki engeli aşmak
hedefleniyordu. Ama milli güçler, kirli şebekenin oyunlarını
bozuyordu.
|
Yine Fetullahçı Polis Bağlantısı
Genelkurmay bilgisayarına giren hırsızları bulunuyordu:
Andıç'ı
ABD'den servis eden ekiple bağlantılı kritik bir isme ulaşıldı: Utah
Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezi'nden Emre Uslu. Uslu,
Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Önder
Aytaç'ın yakın arkadaşıydı. İkisinin birlikte kaleme aldığı ve 2007
Mart başında piyasaya çıkan kitabın adı, "Egemenliğin Gizli Ortağı
Asker ve Medyadan Demokrasiye Teskere". Kitabın alt başlığı da
şöyle: "Org. Yaşar Büyükanıt'ın tarihi konuşmasındaki şifrelerle
Türkiye'nin yarını".
Nokta
dergisine servis edilen basındaki akreditasyonla ilgili andıçın
nasıl çalındığı konusunda önemli bilgilere ulaşılmıştı. 30 Mart'ta
gazetecilere bilgi veren Genel Kurmay Askeri Başsavcısı Albay Saim
Öztürk, 12 Ekim 2006'da Genelkurmay'ın bilgisayarlarından
çalındığını ve ABD'de bir adrese postalandığını açıklamıştı. Öztürk,
raporun yurtdışı bağlantısının Amerika Birleşik Devletleri olduğu
yönünde tespitler olduğunu vurgulamıştı.
Genelkurmay Başkanlığı'na ait basın yayın organlarıyla ilgili
andıçın sızdırılması üzerine başlatılan çalışmaların ucu, ABD'nin
Utah eyaletinde faaliyet gösteren gruba dayanmıştı. Servis sağlayıcı
Bluehost şirketinde hesap açtıran kişinin de bir Türk olduğu
saptandı.
Emekli
Oramiral Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen günlüğün yayınlandığı
ve Türk Silahlı Kuvvetlerini Yıpratmak amacıyla kurulan ve
internette "Kuvayi Milliye", "Milli Güçler" gibi adlarla faaliyet
yürüten provakasyon sitelerinin servis sağlayıcısı da Utah merkezli
bir firmaydı. Yapılan araştırmada sitelerin yayınlanması için
Bluehost Şirketinde hesap açtıran ismin Türk vatandaşı olduğu ortaya
çıktı.
Bu
grubun, aralarında Genelkurmay'da görevli bazı subaylarında
bulunduğu bazı kişilerin özel bilgisayarlarına ait şifreleri
kırdıkları anlaşıldı.
Öte
yandan bu grupla ilişkili bir başka dikkat çekici bağlantı daha
saptandı. Salt Lake City kentinde yaşayan ve Kukla Devletin Lideri
Mesut Barzani ile bağlantılı olduğu bilinen bazı kişilerinde, TSK'yı
yıpratmak amacıyla faaliyetlerini buradan gösterdiği bilgisine
ulaşıldı.
Yapılan
araştırma sonucunda Utah'ta bulunan grubun, Fetullah cemaatiyle
bağlantılı olduğu, ancak etnik temelli ayrı bir klik olarak hareket
ettikleri belirlendi. Grubun, bazı Amerikalıların da teknik destek
ve yardımıyla TSK'nın bilgisayar sitesine girerek Genelkurmaya ait
bilgi ve belgelere ulaştığı saptandı.
Çalınan
andıçın gönderildiği saptanan adresle, eski Deniz Kuvvetleri
Komutanı Oramiral Özden Örnek'e ait olduğu ileri sürülen günlüğün
"çıkış adresi" aynı. Günlüğü yayımlanan "Denizcilersitesi.com" adlı
internet sitesi 2 Ekim 2006'da Utah'ın Orem kentinde Bluehost adlı
şirketten satın alındı. Andıçın Genelkurmaydaki bilgisayardan
çalınma tarihide 12 Ekim 2006.
Fetullahçı Ekibin Beyin Takımı CIA'nın Emrinde Çalışıoyordu:
Yine yapılan araştırmada andıçı ABD'den servis eden ekiple
bağlantılı kritik bir isme ulaşıldı: Utah üniversitesi Ortadoğu
Çalışmaları Merkezinden Emre Uslu. Uslu, Polis Akedemisi Güvenlik
Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Önder Aytaç'ın yakın arkadaşı.
Uslu'nun, Yeşil'le ilgili mastır tezi, Hizbullah'la ilgili de bir
İngilizce makalesi bulunuyor. Yoğunlaşma alanı Kürt Sorunu. Önder
Aytaç ve Emre Uslu birlikte İlnur Çevik'in New Anatolian gazetesinde
köşe yazarlığı yapıyordu. Ayrıca ikisinin birlikte kaleme ve 2007
Mart başında piyasaya çıkan bir kitap var ki aslında kimliklerini
net bir şekilde açığa çıkarıyordu. Kitabın adı "Egemenliği Gizli
Ortağı Asker ve Medyadan Demokrasiye Tezkere". Kitabın alt başlığıda
şöyle: "Org. Yaşar Büyükanıt'ın tarihi konuşmasındaki şifrelerle
Türkiye'nin yarını". Uslu'nun "abisi" Önder Aytaç, bir "psikolojik
savaş" uzmanı. Kamuoyunu yönlendirme görevi onundu. "Sauna"dan
"Küre"ye, Danıştay'dan "Atabeyler"e kadar Emniyetin bütün
operasyonlarında medyaya haber servisi yada başka deyişle
"psikolojik harekat" Önder Aytaç ve ekibi tarafından yapılıyordu.
Emre Uslu, ABD'den Abdulkadir Aksu ve Ömer Çelik'e düzenli rapor
yazıyordu. Fehmi Koru bu işleri yapan adam olarak Hakan Yavuz'u
yazdı. Bir süre öncesinde Fetullah Ekibiyle arasında sorun çıkan
Yavuz'un yakın çevresine "Kendi adamlarını korumak için beni ortaya
atıyorlar" dediği belirtiliyordu.
Utah'da ayrıca ordudan atılma bir Fetullahçı Binbaşının rolüne
dikkat çekiliyor. Utah'ın Fetullahçı örgütlenmede bir yoğunlaşma
yeri olduğu artık biliniyordu.
...
http://www.millicozum.com/index.php?option=com_content&task=view&id=1036&Itemid=58
|
AKP SORUNU
VE TAYYİP BEYİN SONU!
Mili Cozum
Dergisi
Mehmet DENİZ
AKP, RTE ve Onun arkasındaki "Artık Bilinen" Güçler
1-Şemdinli'de TSK'yı karalamak ve halkla karşı karşıya
getirmek istemişler, bu sebeple ordu mensuplarını orduyu
sabotajcı, suikastçı.,. Zalim görüntüsü ile özleştirip
terörü meşrulaştırmaya çalışmışlardır.
2-Danıştay 2. Daire'ye başörtüsü konusundaki kararından
ötürü sindirme ve korkutma yöntemi kullanarak saldırı
düzenlenmiştir. Böylece başörtüsü kararı cezalandırılmıştır.
3-RTE, AKP'nin ve AKP'li bir Anakent Belediye Başkanı'nın
desteklediği emekli bir Albay Mit müsteşarı yapılmak
istenmiş bu sebeple bir grup oluşturulmuş bizzat RTE'nin
yerine oynanan Anakent Belediye Başkanının mali destekçisi
izlenimini veren bir grup yakalanmış oluşum maalesef kasıtlı
bir şekilde TSK'ya mal edilmeye çalışılarak AKP'nin iç
hesaplaşması örtülmek istenmiştir.
4-Atabeyler Gerilla Grubu Baskını, işe AKP'nin yıpranmış
inandırıcılığını yitirmiş ve artık siyasi ömrünün bittiğini
anlaşılmış başbakanı ve onun kara kutusu Zapsu'yu M. Ali
Erbil üzerinden kurtarmayı amaçlamıştır.
Ayrıca Şemdinli ve Danıştay'da meydana gelen olaylarda tek
devlet ve tek millet yapısını muhafaza kararlılığını, Laik
ve Demokratik Cumhuriyeti İngiliz güdümlü hilafet devletine
dönüştürmeme azmini ortaya koyan Türk Silahlı Kuvvetlerini
sindirme ve yıpratma da asıl hedef olarak belirlenmiştir.
...
Başbakan R.T. Erdoğan Yunan Gizli Servisi'nin Elemanı Gibi
Davranamaz!..
AKP iktidarının ve arkasındaki dış güçlerin içeride TSK'yi
yıpratma ve sindirme, provoke etme gözden düşürme
etkinliklerine denk düşen bir dış gelişmede Türkiye ile
Yunanistan arasında yaşanan ve bir süredir devam eden
gerginliktir.
Türkiye-Yunanistan gerginliği de TSK'yı dışarıdan yıpratma
ve saldırgan gösterme, içeride ise gözden düşürmeyi
amaçlamaktadır.
TSK'ya karşı hem içeride hem de Yunanistan aracılığı ile
dışarıda yürütülen faaliyetlerin odak noktasında AKP
iktidarı, yaşananlara, seyirci kalan her fırsatta Türk
Ordusu'nu hedef gösteren, Başbakan, Dış işleri Bakanı, İç
İşleri Bakanı ve maalesef Meclis Başkanı Arınç
bulunmaktadır.
|
***
AKP, RTE ve Onun arkasındaki "Artık Bilinen" Güçler
1-Şemdinli'de TSK'yı karalamak ve halkla karşı karşıya getirmek
istemişler, bu sebeple ordu mensuplarını orduyu sabotajcı,
suikastçı.,. Zalim görüntüsü ile özleştirip terörü meşrulaştırmaya
çalışmışlardır.
2-Danıştay 2. Daire'ye başörtüsü konusundaki kararından ötürü
sindirme ve korkutma yöntemi kullanarak saldırı düzenlenmiştir.
Böylece başörtüsü kararı cezalandırılmıştır.
3-RTE, AKP'nin ve AKP'li bir Anakent Belediye Başkanı'nın
desteklediği emekli bir Albay Mit müsteşarı yapılmak istenmiş bu
sebeple bir grup oluşturulmuş bizzat RTE'nin yerine oynanan Anakent
Belediye Başkanının mali destekçisi izlenimini veren bir grup
yakalanmış oluşum maalesef kasıtlı bir şekilde TSK'ya mal edilmeye
çalışılarak AKP'nin iç hesaplaşması örtülmek istenmiştir.
4-Atabeyler Gerilla Grubu Baskını, işe AKP'nin yıpranmış
inandırıcılığını yitirmiş ve artık siyasi ömrünün bittiğini
anlaşılmış başbakanı ve onun kara kutusu Zapsu'yu M. Ali Erbil
üzerinden kurtarmayı amaçlamıştır.
Ayrıca Şemdinli ve Danıştay'da meydana gelen olaylarda tek devlet ve
tek millet yapısını muhafaza kararlılığını, Laik ve Demokratik
Cumhuriyeti İngiliz güdümlü hilafet devletine dönüştürmeme azmini
ortaya koyan Türk Silahlı Kuvvetlerini sindirme ve yıpratma da asıl
hedef olarak belirlenmiştir.
Emniyet Genel Müdürlüğü, İktidar Partisinin Kolluk Gücü Haline mi
Getiriliyor?
Koltuk
hırsına kendilerini adayan iktidarın hırsına yetişmek istercesine
yenik düşen birkaç yetkilisinin talimatı ile hareket eden Emniyet
Genel Müdürlüğü ve Türk Polis teşkilatına böyle giderse Türk
Milletini değil "AKP'nin polisi" diyebiliriz.
AKP'nin
muhalifi isimlere karşı yürütülen araştırmalar. Emniyet istihbarat
ve Polis Teşkilatını yıpratacak hale gelmiştir.
Başbakan'ın İsparta İl Kongresi'nde EGM'nin AKP'nin muhallilerine
karşı yürüttüğü araştırmaları kastederek "Zamanı geldiğinde biz de
konuşacağız, şimdi sabrediyorsak bir sebebi var" şeklindeki tehdidi
iktidarın ve Başbakan'ın EGM'yi adeta bireysel güvenlik örgütü gibi
kullanma güdüsünü yansıtıyordu.
Anka
Kuşu Hareketi olarak öncelikli olarak Başbakan RTE, elinizdeki
kartlarımız açmanızı sabırla bekliyoruz. İçinde çamaşırlarımız olan
bir küçük çantamız hazır, umarız söyledikleriniz altında
kalmazsınız.
Türk
polis teşkilatının şerefli mensupları sinesinde çıktığınız Türk
Milletine olan yükümlülük ve sorumluluklarınızı birkaç makam
sevdalısı için unutarak, EGM'ni AKP'nin Başbakan'ın danışmanlarını
belediye başkanlarının, Milletvekillerini özel örgütüne
dönüştürülmesine önce siz karşı çıkmalısınız.
EGM'nin
bazı birimlerini ve üst düzey yöneticilerinin TSK'ya AKP'nin
muhaliflerine karşı faaliyet içinde olması kabul edilemez.
Atasözlerimizi hatırlayınız.
EGM,
AKP'nin Talimatları ve Başbakanın İsteği Üzerine TSK'ya Savaş
Açamaz!
Şemdinlideki provakasyon ihanet Danıştay katliamı, son olarak Atabey
Provakasyonu ile EGM ve TSK'nın gücünü ve itibarını AKP adına
AKP'nin dış destekçileri adına sıfırlama kullanılmaya çalışılıyor.
EGM
TSK'nın düşmanı, TSK'da EGM'nin düşmanı haline sokulamaz!
TSK'nın artık dış güdümlü bir iktidar olduğu belgelenen AKP
iktidarının karşısında yıpratılmasına alet olmak İngiliz, ABD,
Fransız ve İsrail gibi devletler adına Türk Vatanı'na saldırmakla eş
anlamlıdır.
TSK'ya açılan savaş Türkiye'ye ve Türk Milletine açılmış bir
savaştır. Küresel oyunun karşısında durabilecek milletinin
sinesinden çıkmış Türk Ordusunu oyunun parçası haline getirmek
isteyen koltuk sevdalılarının hırsına, Türk Polis Teşkilatı alet
edilemez.
EGM'nin dış milliyetçi tarikatçılığı ve bölgesel milliyetçiliği
tetikleyen, geliştiren, besleyen bir mihrak haline gelen AKP ile
ilgili elinde biriken dosyaları yargıya teslim etme zaman gelmiştir.
Başbakan R.T. Erdoğan Yunan Gizli Servisi'nin Elemanı Gibi
Davranamaz!..
AKP
iktidarının ve arkasındaki dış güçlerin içeride TSK'yi yıpratma ve
sindirme, provoke etme gözden düşürme etkinliklerine denk düşen bir
dış gelişmede Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan ve bir süredir
devam eden gerginliktir.
Türkiye-Yunanistan gerginliği de TSK'yı dışarıdan yıpratma ve
saldırgan gösterme, içeride ise gözden düşürmeyi amaçlamaktadır.
TSK'ya
karşı hem içeride hem de Yunanistan aracılığı ile dışarıda yürütülen
faaliyetlerin odak noktasında AKP iktidarı, yaşananlara, seyirci
kalan her fırsatta Türk Ordusu'nu hedef gösteren, Başbakan, Dış
işleri Bakanı, İç İşleri Bakanı ve maalesef Meclis Başkanı Arınç
bulunmaktadır.
Görüldüğü üzere soru ve sorun çok. Burada en kötü ihtimallerden
birisi EGM'nin başka ülkenin gizli servis elemanı ya da gizli
servisince kullanılma ihtimali olduğu iddia edilen siyasi
seçkinlerin bireysel örgütü haline gelerek Türk Devleti'nin
kontrolünden çıkması durumudur.
Adı
konulmamış bir asimetrik savaş yaşıyoruz. Bu savaşta bizi
yönetenlerin bir kısmının düşmanın adamı olma ya da onlar tarafından
kullanılma iddiası var. Tüm yaşananları akıl süzgecinden
geçirdiğinizde duygularının ve hırsının kölesi olmayanlar "bu
ihtimalde yüksekliği" görüyor.
Hepimiz, hepimizin varlığını hedef alan son gelişmeler ve
gerginlikler için Başbakan'dan açıklama bekliyoruz!. Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin Başbakanlık koltuğuna oturarak
ulaşılabilecek en şerefli makama gelmiş Başbakan'a Türk Devleti'nin
ve Türk Milleti'nin her şeye vakıf olduğunu, elindekilerin onlarca
kere sağlamasını yaptığını hatırlatarak son kez soruyoruz.
-
Hukuken Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanısınız. Ancak
politikalarınız, yaptıklarınız karşısında, siz Türkiye'nin
Başbakanı mısınız?
-
Etrafınızdaki kadroya bakınca "karanlık ilişkileriniz" var mı?
Türk Milleti'ni gerilime taşıyan demeçlerinizi sonuçlarının
Türkiye'den ziyade başka devletlerin işine yaraması nedeniyle
soruyoruz. Bir başka ülkenin gizli servisi veya çalışanları ile
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden itibaren birlikte
misiniz?
Türk Ordusu'nu yıpratma çalışmalarına çanak tutan bazı EGM
mensuplarının yetkilerini aşmalarına ses çıkarmayarak "Türk Polis
Teşkilatını AKP'nin bir kolu haline getirmekle ısrarlı mısınız?"
Size bağlı çalışan bir özel örgüt var mıdır? Soruyoruz ve
uyarıyoruz.!
Son gelişmeden gerginliklerin ve hükümet icraatlarının bilgi
altyapısı oluştuğunda, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere; bazı
bakanlar, bazı milletvekilleri ve bazı üst düzey bürokratlar,
yabancı bir ülkenin gizli servisine çalıştıkları iddiasıyla ya da
cürmü meşhut ile gözaltına alınıp tutuklanabilir.
Bizden hatırlatması"
http://www.millicozum.com/content/view/696/32/
|
Gündem değiştirme senaryoları
TERÖR ve Kürdistan hayalleri artarken, zam sağanağı
sürerken, Türk halkı sorunlarına çare ararken
yöneticiler ve basın bunlarla değil, gündem değiştirip,
göz boyama yollarını seçiyor. Türkiye şimdi de, basına
sızdırılan Genelkurmay'ın sakıncalı ve sakıncasız
gazeteciler listesini konuşuyor. Hükümettten ise bir ses
yok.
Ancak Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken bu gibi
haberlerin basına sızdırılacağına da kesin gözü ile
bakılıyor.
GENELKURMAY, köstebeki ararken, askerin asıl "dikkat
çekici" bulduğu mesele "İslami basın" olarak tanımlanan
gazete ve gazetecilerle ilgili bölümün basına
sızdırılmamış veya "yayınlanmamış" olması. Bu da yeni
bir komplonun işareti olarak görülüyor. Genelkurmay, bu
durumu kritik bir siyasi süreç öncesi, Genelkurmay'ın
hedef haline getirilip gazetelerle Genelkurmay arasında
bir "gerilim" başlatılması girişimi olarak görüyor. |
Türkiye sırat köprüsünden geçerken, İmralı katilinin kılı-tüyü ve
asıl sorunları unutturmak için uyduruk haberlerle uğraşılıyor.
TERÖR ve
Kürdistan hayalleri artarken, zam sağanağı sürerken, Türk halkı
sorunlarına çare ararken yöneticiler ve basın bunlarla değil, gündem
değiştirip, göz boyama yollarını seçiyor. Türkiye şimdi de, basına
sızdırılan Genelkurmay'ın sakıncalı ve sakıncasız gazeteciler
listesini konuşuyor. Hükümettten ise bir ses yok.
Ancak
Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken bu gibi haberlerin basına
sızdırılacağına da kesin gözü ile bakılıyor.
GENELKURMAY, köstebeki ararken, askerin asıl "dikkat çekici" bulduğu
mesele "İslami basın" olarak tanımlanan gazete ve gazetecilerle
ilgili bölümün basına sızdırılmamış veya "yayınlanmamış" olması. Bu
da yeni bir komplonun işareti olarak görülüyor. Genelkurmay, bu
durumu kritik bir siyasi süreç öncesi, Genelkurmay'ın hedef haline
getirilip gazetelerle Genelkurmay arasında bir "gerilim"
başlatılması girişimi olarak görüyor.
İslami
basın neden yok
Listenin
Nokta dergisi gibi hiçbir gruba bağlı olmayan, bağımsız, İslamcı
veya ulusal kimliği ön plana çıkmayan bir dergiyle kamuoyuna
duyurulması da Genelkurmay'ın incelediği bir başka nokta.
Fakat
Genelkurmay'ın asıl "dikkat çekici" bulduğu mesele "İslami basın"
olarak tanımlanan gazete ve gazetecilerle ilgili bölümün
sızdırılmamış veya "yayınlanmamış" olması.
Çünkü
Genelkurmay'ın "andıç" adı altında yaptığı değerlendirmeler arasında
"İslamcı" olarak nitelenen basınla ilgili bölümler de var. Üstelik
buradaki değerlendirmelerin çok daha detaylı ve yer yer çok daha
sert olduğu söyleniyor. Fakat bu bölüm ortalıkta yok. Bu da yeni bir
komplonun işareti olarak görülüyor.
Genelkurmay, bu durumu kritik bir siyasi süreç öncesi,
Genelkurmay'ın hedef haline getirilmesi ve liberal gazetelerle
Genelkurmay arasında bir "gerilim" başlatılması girişimi olarak
görüyor.
Genelkurmay'dan rapor soruşturması
Öte yandan
Genelkurmay Başkanlığı, "Basın Yayın Organları Hakkında
Değerlendirme Raporu"nun basına sızdırılmasıyla ilgili adli
soruşturma başlattı.
Genelkurmay
Başkanlığı'nın internet sitesinde yer alan açıklamada, "8 Mart 2007
günü Genelkurmay Başkanlığı'nın basın yayın organları hakkında
değerlendirme raporu hazırladığı şeklindeki haberlere medyada yer
verilmiştir. Konu ile ilgili adli soruşturma başlatılmıştır"
denildi.
Rapor
ayrıca, Genelkurmay Başkanlığı'nın akreditasyon uygulaması konusunda
da öneriler içeriyor. Ekim 2006 tarihli rapor, "Andıç" başlığıyla
sunulmuştu.
Açıklamada
adli soruşturmaya ilişkin başka ayrıntı verilmedi. Bu soruşturmanın
sözkonusu çalışmanın dışarı sızdırılmasıyla ilgili kurum içi bir
soruşturma olduğu belirtiliyor.
http://www.ortadogugazetesi.net/habergoster.asp?id=5922
***
Neler oluyor?
Orhan Karataş
Millet herşeyin farkında
Boşuna çırpınmayın. Türk milleti gerçekleri görmüştür.
Türk milletinin en güvenilmez kurumlar arasında basını
ilk sıraya koyması, boşuna değildir. Siz ne derseniz, bu
millet tersini yapacaktır. Siz askeri kötü göstermeye
çalıştıkça, Türk milleti en güvenilir kurum olarak Türk
Silahlı Kuvvetlerini görecektir. Siz AKP'yi tek
alternatif olarak sundukça, Türk milleti AKP ve
yandaşlarından uzaklaşacaktır. Siz, milliyetçiliğin en
büyük tehlike olarak gösterdikçe, Türk milleti
milliyetçilere daha fazla sarılacak ve itibar edecektir.
Herkesin bir hesabı var. Ama unutulmasın ki,bu milletin
de bir hesabı var. |
Şerefli
Türk basını 2 gündür büyük bir telaş içinde. Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin kendi iç bünyesinde yaptığı bir çalışmanın,
sızdırılmasının yankıları birinci sayfaları işgal ediyor. Birden
bire demokrat kesildiler. Birden bire "asker aşkıyla" yanmaya
başladılar. Akıl verenler, yol gösterenler, göz yaşı dökenler,
teneke çalanlar, ne ararsanız var.
Bir
gariplik var
Türkiye
bütün meselelerini, bütün sıkıntılarını, gerçek gündemini unuttu.
Estirilen havaya bakarsanız, Türkiye'nin en önemli hatta tek
meselesi askerin basınla ilgili tespitleri. Neresinden bakarsanız
bakın bu işte bir gariplik var. Herşeyden önce, Silahı
Kuvvetlerin kendi iç bünyesinde böyle bir çalışma yapması, tamamen
kendi taktirleridir. Bazı gazetelere, bazı gazetecilere ambargo
koymak bu çalışmayla birlikte ortaya çıkmıyor. Zaten var olan bir
durum. Ancak, bu çalışmanın basına sızdırılmış olmasında bir
anormallik bulunuyor. Her ne hikmetse sızan kısımda, Silahlı
Kuvvetlerin mesafe koyduğu bazı kuruluşlar, hiç yer almıyor. Ayrıca,
Türkiye'nin çok ciddi bir yol ayrımına getirildiği bir dönemde
gündem birden bire değişiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi, Kuzey
Irak'da olanlar, Kıbrıs'da tezgahlanan oyunlar, Ermeni iftiralarının
yeni boyutlar kazanması, unutuluyor.
Bütün bu gelişmelerden memnun olan tek bir kurum var. AKP hükümeti.
Belli ki bir tezgah kurulmuş. Birileri durumdan vazife çıkarmış ve
başbakanın deyimiyle düğmeye basmış.
AKP
yaparsa demokrasiye uygun
Kopan
kıyametlerin altında ne var? Asker, basın organları arasında bir
çalışma yapmış. Bazı gazete ve gazetecilere ambargo koymuş. Bu basın
özgürlüğüne, demokrasiye aykırıymış. Ne güzel değil mi? İyi de adama
sormazlar mı, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? AKP 4 yıldır çok
daha ileri boyutlarda, aynı şeyi yapmıyor mu? Daha dün gazetelere
yansıyan ve resmi bir kuruma dayanan, "bizden yana olanlar,
bizden yana olmayanlar" çalışmasına ne diyeceğiz? Hiç uzağa
gitmeyelim. AKP'nin şakşakçısı olmadığımız için hükümetin hiçbir
tanıtımına, başbakanın hiçbir programına çağırılmıyoruz. Yani
ambargoluyuz. Basın özgürlüğü, demokrasi diye kıyameti
koparanlardan, bugüne kadar neden tek bir kelime duymadık?
Herşey
kendileriyle sınırlı
Yine geldik
aynı yere. Bunların demokratlığı da, özgürlükçülüğü de kendileriyle
sınırlıdır. Eğer kendilerine yarıyorsa, kendilerinin işini
kolaylaştırıp imkan tanıyorsa, basın özgürlüğü, demokrasi, insan
hakları önemlidir ve değerlidir. Ama kendilerine dokunmaz veya
başkalarını rahatsız ederse, basın özgürlüğünün çiğnenmesinin,
demokrasinin askıya alınmasının, insan haklarına aykırılığın hiçbir
önemi yoktur. Aynı şeyi 28 Şubat'ta görmedik mi? O günlerde alkış
tutanlar, şapka çıkaranlar, "yaşasın asker" diye bağıranlar,
AKP iktidarıyla birlikte makas değiştirip, tükürdüklerini
yalamadılar mı?
Menfaat
şebekesi
Boşuna
uğraşmayın. Türkiye'nin en önemli meselesi basının içine düştüğü
durumdur. AKP bugün bu kadar iler gidebiliyor, bu kadar vurdum
duymaz oluyor, ülke ve millet menfaatleriyle bu kadar ters
düşebiliyorsa, burada herşeyden önce basının suçu vardır. Türk
basını, bir menfaat şebekesine dönüşmüştür. Manşetleri ve ana
haberleri, patronların ve köşe başını tutan medya baronlarının
menfaatleri şekillendirmektedir.
Hükümete
nefes aldırmak
Türk
Silahlı Kuvvetlerinin kendi içinde yaptığı bir çalışmanın, bu kadar
büyütülüp gündem oluşturmasının sebebi, AKP hükümetine nefes
aldırmaktan başka bir şey değildir. Nitekim, AKP'nin borazanı olan
bazı gazeteler ve televizyon kanalları, özellikle kapsam dışı
bırakılmıştır. Niyet bellidir. Bütün dertleri kamuoyu önünde Türk
Silahlı Kuvvetlerinin itibarını sarsmaktır. Bir taşla birkaç kuş
vuruluyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde dikensiz bir gül
bahçesi oluşturmaya uğraşıyorlar. Kuzey Irak'da Kürt devletinin
kurulmasına itiraz edebilecek olanları, zor duruma düşürmeye
çabalıyorlar.
Millet
herşeyin farkında
Boşuna
çırpınmayın. Türk milleti gerçekleri görmüştür. Türk milletinin en
güvenilmez kurumlar arasında basını ilk sıraya koyması, boşuna
değildir. Siz ne derseniz, bu millet tersini yapacaktır. Siz askeri
kötü göstermeye çalıştıkça, Türk milleti en güvenilir kurum olarak
Türk Silahlı Kuvvetlerini görecektir. Siz AKP'yi tek alternatif
olarak sundukça, Türk milleti AKP ve yandaşlarından uzaklaşacaktır.
Siz, milliyetçiliğin en büyük tehlike olarak gösterdikçe, Türk
milleti milliyetçilere daha fazla sarılacak ve itibar edecektir.
Herkesin bir hesabı var. Ama unutulmasın ki,bu milletin de bir
hesabı var.
http://www.ortadogugazetesi.net/makale_goster.asp?id=2068&yazid=33
***
|
Kemal-i ciddiyetle teessüf ederim
Engin
Ardıç
10.03.2007
Nokta Dergisi, ordunun içindeki bazı kişilerin muhtemel
ve muhayyel bazı yasa dışı girişimlerine karşı olmak
kavramıyla, kafadan ordu “karşıtı” olmak kavramlarını,
ama bilerek ama bilmeyerek, birbirine karıştırmış ve
haltetmiştir.
Üstelik “akredite” kavramını toplantılara çağırılmak
gibi basit ve pratik anlamıyla değil de “güvenilmez
bulunmak” şeklinde algılamakta ısrar ederek meseleyi
bambaşka yönlere götürmeye çalışıyor.
Basınla ordu arasında şu sıralar gerginlik yaratmanın
kimseye bir yararı yoktur. Bu ne Çankaya’ya çıkmak
isteyenlere fayda sağlar, ne de onları oraya çıkarmak
istemeyenlere... |
Şu “andıç
olmayan andıç” olayında kimsenin dikkat etmediği bir nokta var:
“Karşıt” kelimesini Genelkurmay kullanmamış, Nokta Dergisi
kullanmış!
Kimbilir hangi işgüzarın, haberin liste açıklayan ayrı bir bölümüne
(meslek jargonunda biz buna “kutu” deriz) attığı bir ara başlık...
Haberin kendisini yazandan başka biri de olabilir bu... Ya
düşüncesizlikten yapmış, ya da kasıtlı davranmış...
***
Nokta Dergisi, ordunun içindeki bazı kişilerin muhtemel ve muhayyel
bazı yasa dışı girişimlerine karşı olmak kavramıyla, kafadan ordu
“karşıtı” olmak kavramlarını, ama bilerek ama bilmeyerek, birbirine
karıştırmış ve haltetmiştir. Üstelik “akredite” kavramını
toplantılara çağırılmak gibi basit ve pratik anlamıyla değil de
“güvenilmez bulunmak” şeklinde algılamakta ısrar ederek meseleyi
bambaşka yönlere götürmeye çalışıyor.
Basınla ordu arasında şu sıralar gerginlik yaratmanın kimseye bir
yararı yoktur. Bu ne Çankaya’ya çıkmak isteyenlere fayda sağlar, ne
de onları oraya çıkarmak istemeyenlere...
Suçlamayı şiddetle reddeder ve teessüflerimi bildiririm.
http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=70348,10,2
***
Andıç... Dosya savaşlarında sırada ne var?
Güler
Kömürcü
13.03.2007
1- Bu andıç tartışmasıyla, ‘demek ki gizli evraklar
böyle ele geçirilebildiğine göre, devletin en önemli
kurumlarındaki kozmik bilgilerin hiçbir koruma kalkanı
yok’ denilmek isteniyor. Yani... Hem askerin hem de
kozmik kasanın sahibi olan başbakanlığın istihbarat
çemberinin son derece güçsüz olduğu ima edilerek
vatandaşın bu önemli kurumlara olan güveni zayıflatılmak
isteniyor.
2- Askere sözde yakın-karşı medya grupları deşifre
edilerek ciddi bir kamplaşma yaratılıyor. Askere taraf
olanlar, hükümete taraf olanlar ayrıştırılıyor. Çankaya
savaşlarında, sınır ötesi operasyon arefesinde, etnik
zeminde kışkırtma hazırlıklarının yapıldığı içinde
bulunduğumuz bugünlerde, öncü kuvvetleri sipere
sokuyorlar... Böylece savunma ya da saldırı reel olmasın
isteniyor, yapılacak ya da yapılmakta olan medya
haberlerine “Bu taraftar gazetecilerin bakış açısıdır”
kılıfı giydirilmeye çalışılıyor, okurun-izleyicinin
zihninde özellikle askerin pozisyonu tartışmalı hale
getiriyor (zor getirilir bu da başka konu ama)....
Sonuçta medya, gazeteciler askeri savunamayacak hale
getirilmek isteniyor. |
Bir uzman dostumun dediği gibi; ‘asker gazetecileri andıçladı, kendine
yakın olan ve olmayanları fişledi’ biçiminde patlatılan korsan
rapor, provokasyon dosyası, en az Hrant Dink cinayeti kadar
Türkiye’yi ayrıştırmak-kamplaştırmak-çatıştırmak için yapılmış
tehlikeli bir plandır... Her şey düşünülmüş, mesela mı;
1- Bu andıç tartışmasıyla, ‘demek ki gizli evraklar böyle ele
geçirilebildiğine göre, devletin en önemli kurumlarındaki kozmik
bilgilerin hiçbir koruma kalkanı yok’ denilmek isteniyor. Yani...
Hem askerin hem de kozmik kasanın sahibi olan başbakanlığın
istihbarat çemberinin son derece güçsüz olduğu ima edilerek
vatandaşın bu önemli kurumlara olan güveni zayıflatılmak isteniyor.
2- Askere sözde yakın-karşı medya grupları deşifre edilerek ciddi bir
kamplaşma yaratılıyor. Askere taraf olanlar, hükümete taraf olanlar
ayrıştırılıyor. Çankaya savaşlarında, sınır ötesi operasyon
arefesinde, etnik zeminde kışkırtma hazırlıklarının yapıldığı içinde
bulunduğumuz bugünlerde, öncü kuvvetleri sipere sokuyorlar...
Böylece savunma ya da saldırı reel olmasın isteniyor, yapılacak ya
da yapılmakta olan medya haberlerine “Bu taraftar gazetecilerin
bakış açısıdır” kılıfı giydirilmeye çalışılıyor, okurun-izleyicinin
zihninde özellikle askerin pozisyonu tartışmalı hale getiriyor (zor
getirilir bu da başka konu ama).... Sonuçta medya, gazeteciler
askeri savunamayacak hale getirilmek isteniyor.
-
Evet, birilerinin
amacı bu... Şimdi, öncelikle şunu ortaya çıkaralım, konuştuğum
konunun uzmanlarına göre söz konusu -andıç- ya da adı her ne ise
bu çalışma tamamen sahte, korsan bir rapor daha da açıkçası
teknik anlamda incelendiğinde, yazışma metodu-evrakın
içeriği-yazışma dili Genelkurmay Başkanlığı’nın yazışma diline
kesinlikle uymuyor. Ki sanırım Gen-Kur da çok yakında adli
soruşturmayı tamamlayıp, bu korsan raporun hazırlayıcılarını
deşifre edecektir...
-
Diğer yanda, yazımın
girişinde belirttiğim gibi, yaratılmak istenilen bu kamplaşma
sonucunda birilerinin, medyayı askeri savunamayacak hale getirme
hedefleri de tutmayacaktır. Türkiye üzerinde bu denli tehdit
algıları yükseliyor iken, ulusal güvenliğiniz çökertilmeye
çalışılır iken şayet her kim kendi askerini savunmaktan çekinir
ise onun vatanperverliği de tartışmaya açılmalıdır diyorum, ya
siz ne diyorsunuz ey bilen okur?
-
Bu arada, hazır
taraf-karşı taraf gazeteciler konusu gündemde iken birileri de
‘Washington’ın yaptırdığı’ medya değerlendirme raporunu ya da
moda deyimiyle ‘Washington’ın Türk medyası içindeki yandaş ve
karşıtlarını’ belirlediği fişleri de açıklayıverse... Nasıl olur
dersiniz? Ki hatırlayın geçtiğimiz yıl, ABD Senatosu’nda,
Türkiye’deki anti-Amerikancı yazarların listesi elden ele
dolaşmış, kıyamet kopmuştu, birilerinin yaptığı -ulusal
çıkarları- adına medya analizi oluyor, bizimkilerin yaptığı
fişleme?!
-
Bitmedi, belki de şu
günlerde süratle devam eden dosya savaşlarında daha fazlası da
olabilir... Aniden... Ankara’da bazı önemli tepe siyasilerimizin
kurduğu iddia edilen ‘özel örgüte’ yakın gazetecilerin fişleri
de bakarsınız çok yakında bir gazeteye sızdırılıverir, olur mu?
Olur.
-
Sözün özü; Türkiye’ye
yapılan son ‘karşı psikolojik hareketin’ adı; ANDIÇ’tır. Yapan
da tahmin ettiğiniz üzere -askerimize itibar infazı peşinde,
Genelkurmay’ı yıpratmak isteyen ‘malum merkezlerin yerli
işbirlikçileridir’ ancak siz sağduyunuzla zaten ne olup
bittiğini çooook iyi biliyorsunuz, uzatmaya lüzum yok.
-
Şimdi tüm
dikkatlerinizi sınır ötesinde yoğunlaştırın, sınır ötesine....
http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=70725,10,5
***
Hastalık mı yoksa?!
Güler Kömürcü
...
-
Evet, gündemi farklı
cephelerde taramaya devam edelim... Birileri ‘askere’ karşı
psikolojik harekatta tempoyu oldukça yükseltti, dosya
savaşlarında seri operasyona geçtiler adeta değil mi? Bakınız
son bir-iki hafta içinde olanlara; önce ‘korsan-sahte bir andıç’
hazırlatıp, sızdırdılar, sonra da ‘Genelkurmay gazetecileri
fişledi’ diyerek güya medyayı topyekun asker karşıtlığına
çekmeye çalıştılar. Bitmedi, hemen ardından, aynı seriden bir
başka ‘kurgu’ sunuma konuldu, güya eski Deniz Kuvvetleri
Komutanı Özden Örnek’in ‘günlüğü’ ele geçirilip, bir internet
sitesinde yayınlandı. İnternet sitesindeki haberi bir gazete
manşet yapınca olay patladı .
-
Örnek Paşa ‘bu benim
günlüğüm değil, asla ben böyle bir not tutmadım’ dese de
dinleyen kim, tefrika devam ediyor ve bu sahte günlüğe
bakarsanız bütün komutanlar-generaller birbirinin kuyusunu
kazıyor. Denizci komutanın günlüğü ile hedeflenen de ‘Ordu
içinde artık mikro kırılmalar’ yaratmak, mikro kırılganlıkların
çarpan etkisiyle kanamayı tüm vucuda kılcallardan yaymak,
kuşkunun öldürücü etkisinden maksimum fayda sağlamak, TSK’ı
iyice etkisiz hale getirmek, amaçları bu...
-
Tam bu noktada bir
kritik vurgum var; e-medya da önüne gelen yalan yanlış haber
yapıp, Türkiye’nin ulusal güvenliğiyle, kurumların itibarıyla
oynuyor ve bu ağır karalama-yalan haberleri yapanlara ceza
verilemiyor, neymiş efendim internet medyasındaki suçlara dair
yasal süreç tamamlanmamış. Kısacası, gözüken o ki kara
propaganda daha da sertleşerek devam edecek, peki sırada ne var
dersiniz? Belki sırada ‘gölge oyunlarından daha fazlası’ vardır,
sıra ‘prestij sahnesine’ gelmiştir... Prestij şifresini
önümüzdeki yazılarda çözeceğiz, bekleyin.
http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=70929,10,5
|
.At
gözlüklü basın!
10 Mart
2007
TSK"nın
"Hizmete Özel" damgalı raporunun basına sızmasıyla, askeri hedef
haline getiren medya, AKP iktidarının her ay düzenli olarak yaptığı
fişlemeyi görmezden geliyor
At gözlüklü basın!
TSK"nın "Hizmete Özel" damgalı raporunun basına sızmasıyla,
askeri hedef haline getiren medya, AKP iktidarının her ay
düzenli olarak yaptığı fişlemeyi görmezden geliyor
AKP iktidarının medyayı fişlediği ortaya çıktı. Başbakan
Erdoğan"a aylık sunulan medya analiz raporlarındaki
gazetelerle ilgili ilginç saptamalar dikkati çekiyor.
Başbakanlık, hangi gazetecinin ne kadar şarap içtiğine ve
AKP"ye olan bakışına kadar herşeyi rapor haline getirmiş.
YENİÇAĞ gazetesi de AKP"nin olumsuz baktığı yayın
organlarının başında geliyor. AKP iktidarı, gazetemizi
"hasım" olarak tanımlamış. Raporda, Cumhuriyet, Milliyet,
Evrensel, Güneş, Milli Gazete ve Gözcü gazetelerine de sert
eleştiriler geti-
riliyor.
İsim isim fişleme
İşte Cumhuriyet gazetesinin, "Başbakanlık fişlemesi" olarak
verdiği haberden bazı ayrıntılar:
“Cumhuriyet, Başbakanlık Basın Merkezi"nin tüm medyaya yönelik
2005 tarihli aylık basın takip raporlarını ele geçirdi.
Raporda şu saptamalara yer veriliyor. 4 köşe yazarı 1 şişe
Fransız şarabı içti. Böylece Erdoğan"ın uçağında içki içilip
içilmediği konusunda açılan parantezlere nokta konulmuş
oldu.
YENİÇAĞ -Siyasi
hasımlığı, fikri hasımlık sayıyor: MHP yanlısı ve MHP merkez
yönetimine muhalif grubun sözcüsü olarak çıkan Yeniçağ
gazetesi, AKP"nin özellikle başörtüsü ve eğitim sistemine
ilişkin politikalarını desteklemesi beklenen gazete.
CUMHURİYET -Seyrek
şekilde tarafsız durabiliyorlar: Kendilerini yeni değerler
oluşturma ve o değerler üzerinden hükümeti eleştirme
yetkinliğinde görmeye başladılar.
HÜRRİYET -Uçağa alınmayınca sayfayı kapattı: Referans gazetesi
olma avantajını kullanıyor.
MİLLİYET -Doğan Grubu"nun en olumsuzlarından: Doğan Grubu"nun
Başbakan Erdoğan ve AKP"ye ilişkin en olumsuz çizgideki
gazetelerinden birisi olan Milliyet gazetesinde, Sedat Ergin
ile birlikte ciddi bir dönüşüm meydana geldi.
SABAH -Olumsuzluk
artmaya başladı: Ciner Grubu"nun yayın organı olan Sabah
gazetesinde olumsuzluk eğiliminin artmaya başladığı
gözleniyor..
VATAN -Bazı grupların yönlendirme aygıtı: Olumlu gelişmeleri
küçük veren, olumsuz gördüklerini irileştirerek
haberleştiren bir gazete.
AKŞAM -Sorgulamaya muhtaç: Amerika gezisi başta olmak üzere,
Başbakan Erdoğan"ı, 59. Cumhuriyet Hükümeti ve AKP"yi
birinci sayfasında göstermemek gibi bir çizgide yayın
yapmaya başladı.
RADİKAL -Çok kez tarafsız: Başbakan Erdoğan"a karşı en büyük
olumlulukları, çok kez tarafsız durmaları.
TÜRKİYE -Olumluluklarının altında İhlas Finans yatıyor.
ZAMAN -Önyargısızlar: Sözü ve eylemi, olduğu ve söylendiği
biçimiyle yansıtıyorlar.
MİLLİ GAZETE -SP"nin uyanışına işaret: AKP, Başbakan Erdoğan
ve 59. Cumhuriyet Hükümeti"ne ilişkin en küçük bir hoşgörü
yok.
YENİŞAFAK -Mutlak destekçi: Başbakan Erdoğan ve Hükümeti
mutlak biçimde destekleyen tek yayın organı olma misyonunu
sürdürüyor.
VAKİT -Türban ve katsayı tepkilerini hükümetten
uzaklaştırıyor.
Medya Grupları
DOĞAN YAYIN GRUBU (Hürriyet, Milliyet, Gözcü, Posta ve Radikal
-tiraj toplamları
1.578.000) Haberler : 47 olumlu, 86 olumsuz 216 tarafsız. Köşe
yazıları: 35 olumlu, 126 olumsuz, 59 tarafsız.
CİNER YAYIN GRUBU (Sabah, Takvim ve D.B. Tercüman -Tiraj
toplamları 822.000) Haberler: 44 olumlu, 25 olumsuz,
tarafsız. Köşe yazıları: 23 olumlu, 25 olumsuz, 32 tarafsız.
ÇUKUROVA GRUBU
(Akşam, H.O. Tercüman ve Güneş -Tiraj toplamları 316.000)
Haberler: 25 olumlu, 42 olumsuz, 65 tarafsız. Köşe yazıları:
10 olumlu, 28 olumsuz, 15 tarafsız.
Köşe yazılarında
en olumsuz gazeteler; Hürriyet 65, Cumhuriyet 51, Vatan 42.
Köşe yazılarında
en olumlu gazeteler; Yenişafak 23, Türkiye 20, Milliyet 17.
Olumlu köşe yazısı çıkmayan gazeteler; Cumhuriyet, Gözcü,
Takvim, YENİÇAĞ, Ortadoğu, Birgün, Gündem, Milli Gazete.
Olumsuz köşe yazısı çıkmayan gazeteler; Türkiye, Zaman,
Yenişafak, Star.
Sabah gazetesi yazarı Mehmet Barlas"ın Başbakan Erdoğan"ın
yanağını okşaması, medya patronu Aydın Doğan"ın AKP"li
bakanla kadeh tokuşturması, Başbakanlık Müşaviri Akif
Beki"nin basını fişlemesi, medya tarafından görmezden
geliniyor...
AKP fişlerken ses yoktu!
Türk Silahlı Kuvvetleri"nin (TSK) hizmetiçi çalışması basına
sızınca, başta Türkiye Gazeteciler Cemiyeti olmak üzere
Basın Konseyi ve bazı gazeteciler, yapılanın "demokrasi dışı
uygulama" olduğunu açıkladılar. Akreditasyon yapılırken
keyfilik olmamasının altını çizdiler. Peki o zaman şunu
sormak gerekmez mi? Başbakan Erdoğan yurtdışı gezilere
giderken neden bazı gazeteciler ANA uçağının devamlı
müşterisi oluyor? Gazeteci yazar Melih Aşık"ın deyimiyle,
"Başbakan"a keyif veren gazetecilerin yerde ve havada
ağırlanması, vermeyenlerin baskı altına alınması konusunda
ne diyor TGC ve Basın Konseyi?"
"O makamda oturması ülkemiz için yüz karasıdır"
Başbakan"ın Sözcüsü Akif Beki"nin, AKP iktidarını eleştirdiği
gerekçesiyle, gazetecilere "gazetecilik öğretmeye" kalkması
ve medya mensuplarının "AKP gönüllü grubu" gibi çalışmaya
zorlanması tartışılmaya devam ediyor. Milliyet gazetesi
yazarı Melih Aşık, konuyla ilgili köşesinde şu ifadelere yer
verdi:
Hemen istifa etmeli
“Sebahattin
Önkibar birkaç gün önce Yeniçağ"daki sütununda yazmıştı...
Başbakan"ın gözü bir ara Sebahattin Önkibar"ın "Alternatif"
adlı programına ilişiyor. Programda o sırada imam hatip ve
türban istismarı konuşuluyor. Başbakan, sözcüsü Akif Beki"ye
dönüyor:
- Bu adam ne
yapıyor, konuşmuyor musun bununla?
Akif Beki daha sonra Önkibar"la konuşuyor... “Sen sağ"da bir
adamsın, türban ve imam hatiplerle ilgili programların
etkili oluyor ve bu Başbakan"ı üzüyor” diyor... Bir süre
sonra Flash televizyonuna baskılar geliyor. Sebahattin
Önkibar işten ayrılıyor.
ÇGD, Akif Beki"nin
basın düşmanlığı yaptığını bildiriyor, “Gazetecilerin neyi
haber yapıp neyi yapmayacağını iktidarın memurlarının tayin
edemeyeceğini bilmeyen kişinin, o makamda bir gün dahi
kalması, ülkemiz için yüz karasıdır” diyor. Akif Beki
susuyor. Kanaltürk, Başkent TV gibi kanalların muhabirleri
Başbakanlık"a giremiyor. Başbakan"ın eleştiriye
tahammülsüzlüğü ABD Dışişleri Bakanlığı İnsan Hakları
raporuna bile girdi...
İktidar ve
demokrasi
Benzin parasını bizim verdiğimiz Başbakanlık uçağına ancak
Başbakan"ın gönlünü hoş eden gazeteciler binebiliyor.
Genelkurmay"ın gazete ve gazetecilerle ilgili raporları
yansıdı basına. Bir ülkede Genelkurmay"dan önce iktidarın
demokratlığı konuşulur... Bu iktidarın demokrasiyle ilgisi
var mı?”
* Melih Aşık / Milliyet
Kimler yerli Coni?
Bir rapor çıktı ortaya... Hangi gazeteciler asker karşıtı?
Hangi gazeteciler asker yandaşı?
Böylece geriye tek liste kalıyor... Hangi gazeteciler AB"ye
akredite? Hangileri AB fonlarından para alıyor? Hangi
gazeteciler Belçika vatandaşı? Türk bankalarını satın alan,
elalemin bankalarına akredite gazeteci var mı mesela? Kimler
yabancı sermayeye akredite? “Asker yandaşı” gösterilen
gazetecilerden hangileri orduevlerinde yaptı askerliğini?
“Orduda tezkere bırakmış” ayaklarına yatıp, hiç askerlik
yapmayan var mı aralarında? Kimler İran"a akredite? Şam"ın
şekerini yalayanlar hangileri? Kimler Arap radyosu?
Ermenistan"a akredite olan edebiyatçıları biliyoruz...
Ermeni diasporasına akredite gazeteciler kimler? Hangi
gazeteciler, “sarı basın kartlı müteahhit” olup, Barzani"den
ihale alıyor? Kimler yerli Coni? İsrail"in fahri megafonları
kim? İlla “yabancıcı” veya “askerci” olması da gerekmiyor
aslında...Hangi gazeteciler Başbakan"ın uçağına binebiliyor?
Hangi gazetecilere yasak? Kimler iktidara akredite? Kimler
tarikatçi? Hangi gazeteciler komisyoncu? Hangileri iş
takipçisi? Kimler, al takke ver külah yapıp, kooperatif
arazileri ayarlıyor? Kimler yalakalık yaptığı için “köşe”
oluyor, terfi ediyor, transfer parası alıyor? Bu liste de
açıklansa...
Tadından yenmeyecek o zaman.
* Yılmaz Özdil / Sabah
SON DAKİKA
Duy da inanma!
GAZETEMİZ baskıya
girerken, Başbakanlık medyada yeralan fişleme haberlerinin
doğruları yansıtmadığını açıklamış. ANA uçağında kimlerin
konuk edildiğini gösteren fotoğraflara mı inanalım, yoksa
Başbakanlık"tan yapılan kuru bir açıklamaya mı? Karar
sizin!..
Erdoğan akrediteliler
Başbakan Erdoğan"ın yurtdışı gezilerine giderken, ANA uçağına
aldığı gazeteciler, genelde aynı. ANA uçağının değişmez
konuklarının tek özelliği ise AKP yandaşlığı ve Erdoğan"ı
eleştirmemek! YENİÇAĞ, Milli Gazete ve Cumhuriyet gazetesi,
Erdoğan"ın ambargo uyguladığı gazetelerin başında geliyor.
AKP iktidarınca fişlenen bu gazetelere mensup gazetecilerin
uçağa alınmaması konusunda kesin talimat verildiği
belirtiliyor.
Sevindirici gelişme
AKP yanlısı STAR gazetesi uzun süre sonra ilk kez Atatürk
resmi kullandı!
Laf ola beri gele
Beni asker karşıtı olarak nitelendiriyorlar. Ben siyasete
müdahalesine karşıyım. Siyasi beyanat vermelerine karşıyım.
* Nazlı Ilıcak (TAKVİM)
Bundan çirkin bir suçlama olamaz. Andıç, mandıç bir tarafa, bu
bir ayıptır. Bu, haber kirliliği, ortalığı kirletme
çabasıdır.
* Şakir Süter (AKŞAM)
Hukuk dışı bir şey. Darbeleri desteklemeyen, bizim itibar
etmediğimiz adamlar mantığı dehşet verici bir şey.
* Mehmet Altan (STAR)
Böylesine ayrımcı bir bakış açısı ancak “andıçlı
demokrasiler”de görülebilir. Demokrasinin geleceği adına
düşündürücü, kaygı vericidir.
* Derya Sazak (MİLLİYET)
Bu benim de adımın geçtiği "Andıç"tan farklı. Genelkurmay bazı
gazete ve gazetecileri sevmiyormuş.
* Cengiz Çandar (REFERANS)
|
http://www.kuvvaimilliye.net/news_detail.php?id=11482
|
Utah’daki kirli karargâh
Alperen Polat
Andıç olayı patlak
verdikten sonra Genelkurmay’ın idari soruşturma değil de, adli
soruşturma başlatması, olayın ciddiyetini ve tehlikeli
bağlantılarını ortaya koyar nitelikteydi. Aradan haftalar geçti ve
Genelkurmay "andıç" konusunda çok çarpıcı bilgilere ulaştı.
Genelkurmay’ın açtığı adli soruşturmayı yürüten Genelkurmay Askeri
Başsavcısı Albay Saim Öztürk, geçtiğimiz günlerde "andıç"a dair çok
çarpıcı açıklamalarda bulunmuş ve Nokta Dergisi’nde yayımlanan
belgenin kimler aracılığıyla bu dergiye ulaştığına dair önemli
bilgiler vermişti.
Albay Öztürk "Ulaşan teknik bilgilere göre, taslak Andıç çalışmasına
ait metnin 12 Ekim 2006 tarihinde çalındığı, bilgilerin yurt dışı
bağlantılarla ilişkili olarak ülkenin siyasi ortamı nazara alınmak
suretiyle 8 Mart 2007 tarihine kadar bekletildiği ve o tarihte
kamuoyuna sunulduğu dikkati çekmektedir" derken, bazı grupların
Türkiye’deki siyasi takvimi dikkate alarak bir zamanlama ayarlaması
yaptığına dikkat çekiyordu. Ve Albay Öztürk’ün verdiği en önemli
bilgi ise, "andıç"ın Genelkurmay’dan çalınıp, ABD’nin Utah
eyaletindeki sahte Amerikan isimli bir alıcıya iletilmesiydi. Bu
bilgi Türk Telekom ve diğer ilgili kuruluşların çalışmaları
neticesinde ortaya çıkmıştı.
Peki bu bilgi neden önemliydi?
Çünkü ABD’nin Utah eyaleti, Türkiye’deki "F tipi cemaatin" karargah
merkezi. Grubun bütün önemli ve etkili isimleri burada konuşlanmış
durumda. Ve asıl önemli nokta ise, Emekli Oramiral Özden Örnek’e ait
olduğu iddia edilen günlüğün deşifre edildiği internet sitesi ve
daha önce Genelkurmay Başkanı Büyükanıt paşayla ilgili ipe sapa
gelmez iftiraları yayan site de Utah merkezliydi.
Anlaşılan, birileri Utah’ta kirli bir tezgah kurmuş ve akılları sıra
oradan yayacakları iftira dalgasıyla Türkiye siyasetine yön vermeye
çalışıyorlar.
Ama Utah’daki hesap, Türkiye’den dönmekte gecikmedi.
Genelkurmay Başsavcısının bu önemli açıklamalarından sonra Şemdinli,
Rektör Aşkın, Danıştay saldırısı ve Hrant Dink suikastine kadar
uzanan geniş bir yelpazede Utah merkezli kirli yapılanmanın
parmağını görmek güç olmadı. Zaten hepsinde aynı mantık hakimdi:
Askeri ve vatansever cepheyi hedef almak!
Bu kirli yapılanmanın AKP hükümetini nasıl yönlendirdiği ve bu yönüyle
aslında "hükümetlerüstü" bir konsepte kavuştuğunu ise Ahmet Hakan’ın
yazıları ele verdi.
Hakan, geçtiğimiz gün yemek yediği bir bakanın, bu grubun Emniyet,
istihbarat ve devlet kademelerine nasıl sirayet ettiğini ve grubun
ABD’deki liderinin istihbarat merakının nelere yol açtığına dair
önemli itiraflarda bulunduğunu yazdı. Hatta bakan şöyle bile demiş:
"Her işin arkasında onların parmağı var."
Hakan’ın, daha doğrusu AKP’nin bir bakanının bu itirafları aynı
zamanda F tipi yapılanmanın Türkiye’de hükümeti nasıl
yönlendirdiğini de ortaya koyuyordu.
Daha sonra o grubun önemli bir üyesi Ahmet Hakan’a, bahsedilen bakanı
tanıdıklarını ve o bakanın kendilerine kişisel bir husumeti olduğu
için böyle konuştuğunu anlatmış. O kişi, o bakanın kendilerine olan
husumetinin sebebini bakın nasıl açıklamış:
"Bakanın yaptığı bir yasa çalışmasına karşı çıktık. Hem hükümet hem
AKP bizim haklı olduğumuza kanaat getirdi. Yasa tasarısı değişti.
Bakan gururunun kırıldığını düşündü ve bu olayı kişisel husumete
dönüştürdü."
Bu son alıntıyı şu sebepten yaptım; Türkiye’de yasalar çıkarılırken
kimlere danışıldığını ve danışılan grupların onay vermediği
yasaların geçemediğini göresiniz diye.
ABD merkezli ve güdümlü F tipi yapılanmanın Türkiye’deki karanlık
eylemleri, Genelkurmay’ın bu çalışması sonucunda ortaya çıkmış
görünüyor. Bu grubun özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerine aktif
bir şekilde müdahale etmek için çeşitli senaryolar hazırladıklarını
da belirtelim.
Yarın da, bu gruba ABD’nin yüklediği misyonu yazalım…
http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=7005880&tarih=2007-04-06
***
Rand Corporation raporu ve Gülen
Alperen Polat
Utah’daki kirli karargâhın Türkiye’deki tehlikeli faaliyetlerinin
asıl menbaını ve hedefini anlayabilmek için, bu karargâhı
yönlendiren asıl güce ve bu gücün bu piyonlara yüklediği misyonu
açık bir şekilde ortaya koymamız gerekiyor.
Bu konuda Ahmet Eryılmaz’ın Turkish American Journal’daki
derlemesinden istifade edeceğiz.
ABD’nin en etkili
düşünce kuruluşu RAND CORPORATION 26 Mart 2007’de ‘Modernist
Müslüman Ağlarının Tesisi’
(Building Moderate Muslım Networks) başlıklı 217 sayfalık yeni
bir rapor yayınladı.
Raporu hazırlayan ekibin başındaki isim yabancı değil. Ekipbaşı
ABD’nin Irak eski büyük elçisi Zalmay Khalilzad’ın yahudi asıllı eşi
Cheryl Barnard. Bayan Barnard 2003 yılında da yine Rand Corporatıon
adına
“IIlımlı İslam”
(Civil Democratic Islam) adlı 83 sayfalık bir rapor yayınlamıştı. Bu
raporda Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hadisler üzerinde şüpheler ve
oynamalar meydana getirerek İslam’ı dejenere etmek için yeni
yöntemler tavsiye edilmekteydi.
Bu dejenerasyon sürecinde ABD yönetimine bazı “Müslüman
liderleri” uygun şekilde kullanmayı tavsiye eden raporda,
“kullanılması gereken” sözde İslami liderlerden bazıları şunlardı:
Eski Bosna Müftüsü Mustafa Ceric, UCLA’nın Islam Hukuku Profesörü
Abou El Fadl, Türkiye’den Fetullah Gülen, “İslami anlaşmalar için
öneriler” adlı kitabın yazarı Muhammed Shahrur ve
Amerika İslam Yüksek Konseyi (ISCA) başkanı Şeyh
Hişam Kabbani.
Amerika’nın yeni ismiyle Büyük Ortadoğu Projesi, yani İslam
ülkelerini işgal projesi kapsamında müslüman ülkeleri içten
çökertmek için “Ilımlı İslam” adı altında yeni bir yapılanma teşkil
ettiğini biliyorsunuzdur.
Sözü daha fazla uzatmadan Ahmet Eryılmaz’ın kaleminden Rand
Corparation’un 26 Mart tarihli yeni raporuyla sizleri başbaşa
bırakıyorum:
“Geleneksel ve dogmatic İslam anlayışı Müslümanlar arasında
olduğu gibi Amerika ve Avrupa’da da hızla yayılmaktadır. İslam
ülkelerinin çoğunda ılımlı ve modern İslam anlayışının aksine
geleneksel islamcıların etkisi hızla artmaktadır.
ABD’nin
soğuk savaş döneminde Komünizm’e karşı savunduğu demokrasi
propagandası ile elde ettiği tecrübeyi bu kez geleneksel İslam
anlayışını benimseyen müslümanlara karşı kullanılabilir. Şöyleki
müslüman ülkelerde tatbik sahasına konulacak modernist ve ılımlı
İslam düşüncesini savunan İslami gurup ve cemaatleri destekleme
programını yürürlüğe koymalıdır. ABD hükümeti bir ‘yol haritası’
hazırlayarak çeşitli müslüman ülkelerde faaliyet gösteren modernist
ve ılımlı İslamcıların arasında bir haberleşme ve dayanışma ağı
kurmalıdır. Bu şekilde geleneksel İslamcılara karşı mücadelede
başarılı olunabilir.
Sözü edilen rapora göre ABD’nin Türkiye’de desteklemesi gereken kişi
ve cemaatlerden sadece Fethullah Gülen ve tarikatının ismi
geçmektedir (Sayfa 74). Rapora göre Gülen Hıristiyan ve yahudilerle
diyalog çalışmaları başlatmış, iki kez Bartelemos ile görüşmüş,
1998’de Roma’da Papa’yı da ziyaret etmiş ve İsrail’in
Haham başısının ziyaretini de kabul etmiştir.”
Eminim bu rapordan sonra Utah merkezli kirli yapılanmanın
Türkiye’deki faaliyetlerinin şifrelerini daha kolay çözeceksiniz...
http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=7006210&tarih=2007-04-16
|
.Andıçta
'F tipi komplo' iması var
Enis BERBEROĞLU
ANKARA
GENELKURMAY andıcının medyaya yansıdığı gün, Başbakan Tayyip Erdoğan
Nevşehir'deydi.
Akşam saatlerinde Ankara'ya döndü, mola vermeden ve bel ağrısıyla
Bakü'ye uçtu.
Aynı akşam başkentte resmi bir yemekte, Milli Savunma Bakanı Vecdi
Gönül ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt yan yana
düştü. Sohbetlerinde andıçla ilgili tek cümle geçti.
Büyükanıt, "İnanın andıcı hiç görmedim" dedi ve ekledi, "Masama
gelmedi".
Askerlikte komutana arz edilmeyen planlama (çalışma) resmiyet
kazanmaz.
Nitekim dün Genelkurmay Askeri Savcılığı'ndan yapılan soruşturma
açıklamasında, "...metin sahte olmayıp bazı istatistiki
değerlendirmeleri de içeren ilgili şube müdürlüğünde (İletişim
Dairesi) görevli bir kişi tarafından hazırlanan taslak bir metindir"
ifadesi kullanıldı.
Metindeki "görevli kişi" şifresini kırmak daha zordu.
Aldığım ilk bilgiye göre, andıcın medyaya yansıdığı gün bilgisayarlar
tarandı. Yakın zamanda terhis olmuş bir yedek subayın kullandığı
bilgisayarda andıcın izine rastlandı. Bu kişinin bilgisine
başvuruldu. Andıcın 12 Ekim 2006 tarihinde çalındığı ve ABD'ye
yollandığı saptandı.
Tabii ki ABD'yi duyanın aklına ilk gelen, Fethullah Gülen'in ismi
oldu. Silahlı Kuvvetler bu yolla andıcın Ankara jargonuyla "F tipi
komplo" saydığını ima etti. Dahası andıcın medyaya sızdırılma
zamanlaması ile Cumhurbaşkanlığı seçimi arasında şu satırla irtibat
kuruldu: "Bilgilerin yurtdışı bağlantılarıyla ilişkili olarak
ülkenin siyasi ortamı nazara alınmak suretiyle 8 Mart 2007 tarihine
kadar bekletildiği ve o tarihte kamuoyuna sunulduğu dikkati
çekmektedir."
Geçen salı günü bu köşede "Çankaya'nın diyeti, cemaati tasfiye mi?"
diye sorduk.
Emniyet'teki iç savaşı anlatan bu yazının mürekkebi kurumadan
Genelkurmay'ın andıç ithamı geldi.
Demek ki işler hızlandı, tabir yerindeyse "düğmeye basıldı". Ama
cemaat de boş durmuyor gibi... Amiral Özden Örnek'in yalanlanan
günlüklerinin kaynağı da ABD'deki aynı adres olmasın?
***
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=6240760&yazarid=6
|
'Andıç'taki emniyet kuşkusu araştırılsın'
CHP,
"Emniyetteki cemaatçi" kadrolaşmayı Meclis gündemine taşımaya
hazırlanıyor. Konuyla ilgili soru önergesi vereceğini belirten CHP
İzmir Milletvekili Ahmet Ersin , devletin tüm kurumlarında
"cemaatçi kadrolaşma"
olduğuna dikkat çekerek "Emniyette kendini AKP'nin arka bahçesi
olarak değerlendiren bir kadrolaşma var" dedi.
Cumhuriyet 'in kamuoyuna duyurduğu ve Utah'ta öğretim görevlisi
olan Emre Uslu adlı eski emniyet görevlisi hakkında
Genelkurmay andıcının çalınmasıyla ilgili inceleme başlatılmasının
ardından gözler emniyet içindeki "cemaatçi kadrolaşmaya"
çevrildi. Konuyu soru önergesiyle Meclis gündemine getirmeye
hazırlanan CHP'li Ahmet Ersin, devlet kurumlarındaki cemaatçi
kadrolaşmanın AKP'li bakanların bile "şikâyet edecekleri"
noktaya geldiğine dikkat çekti. Bu cemaatlerin özellikle emniyet
içinde örgütlenip Türk Silahlı Kuvvetleri'ni hedef aldığını belirten
Ersin, devletin iki önemli kurumunun karşı karşıya getirilmek
istendiğini vurguladı. TSK'yi yıpratma sürecinin "Şemdinli
iddianamesiyle" başladığını anlatan Ersin, "Atabeyler
operasyonu, Büyükanıt Paşa'ya iftira kampanyasıyla devam
etti. Şimdi son olarak bu andıç olayı çıktı" dedi. Emniyetteki
kadrolaşma ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt
hakkındaki "iftira kampanyası" ile ilgili iki soru önergesi
verdiğini belirten Ersin, "Aradan 1 yıla yakın süre geçti,
'Araştırmalar devam ediyor' diyorlar. Konunun üzerine
gitmedikleri ortadadır" görüşünü dile getirdi.
Aydın'dan Gülen sorusu
CHP İstanbul Milletvekili
Hasan Aydın da "
Fethullah Gülen cemaatinin bir tasarıya itiraz ederek
hükümeti ve AKP'yi ikna ettiği" haberlerini TBMM gündemine
taşıdı. Aydın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
tarafından yanıtlanması istemiyle TBMM Başkanlığı'na verdiği soru
önergesinde, yazar Ahmet Hakan' ın, Hürriyet gazetesindeki
köşesinde, etkili bir bakanın "Bu cemaat de çok olmaya başladı"
diye yakındığını aktardığı yazısının ardından, önceki günkü
yazısında da görüştüğü cemaat içinden birinin "Bakanın yaptığı
bir yasa çalışmasına karşı çıktık. Hem hükümet hem de AKP bizim
haklı olduğumuza kanaat getirdi. Yasa tasarısı değişti. Bakan
gururunun kırıldığını düşündü ve bu olayı kişisel husumete
dönüştürdü" dediğini aktardı. Müdahaleden yakınan bakanın
kimliği hakkında bilgi isteyen Aydın, Erdoğan'a şu soruları
yöneltti:
"Söz konusu bakan
kimdir? Gülen cemaatinin itiraz ederek hükümeti ve AKP'yi ikna eden
yasa tasarısı hangi tasarıdır?
Türkiye Cumhuriyeti anayasa ve yasalarına göre illegal özellikte,
varlıkları veya kuruluşları yasak olan cemaatler hangi düşünce ve
mantıkla muhatap alınmıştır? Türkiye Cumhuriyeti anayasa ve
yasalarını korumak ve kollamakla görevli hükümet bu tavrıyla,
anayasa ilkelerine karşı gelerek ve yasadışı bir cemaatle ortak
çalışma anlamına gelen ilişki ile anayasayı ve yasaları ihlal etmiş
sayılmaz mı?"
http://www.cumhuriyet.com.tr/?em=cumhuriyet/w/c05.html
|
Büyükanıt ne demedi?
GÜNEŞ
Rıza Zelyut
13 Nisan 2007
<%Tarih%>
<%Gün%>
Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın dünkü basın toplantısı merakla
bekleniyordu.
Çünkü; Türkiye sıkışıktı. Özellikle terör sorunu almış başını gitmiş;
terörü destekleyen Kuzey Irak'taki aşiretler Türkiye'yi tehdit
etmeye başlamıştı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi konusu, kamuoyunu ikiye bölmüş gibiydi.
Halkın büyük bölümü, türbanlı eşi olan birisinin Cumhurbaşkanlığı
Köşkü'ne çıkmasını istemiyor. Yayın organlarında yapılan
cumhurbaşkanlığı tartışmalarının özünü de aslında bu konu
oluşturuyor.
Amerika; Kuzey Irak'taki terörü destekleyenlerin arkasında duruyor.
Neredeyse 60 yıldır ABD ile işbirliği yapan Türk ordusu; şimdi
geleneksel konumunu sorgulamak gereği duyuyor.
Bütün bunlardan daha vahimi; Türkiye içindeki bazı yayın organlarının
ve sivil toplum görüntülü uzaktan kumanda edilen kuruluşların Türk
Silahlı Kuvvetleri'ni hedef tahtasına koyması idi. Askerin, basında
kimlerle bilgi alışverişi yapacağını gösteren özel belgeyi, birileri
karargahtan çalıyor; ABD'ye gönderiyor; oradan Türkiye'ye servis
yapılıyor.
Yetmiyor, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu
söylenen günlük, Fethullahçı bir dergide yayımlanıyor; askerin darbe
yapmak istediği imajı veriliyordu.
Bunun biraz daha gerisinde; bizzat şu anki Genelkurmay Başkanı olan
Yaşar Büyükanıt Paşa'ya Şemdinli olayı ile komplo kuruluyor; adı
'devlete karşı gizli örgüt kuranlar' listesine alınıyordu.
Kim veya hangi örgüt tarafından?
Özden Örnek'in günlüğünü yayımlayan veya andıçı genelkurmay
karargahından çalan örgütlenme tarafından...
***
Elbette o da biliyordu bu komployu düzenleyenleri...
Bir soruya cevap verirken bunu hafiften belirtti ve sizin de
bildiğiniz gibi anlamına gelen bir şey söyledi.
Fakat ismini demedi...
PKK terör örgütünü, bu örgütü besleyen Irak'ın kuzeyindeki aşiret
ağalarını iyi biliyordu ama adlarını söylemedi.
Asıl, bunları kışkırtan gücün ABD olduğunu da biliyordu.
Buna karşın Amerika'nın adını da anmadı.
Cumhurbaşkanlığı konusuna gelince, 'Şu kişi veya şöyle birisi
cumhurbaşkanı olmamalı!' demedi.
Ama nasıl bir cumhurbaşkanı istediğini de gayet iyi tarif etti:
'Anayasa'da tanımlanan Türkiye'nin temel değerlerine bağlı olan ve
bunu davranışlarıyla da ortaya koyan bir Cumhurbaşkanı'
Tanımlamayı böyle yapınca da 'Türbanlı eşi olan birisini Cumhurbaşkanı
olarak istemeyiz.' demedi.
AÇIK UYARI
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt sık sık hukuka bağlı olduklarını
vurguladı. Fakat; 'Hukuk askerin de hukukunu korumalı!' demedi.
Askere yönelik hukuksuzluğun açık örneklerini ortaya koymakla
yetindi.
Büyükanıt Paşa'nın en açık söylediği iki konu vardı:
Birincisi Avrupa Birliği'ne idi: 'Türkiye'de etnik ve dinsel azınlık
yaratmaya çalışıyorsunuz!' dedi; bunu deyince de 'Ülkemizden elinizi
çekin!' demesine gerek kalmadı.
İkincisi ise Kuzey Irak konusundaki tavırla ilgili idi: 'Kuzey Irak'a
askeri operasyon yapılmalıdır. Bunu yaparsak başarılı oluruz!'
diyerek hem azıtan eşkıyaya, hem onun arkasındaki asıl güce meydan
okudu.
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt; bu konuda kararın da hükümete ait
olduğunu vurguladı. Dediği özetle şuydu: 'Meclis karar versin; biz
eşkıyanın başını ezeriz.'
Top böylece hükümete atıldı.
Hükümet kanadı; Genelkurmay Başkanı'nın açıklamalarından rahatlamış
gözükse de Kuzey Irak ve terör topu kucaklarına atıldığı için şimdi
daha derinden düşünmek zorundadır.
***
http://www.gunes.com/2007/04/13/yazarlar/y4.html
***
DİSK, KESK, Türk-İş, TTB, Arınç, Vakit ve benzerleri
GÜNEŞ
Rıza Zelyut
Türkiye aydını; giderek
sömürge aydını haline geliyor. Bu aydınların hakim olduğu sendikalar
ve sivil toplum kuruluşları da Batı emperyalizminin yan organlarına
dönüşüyor. Bu kötü gidişin son örneğini; 14 Nisan Ankara mitingi ile
gözledik.
Biliyorsunuz; bu mitingi engellemek için AKP hükümeti elinden geleni
yaptı. Fethullahçılar, Amerika'da imal ettikleri komplolarla, bu
büyük halk protestosunu darbeci işi gibi göstermeye uğraştılar. TBMM
Başkanı Arınç da böyle bağırdı. Gerici Vakit Gazetesi, Yeni Şafak,
yeni Fethullahçı Star Gazetesi, Fethullahçı tarikat erbabının işaret
aleti Zaman Gazetesi de bütün gücü ile mitinge kara çaldı.
İş bu halde iken Türk-İş, DİSK, memur sendikası KESK; Türk Tabibler
Birliği, mimarlar odası da Vakit Gazetesi'nin ağzını kullanıp
hükümetin safında yer aldılar.
Atatürk'ün öğretmenini temsil etmesi gereken Eğitim-Sen Başkanı
Alaattin Dinçer miting günü Zonguldak'a gitmiş ve gazetecilerle
konuşurken 'Katılmama gerekçelerimiz var. Bu organizasyonun içinde
birlikte o alanda bulunamayacağımız kişiler var. ' demiş. Sonra “En
son 24-27 Kasım 2005’de büyük eğitimci yürüyüşü yapmıştık. İki gün
Ankara’ya sokulmamıştık. Biz Ankara’ya sokulmama kararını sayın
İçişleri Bakanı ile şimdi ADD Başkanı o zaman Jandarma Genel
Komutanı olan sayın Eruygur’un birlikte aldığını öğreniyoruz. ' diye
eklemiş.
ZONGULDAK'TAN CEVAP
Bu iddiaya, Zonguldak Atatürkçü Düşünce Derneği ve Genel Merkez
yöneticilerinden Erol Sarıal cevap veriyor ve diyor ki: 'Alaattin
Bey, çok iyi bilmektedir ki; 14 Nisan, 12 Eylül sürecinin tüm
acılarını yaşamış yurttaşlarımızın, aydın, yazar, sanatçı.. ve
öğretmenlerimizin yığınsal olarak katılımı ile alanların dolduğu bir
miting olmuştur. Yine, ADD Genel Başkanı Emekli Jan. Gn. Komutanı
Şener Eruygur ile ilgili gündeme getirilen darbecilik senaryoları,
ABD Utah Eyaleti kaynaklı olup, CIA ve din baronlarının birlikte
sunduğu bir servistir.
14 Nisan günü Ankara’da dünya tarihinin en kitlesel, demokratik, en
ilerici, en devrimci eylemi gerçekleşmiştir. Bakınız, Sn.
Cumhurbaşkanımız Sezer, 16 Nisan’da İstanbul’da: “Artık huzur içinde
görevimi bırakıyorum' diyor .
İFTİRA
Karaelmas Gazeteciler Derneği’nde Eğitim-Sen Genel Başkanı Sayın
Dinçer çok büyük bir iftirada daha bulunuyor. 24-27 Kasım 2005
tarihinde büyük eğitimci yürüyüşü düzenlemiş. İki gün Ankara’ya
sokulmamış. O tarihte, Sayın Şener Eruygur Jandarma Genel
Komutanıymış(!!!) İçişleri Bakanı ile Eruygur’un bu yürüyüşü
ortaklaşa engellediğini ortaya çıkarmış. Anlatılanlar baştan sona
yalan, düzmece ve iftira. Bırakınız 2005 Kasım ayında jandarma genel
komutanı olmayı, bu gün ADD Genel Başkanlığı yapan Sn. Şener
Eruygur, 2004 Ağustos ayında emekli olmuştur. Bu denli çirkin,
gerçeklerden uzak bir iftira olmaz.'
Yukarıdaki açıklama, Tandoğan mitingine karşı çıkanların ne durumda
olduklarını göstermeye yetiyor. İyi ki bunlar o büyük mitinge
katılmadılar.
***
http://www.gunes.com/2007/04/19/yazarlar/y4.html
|
Gündem
|
|
|
Özgür EKŞİ/ANKARA
|
|
Askeri Savcılık, "Andıç Raporu"nun TSK'dan çalındığını ve
ABD'de bir kişiye gönderildiğini bildirdi.
Nokta dergisinde yayınlandığı gün "Andıç" soruşturmasına
başlayan Genelkurmay konuyla ilgili ilginç bilgilere ulaştı.
Askeri Başsavcı Jandarma Kıdemli Albay Saim Öztürk, sahte
olduğu iddia edilen Andıç için “taslak ancak çalıntı” dedi.
Suçun askeri mahalde, asker kişiler tarafından ve askeri
hizmet ve görevleri ile ilgili bir suç işlendiği göz önüne
tutularak ve suçun Askeri Yargının görev alanı içinde
değerlendirilmesi üzerine iki Yardımcı Askeri Savcı
soruşturmayı yürütmekle görevlendirildi.
Başsavcılık tarafından yapılan açıklamada “taslak Andıç
çalışmasına ait metnin 12 Ekim 2006 tarhinde çalındığı
bilgilerin yurt dışı bağlantılarla ilişkili olarak ülkenin
siyasi ortamı nazara alınmak suretiyle 8 Mart 2007 tarihine
kadar bekletildiği ve o tarihte kamuoyuna sunulduğu” ifadesi
yer aldı.
ANDIÇ'TA ABD BAĞLANTISI
Alınan bilgilere göre
daha ön taslak aşamasındayken Genelkurmay Karargah'ından
çıkarılan andıç, internet yoluyla önce ABD'ye gönderildi
sonra da Nokta dergisinde yayınlandı.
ADRES "UTAH" OLABİLİR Mİ
Belge daha önce
emekli Oramiral Özden Örnek'in günlüğünü yayınladığını iddia
eden ABD'nin Utah'a gönderilmiş olabilir.
SUÇUN İŞLENİŞ ŞEKLİ BELLİ OLDU
Soruşturma kapsamında
suçun işlendiği yer, tarih, işleniş şekli net bir şekilde
tespit edildi. Ancak soruşturmanın gizliliği açısından bütün
detaylar gizli tutuluyor.
"AKREDİTASYON ANDIÇ"I
NEYDİ
Herşey Genelkurmay İkinci Başkanlığı tarafından hazırlanırken
basına sızan ve Türk Silahlı Kuvvetleri'yle ilgili haberleri
izleyen medya kuruluşları hakkında ayrıntılı
değerlendirmeler yapan 'ANDIÇ' başlıklı belgenin basına
sızmasıyla başladı. Genelkurmay, 'Akredite Basın ve Yayın
Organları Yeniden Değerlendirmesi'ni amaç edinen taslak
belgede, medya kuruluşları ile gazeteciler 'TSK yanlısı' ve
'TSK karşıtı' haberleriyle değerlendiriliyordu.
DÜZENLİ OLARAK YAPILIYOR
Türk Silahlı Kuvvetleri'nde 28 Şubat süreciyle
birlikte başlatılan ve 10 yıldır düzenli olarak sürdürülen
medya kuruluşlarına ilişkin 'güvenilirlik' (akreditasyon)
değerlendirmesinin sonuncusunu Nokta dergisinden Ahmet Şık
ele geçirmişti. Dokuz adet, toplam 52 sayfa olan 'hizmete
özel' yazılar arasında daha önce akredite olmuş gazete ve
televizyonların TSK ile ilgili yaptığı haberlere 'artı' ve
'eksi' notlar verilerek düzenlenmiş bir değerlendirme
cetveli de yer alıyordu.
|
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=6236019&tarih=2007-03-30
|
Kontrgerillacılıkta son “Nokta”
|
|
|
|
Nokta dergisine ilan
veren gazeteler: Evrensel, Yeni Şafak ve Birgün.
PKK’nın gazetesi Gündem’in ise reklamları bedava
habermiş gibi yapılıyor |
|
Fethullah’ın yeni haber dergisi
Türkiye’nin uzun soluklu dergilerinden Nokta, 2006 yılının Kasım ayı
başında yeni bir ekiple işbaşı yapmıştı. Yeni Genel Yayın Yönetmeni
Alper Görmüş’ün deyimiyle “efsane” haber dergisi, yeni bir anlayışla
haberciliğe kaldığı yerden devam edecekti. Yayımlanmaya başlandığı
tarihten beri ilgi çekici konulara yer veren dergi, özellikle son
bir aydır yayımladığı haberlerle Türkiye gündemini belirleyen ve
yönlendiren bir seviyeye ulaştı.
Nokta dergisi yüklendiği misyon ve ortaya koyduğu habercilik
anlayışı ile Kürt-İslamcı faşist düzenin Türkiye’de yerleşeceği bir
ortam hazırlama gayreti içine girdi. Yeri geldi Ermenicilik yaptı,
yeri geldi Kürtçülük yaptı, yeri geldi Şeriatçılık yaptı; ancak son
dönem özellikle iki ‘nokta’ya odaklandı. O da milliyetçilik ve Ordu
düşmanlığı. Türkiye’deki ulusal direniş odaklarını hedef tahtasına
koyan Nokta, bu bakımdan diğer haber dergileri arasında farklı bir
yere sahip.
Nokta dergisinin yayın hayatına geri dönmesi öyle birdenbire olmadı
tabiî ki. Türkiye’nin son dönemde içine girdiği sürecin bu geri
dönüş için önemli bir sebep olduğu bir gerçek. Dergi, Amerika’da
yaşamını idame ettiren Fethullah imam tarafından finanse ediliyor.
Dergide kapaktan verilen bütün haberler, Fethullah’ın günlük
gazetesi olan Zaman’da manşetten yer alıyor ve Türkiye gündemine
taşınıyor. Özellikle son dönemde Ordu ile ilgili yaptığı haberler,
Zaman, Yeni Şafak, Birgün, Evrensel, Radikal gibi gazetelere haber
kaynağı oluşturuyor.
Dergi’nin genel yayın yönetmenliğini üstlenen Alper Görmüş, tanıdık
bir isim. Başbakanlık Andıcında iktidarı tavizsiz desteklediği
şeklinde değerlendirilen Yeni Şafak gazetesinin Arşiv köşesini
hazırlıyordu. Yeni Şafak ailesi eski çalışanını yalnız bırakmıyor ve
tam sayfa ilan vererek ona destek oluyor. Yine dergide şeriatçı
Kanal 7 televizyonu ile “solcu” Birgün gazetesinin tam sayfa
reklamları yer alıyor. Ne güzel bir birliktelik değil mi?
Şeriatçılar ve ÖDP’li Birgün’cüler, AKP’li Yeni Şafakçılar ve
Fethullah’ın Referans gazetesi, nokta sayfalarında “bir arada yaşam”
alanı oluşturuyorlar. Pentagon’dan maaşlı Ahmet Altan, Kürşat Bumin,
Mahir Kaynak gibi yine tanıdık simalar da dergide boy gösteren diğer
Fethullahçılar.
Amerika sayesinde finansman bakımından sıkıntı çekmeyen Nokta ekibi
Tayyip’in yarattığı “özgürlük” ortamından istifade ederek devlet
düşmanlığını had safhaya ulaştırdı. Sayfalarında açıktan Kürtçülük
ve şeriatçılık yapan Nokta, bu alanda sınır tanımadan doludizgin
ilerliyor.
Pentagon’un psikolojik savaş aygıtı
Para kaynağı gibi haber kaynağı da Amerikan istihbaratı olan Nokta
dergisi, Amerikan istihbaratının yönlendirmeleri doğrultusunda, Türk
devletinin direnç noktalarına doğru geniş çaplı bir saldırıya geçmiş
durumda.
Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gitgide yaklaştığı günlerde,
Türk Ordusu’na yönelik haftalardır süren sistemli yayın politikası,
Amerika’nın en büyük direniş odağı olarak gördüğü, aynı zamanda Türk
Milleti’nin en çok güvendiği kurum olan Türk Ordusu’nun üzerinde
oynanmaya çalışılan oyunu açıkça ortaya koyuyor.
Nokta dergisi; Zaman, Yeni Şafak, Birgün, Radikal gibi gazetelere de
haber kaynaklığı yaparak, Amerika’nın yürüttüğü Kontrgerilla
operasyonunun da başını çekmektedir.
Nokta dergisinin başını çektiği Psikolojik Harp Dairesi’nin
operasyonları sadece Ordu’ya yönelik değildir. CHP gibi kurumlar da
bu saldırılardan payına düşeni almaktadır.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’ye biçtiği
Kürt-İslamcı rejimin kurulması çabasında, Fethullah ve ekibinin,
Tayyip’in yıkıcı faaliyetlerine destek olan, Kürtçülüğü ve bilumum
etnikçiliği yücelten ideolojik yayın faaliyeti önemli bir psikolojik
savaş aygıtı olarak öne çıkmaktadır. Her ne hikmetse
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaştığı şu günlerde, Nokta
dergisinde çıkan ordu ve ulusalcılar merkezli haberler önce zaman
gazetesinde manşete taşınıyor, ardından Radikal ve Birgün gibi
Başbakanlık andıcında övgülere mazhar olan “solcu” gazeteler
tarafından bir-iki gün tartışılır, Aksiyon dergisinin bir hafta
sonraki sayısında da yine kapaktan verilerek insanların beyni
kuşatmaya alınır.
Bir
yılı aşkın bir süre önce Fethullah’ın “Büyük provokasyonlar
bekliyorum.” şeklindeki açıklamalarından sonra yaşanan Şemdinli
Olayları, Atabeyler, Danıştay Baskını, Hrant Dink’in öldürülmesi,
TSK andıcı ve son olarak ortaya çıkarıldığı iddia edilen (E) Ora.
Özden Örnek’in günlükleri olaylarının hepsi birden dikkate
alındığında, bütün bu olayların tek bir merkezden yönlendirildiği ve
hedefinin Türk ordusu ile birlikte başta TÜRKSOLU olmak üzere
ulusalcılar olduğu görülecektir.
Bugün Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin önündeki en büyük engel
de bu kesimlerdir. O nedenle Amerikancı-Fethullahçı Psikolojik Harp
Dairesi son bir aydır bu kesimleri hedef göstermiştir.
|
|
Radikal
ve Nokta’da
farklı imzalarla aynı haber.
|
|
Çanakkale mitinginin
Radikal’de yayınlanan haberi
|
|
Milliyetçilik tartışmalarının odak noktası TÜRKSOLU
Hrant Dink cinayeti sonrasında hedef tahtasına oturtulan yine
ulusalcılar olmuştu. Birgün, Radikal, Zaman, Yeni Şafak, Evrensel,
Nokta, Aksiyon gibi yayın organları o gün bugündür
ulusalcılık-milliyetçilik tartışması yürütüyorlar. Milliyetçiliğin
ne kadar ırkçı ve ayrımcı bir fikir olduğundan dem vurup duruyorlar.
Türk milliyetçiliğine küfretmek son dönemin yükselen trendi.
Cinayet sonrası kamuoyu tarafından milliyetçi olarak bilinen
çevreler suçluluk psikolojisi içinde sinerken, bilumum etnikçiler
“Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarıyla yürürken, BBP Genel Başkanı olan
zat Hrant’a ağıt yakarken, “Hepimiz Türk’üz” yürüyüşü ile bir
milletin topyekûn sanık sandalyesine oturtulamayacağını haykıran
TÜRKSOLU ve Milli Mücadele Derneği tartışmanın odak noktasında
belirdi.
Yukarıda adı geçen yayın organları bu andan itibaren tartışmanın
seyrini değiştirdiler. Aslında bir aydır tartışılan şey isim
verilmeden TÜRKSOLU ve onun fikirleriydi.
Sonra ortaya Kuvayı Milliye Derneği’nin Mersin’de düzenlediği
Kuran’lı ve silahlı yemin töreni çıktı. Yemin töreninin hemen
ardından başlayan tartışmalarda, Mersin’in ulusalcı örgütler için
öneminden bahsediliyordu.
Radikal gazetesi düğmeye bastı. TÜRKSOLU’nun 22.03.2004 tarihli
sayısına atıfta bulunarak Mersin’deki Türk Barikatı politikamızı
ırkçılıkla suçlayarak haberleştirdi.
Ulusalcı örgütlerin dökümünün yayımlandığı haberde, ulusalcı
örgütlerin başı olarak TÜRKSOLU’nu ilk sıraya yerleştiren polis
bültenine benzer bir dil kullanıldı. Radikal’in 14 ve 17 Şubat
tarihlerinde yayımlanan sayılarında TÜRKSOLU’nun Mersin planı
ırkçılık olarak eleştirildi ve TÜRKSOLU,ulusalcı örgütlerin başı
olarak gösterildi.
Nokta dergisi de 22 Şubat tarihli sayısında “Operasyona Uğrayan
Şehir Mersin” başlıklı kapak haberinde, Radikal’in verdiği ulusalcı
örgütler listesini aynen yayımladı.
Nokta’dan iki hafta sonra ise Aksiyon dergisi Mersin dosyasını
açarak aksiyona dahil oldu. Haberleri yapan kişilerin isimleri
farklı olduğuna göre geriye tek bir ihtimal kalıyor, o da aynı
metnin tek merkezden iki kişinin eline verildiği.
Nokta, Radikal’le harfiyen aynı kelimeleri kullanarak TÜRKSOLU’na
saldırıyor
Nokta dergisinin TÜRKSOLU üzerindeki psikolojik savaşı, Milli
Mücadele Derneği’nin en son geçtiğimiz hafta Çanakkale’de Tayyip
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına karşı düzenlediği “Kürt-İslam
Faşizmine Geçit Yok” mitinginde devam etti.
Bütün medyanın görmezden gelmeye çalıştığı miting, bir tek Radikal
gazetesi ve Nokta dergisi tarafından görüldü.
Radikal’in haberinin
bile olmadığı
Deniz Gezmiş’lerin
Devrim Andı
Biz Devrimci Türk Gençliği Türk halkına karşı
sorumluluğumuzu bilmekte, bu milli görevi
yerine getirmekteyiz.
Milli görevimiz;
bu memlekette son Amerikalıyı yok edinceye, ağalığın
ve gericiliğin kökünü kazıyıncaya, Amerikan doları
ile beslenen işbirlikçilerin canlarına okuyuncaya
kadar devrimci kavgamıza devam etmektir.
Bu kavgada
Sayımızın azlığına
Düşmanın çokluğuna
Bakmadan,
Bıkmadan,
Usanmadan,
Yılmadan,
Yorulmadan,
Önümüze çıkan
Bütün düşmanların
Hakkından gelmeye
And içiyoruz,
And içiyoruz,
And içiyoruz!
|
|
Radikal gazetesi yine bu operasyonda Nokta’ya çanak tuttu. Radikal
gazetesinin 26 Mart 2007 tarihli sayısında “Çanakkale’de Ürpertici
Anma” başlığıyla Milli Mücadele Derneği’nin mitingi şu cümlelerle
haberleştirildi:
“Hrant Dink’in öldürülmesine sevinen ve Dink cenazesine karşı
yürüyüş yaparak boy gösteren Milli Mücadele Derneği (MMD), bu kez
Çanakkale’de ortaya çıktı.
Zafer Haftası kutlamaları kapsamında dün Çanakkale’de miting
düzenleyen MDD, ‘Türkçü’ sloganlar attı. Mitingde yaklaşık 500 kişi,
şu sözlerin yer aldığı ‘devrim andı’ da içti:
‘Milli görevimiz, bu memlekette son Amerikalıyı yok edinceye,
ağalığın ve gericiliğin kökünü kazıyıncaya, Amerikan doları ile
beslenen işbirlikçilerin canlarına okuyuncaya kadar devrimci
kavgamıza devam etmektir. Önümüze çıkan bütün düşmanların hakkından
gelmeye and içiyoruz.’
Dernek üyeleri, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üzerine çarpı işareti
çizilmiş Hitler bıyıklı fotoğrafı ve ‘Kürt-İslam faşizmine geçit
yok!’ pankartı taşıdı. Kürtlerin aşağılandığı TÜRKSOLU dergisini
çıkaran ekibin 2007 yılı başında kurduğu MMD, ‘Dink, Türk
düşmanıydı, öldürülmesine hiç üzülmedik.’ açıklaması yapmış ve
Taksim’de, ‘Hepimiz Mustafa Kemal’iz, Hepimiz Türk’üz’ pankartıyla
yürümüştü.”
Amerikan doları ile beslenen Radikal tayfasının ettiğimiz “devrim
andı”ndan korkması bizce anlaşılabilir; ama haberi yapan vatandaşa
biraz tarih eğitimi vermelerinde fayda var.
Zira kamuoyu tarafından “solcu” gazete olarak bilinen Radikal
çalışanlarının, 68 gençliğinin söylediği “devrim andı”ndan ırkçı and
olarak bahsetmesi, en hafifinden kara cahilliktir.
Tabi “Bizim ‘sol’ tarihimizde böyle bir and yoktur.” diyorlarsa o
başka.
Nokta dergisi de, 26 Mart 2007 tarihinde internet sitesinde
“Çanakkale’de ulusalcı provokasyon” başlığı ile haberi şöyle
veriyordu: Bakalım Radikal’inki ile arasında bir fark bulabilecek
misiniz?
“Hrant Dink’in öldürülmesine sevinen ve Dink cenazesine karşı
yürüyüş yaparak boy gösteren Milli Mücadele Derneği (MDD), bu kez
Çanakkale’de ortaya çıktı.
Zafer Haftası kutlamaları kapsamında dün Çanakkale’de miting
düzenleyen MDD, ‘Türkçü’ sloganlar attı. Mitingde yaklaşık 500 kişi,
şu sözlerin yer aldığı ‘devrim andı’ da içti:
‘Milli görevimiz, bu memlekette son Amerikalıyı yok edinceye,
ağalığın ve gericiliğin kökünü kazıyıncaya, Amerikan Doları ile
beslenen işbirlikçilerin canlarına okuyuncaya kadar devrimci
kavgamıza devam etmektir. Önümüze çıkan bütün düşmanların hakkından
gelmeye and içiyoruz.’
Dernek üyeleri, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üzerine çarpı işareti
çizilmiş Hitler bıyıklı fotoğrafı ve ‘Kürt İslam faşizmine geçit
yok!’ pankartı taşıdı. Kürtlerin aşağılandığı TÜRKSOLU dergisini
çıkaran ekibin 2007 yılı başında kurduğu MMD, “Dink Türk düşmanıydı,
öldürülmesine hiç üzülmedik.” açıklaması yapmış ve Taksim’de,
‘Hepimiz Mustafa Kemal’iz, hepimiz Türküz’ pankartıyla yürümüştü.
İstanbul’dan 10 otobüsle Çanakkale’ye gelen yaklaşık 500 kişiden
oluşan MMD üyeleri, ilk olarak yürüyüş yapmak ve ardından miting
yapmak istedi. Dernek üyelerine güvenlik güçleri önceden izin
alınmadığı gerekçesi ile izin vermedi. Salı Pazarı’nda otobüsten
yürüyüş yapmak için inen dernek üyeleri tekrar otobüslerine binerek
mitingin yapılacağı Cumhuriyet Meydanı’na gittiler.
Ellerinde
Türk bayrakları ve üzerinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
resminin bulunduğu ‘Kürt-İslam Faşizmine Geçit Yok!’ yazılı dövizler
ile miting alanına giren dernek üyeleri, ABD ve terör örgütü PKK
aleyhinde sloganlar attılar.”
Aralarındaki tek fark Nokta’nınkinde açıkça belli olan metnin
polisten alındığının üslubuna daha çok hakim olması.
Muhtemelen Radikal’e de aynı metin verilmiştir; ama yer
sıkıntısından dolayı bu kadar ayrıntılı verememişlerdir.
Nokta, TÜRKSOLU’na saldırırken Amerikan milliyetçilerini yüceltiyor
“Irkçı Milliyetçiliğin Yükselişinde Sol Kendi Rolünü Tartışıyor”
başlıklı 15 Mart 2007 tarihli sayısında, Ufuk Uras, Oral Çalışlar,
Melih Pekdemir, Fikret Başkaya, Adalet Ağaoğlu, Perihan Mağden, Akın
Birdal gibi isimlere, ırkçı milliyetçi yükselişi engelleyemediği
için özeleştiri verdirten Nokta’nın Fethullahçıları, 22 Mart 2007
tarihli bir sonraki sayılarında da Amerikan milliyetçilerini
ulusalcıların üzerine saldırttı. “Milliyetçiler Yeni Komitacılara Karşı”
kapağıyla çıkan sayıda, “Ulusalcılık, demokrasiye karşı operasyonun
bir parçasıdır ve masum değildir.” denildi.
MHP
Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır’ın ülkücüleri provokasyona
gelmemeye çağıran, PKK’lıları kardeşlik politikasıyla kazanmaya
çalışan yönelimine övgüler diziliyor. Görüşüne başvurulan bir diğer
MHP’li ise, Bahçeli’nin danışmanı ve MHP MKYK üyesi Doç. Dr. Vedat
Bilgin... Bilgin, ulusalcıları şu sözlerle niteliyor:
“Kendilerine Kızılelmacı veya Ulusalcı diyenlere bakınca, fanatizme
vurgu yapan, devlet merkezli bir toplum tasarımını öne çıkaran, anti
demokratik, çoğulculuğa karşı zihniyetlerin bu tür gruplar içinde
yer aldığını görüyoruz. Ben bunun hastalıklı bir tavır olduğunu
söylüyorum.”
Bilgin, ulusalcıların tavırlarını ise şu şekilde yorumluyor:
“Bunların tavırları Türkiye’yi istikrarsızlaştırıyor, dışarının
müdahalesine açık ve dış servislerin müdahale alanı haline getirmeye
uygun bir zemin yaratılıyor. O bakımdan ben kuşku verici davranışlar
olarak görüyorum. Yani masum görmüyorum.”
Bir
kere MHP’lilere şunu sormak gerekirdi ki, PKK’nın bölücü
faaliyetlerini en çok artırdığı bir dönemde bayraklarımız yakılırken
ya da bölücüler her gün Apo posterleri ile ayaklanma provaları
yaparken milliyetçileri sokaktan çekmek nasıl bir taktiktir?
Ama
sorunun saçmalığı da burada zaten.
Apo’yu ipten alan bir partiden “PKK’yı telin mitingleri”
düzenlemesini beklemek en hafifinden büyük saflık olur herhalde.
Vedat Bilgin’e gelince, onunki tam bir cehalet.
80
öncesinde ülkede gençleri kamplara bölüp birbirini kırdırarak dış
servislerin Ordu’daki uzantıları aracılığıyla müdahalesine ortam
hazırlayan ulusalcılar değil, sizdiniz. Onun hesabını vermeden
gerçek milliyetçilere çamur atmak ve milli direnişi içerden vurmaya
kalkmak bir hastalık belirtisi midir?
Yoksa vatana ihanet midir?
Tartışmaya 29 Mart 2007 tarihli dergide dahil olan BBP Genel Başkanı
ve Hrant şairi Muhsin Yazıcıoğlu ile milliyetçilik ordinaryusu, aynı
zamanda Fethullahçı Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta olan
Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, ağız birliği etmişçesine, “Ulusalcılık,
ırkçı ve ayrımcı; Türk milliyetçiliği, bütünleştiricidir.” ana
temasını işlemişler.
Fethullah, bir taraftan sahte milliyetçileri ulusalcılara
küfrettirirken, diğer taraftan da dergisinde köşe tahsis ettiği
ikinci cumhuriyetçi, dönek artığı Ahmet Altan eliyle, milliyetçi
yükseliş balonunu patlatıyor! İşte Ahmet Altan’ın milliyetçi balonu
ve patlatma formülü:
Altan’a göre ortada milliyetçiliğin yükselişte olduğu gibi uğursuz
bir söylenti varmış; ancak milliyetçiliğin yükselişte olduğunu
gösterir hiçbir belirti yokmuş. Ne MHP’nin dörtnala iktidara koştuğu
bir anket, ne de kalabalık bir milliyetçi eylem. Devlet içinde
yuvalanmış birtakım kimselerin yaydığı bir söylentiymiş bu.
|
|
|
Nokta ve
Aksiyon birer hafta arayla aynı konuları
kapaklaştırıyor. TÜRKSOLU’nun Mersin gerçeğini
ortaya koyan yazısı üzerine her iki dergi birer
kapak, Radikal ise üç gün manşet yaptı. Fethullahçı
dergiler aynı zamanda Amerikancı milliyetçilere söz
hakkı vererek ulusalcılığa küfrettiriyorlar. MHP ve
BBP hiçbir konuda birleşemese de Fethullah
himayesinde birleşiyorlar
|
|
Milliyetçilik artıyormuş; ama halkın arasında değil, devlet
kademelerinde. Aslında ona göre artan şey milliyetçilik değil,
ümitsizlikmiş. AB perspektifinin kaybolmasından kaynaklanan bu
ümitsizlik nedeniyle “Milliyetçilik yükseliyor!” sesi bu kadar gür
çıkıyormuş.
Aslında “Milliyetçilik yükseliyor!” sözü psikolojik savaşın bir
ürünüymüş. Amacı da iktidarı korkutmakmış. Bunda başarılı
olduklarını da itiraf ediyor Ahmet Altan. İktidar beceriksiz olduğu
için ümitsizlik artmış, psikolojik savaşı kaybetmişti. Hele bir AB
yolu yeniden açılsın, görün bakın milliyetçilik balonu nasıl
sönecekmiş.
Aslında bu saçma sapan teoriye cevap vermeye bile değmez; ama
bir-iki hatırlatma yapmakta yarar var.
Behey müsrif Altan, madem milliyetçiliğin yükselişini bir balon
olarak görüyorsun, koskoca bir haftalık köşeni niye olmayan şeylere
ayırıp Fethullah Efendi’nin kâğıdını ve mürekkebini israf ediyorsun?
İkincisi, öyle olur olmaz yerlerde iktidara beceriksiz falan dersen
fişini çekerler. Bizden söylemesi. Sonra ulusalcılar demedi deme.
Ordunun gizli belgeleri Nokta’da
Nokta dergisinin son iki bombası ise Ordu ile ilgili. Ordu’nun kendi
içerisinde kalması gereken, gizliliği olan yazılı belgeler nedense
son zamanlarda hep Nokta’nın kucağına düşüyor. Bu durum ister
istemez Nokta dergisine bir soru işareti koymamıza sebep oluyor.
Özellikle son bir yıldır yaşadığımız, Kürt-İslamcı iktidarın
yönlendirdiği provokatif eylemler incelendiğinde, dört unsurun öne
çıktığı görülmektedir.
Bunlar Kürt-İslamcı iktidar, PKK, Fethullah ve BBP’li Nizam-ı
Alemciler.
Şemdinli olayında Fethullahçı bir savcı eliyle Türkiye’nin Kara
Kuvvetleri Komutanı zan altında bırakılmaya çalışıldı.
Atabeyler olayında yine Özel Harp Dairesi’ne mensup askerlerimiz
hakkındaki bilgiler, Fethullahçı emniyetçiler tarafından, Zaman
gazetesine servis edilmişti.
Tüm
bu provokasyonlarda polis bülteni vazifesi gören Fethullahçı
medyanın son marifeti de Ordu’ya ait özel belgeleri yayımlaması
oldu.
Andıç vakası ve Özden Örnek’in günlükleri
Bunlardan birisi mart ayının başında ortaya çıkan andıç olayı.
Ordu’nun kendi iç güvenliği için medya kuruluşları arasında yaptığı
değerlendirmeye “ulaşan” Nokta ekibi, bu önemli belgeyi kamuoyu ile
paylaşmıştı.
Haberi yapan Ahmet Şık ismi ise oldukça önemli. Bütün kritik
haberlerde onun imzasını görüyoruz.
Mersin konusunda TÜRKSOLU üzerinden milliyetçiliğe saldırırken, ya
da PKK’nın gazetesi Gündem’in tarihçesini anlatan haberlerde hep
aynı ismi görüyoruz.
Buradaki haberde de medya organları, izledikleri yayın politikasına
göre TSK yanlısı veya karşıtı olarak kategori ediliyordu. Köşe
yazarları da bundan nasibini almıştı tabi. Burada özellikle Ordu
açısından iki önemli handikap var.
Birincisi bu belgenin başka bir kuruluş tarafından ele geçirilmesi.
İkincisi ve daha vahimi ise bu kurumun Fethullahçı olması ve
Amerikan istihbaratı ile doğrudan ilişkisinin bulunması.
Nitekim bu hafta yayımlanan gazetelerde andıcın çalınarak Utah’a
götürüldüğü yönünde haberler yer aldı.
Bu
gelişme üzerine avukatı aracılığı ile açıklama yapan Fethullah,
konunun kendisi ile ilgili olmadığını beyan etti. Daha ismi bile
geçmeden Fethullah’ın açıklama yapma gayreti suçlu olduğunun en
büyük kanıtı olarak gösterilebilir.
İkinci önemli olay ise Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden
Örnek’e ait olduğu iddia edilen ve darbe planlarının anlatıldığı
günlüklerin yayımlanması idi.
İlk
olarak Amerika üzerinden yayın yapan “denizcilersitesi” adlı bir
internet sitesinde yayımlanmaya başlayan günlükler, 13 Mart 2007
tarihinde Fethullahçı Star gazetesinde Şamil Tayyar tarafından
yayımlandı ve manşete taşındı.
Ardından medyada yine darbe karşıtı ve Ordu karşıtı bir hava
estirilmeye başlandı. 29 Mart 2007 tarihli Nokta’nın son sayısında
Örnek’in günlüklerinin darbe ile ilgili olan kısımlarının tamamı
yayımlandı (40 sayfa). Burada darbe planları tüm ayrıntıları ile
anlatılıyor ve planlarıyla birlikte yayımlanıyordu.
Bütün bunlar alt alta yazılıp değerlendirildiğinde ortaya şu sonuç
çıkıyor: Bugün Çankaya’ya ilerlemekte olan Kürt-İslamcı faşistin,
önündeki en büyük engel olarak gördüğü Ordu’yu ABD ile birlikte
tasfiye etmek istediği. Burada Fethullahçı medyanın da Amerikan
istihbaratı ile koordinasyonlu uğursuz rolü ön plana çıkmakta.
Tayyip Erdoğan 3 Mart tarihinde yaptığı açıklamalarda, bu sözde
darbe olayında adı geçen komutanlarla ilgili olarak savcıları göreve
çağırmış ve açıktan komutanların kellelerini istemiştir.
Genelkurmay’ın bu olayla ilgili nasıl bir tavır takınacağı da ayrı
bir merak konusu.
Fethullah, daha önce yaptığı açıklamalardan birinde “Ulusalcı
dalgayı kolaylıkla aşarız.” diye buyurmuştu Amerika’dan.
Bugün geldiğimiz noktada bunda pek başarılı olamadığını görüyoruz.
Hâlâ ulusalcılarla bu kadar uğraştığına göre ulusalcı dalga onun
tahmininin çok ötesinde bir güce sahip.
Çarpıtmalarla, Amerikancı milliyetçilere sığınarak, ya da Amerikan
destekli provokatif aksiyonlarla Türk Milleti’ni teslim alamazsınız.
Pentagon’un psikolojik savaş aygıtı olduğunuz ortaya çıktı.
Artık iyice su yüzüne çıkan entrikacı, darbeci, Türk düşmanı
yüzünüzle bu milletin içinde yer alamayacağınızı bildiğiniz için
Amerika’nın yolunu tuttunuz.
Yoksa çok mütedeyyin insanlar olarak başınızdaki “imam”a mı uydunuz?
http://www.turksolu.org/134/turkiye134.htm
|
Yeşil
Elma Koalisyonu
Ali Özsoy
Fethullahçı Zaman ile Dev-Yolcu
Birgün’de harfi harfine aynı haber
İkisinde de aynı cümleler, aynı
kelimeler ve aynı yorumlar. Arabaşlıklar bile aynı:
ADD-TİT ve TÜRKSOLU ittifak kurmuş. Ancak Birgün
gazetesinde çıkan paragrafa bakarsanız, Birgün’ün
Emniyet’ten aldığı metne hiç dokunmadan bastığını
hemen anlayabilirsiniz. Kimbilir belki de Vatan
Caddesi’ndeki amirlerini kızdırmak istememişlerdir.
İmla ve anlatım hataları kendini ele veriyor. Aynı
paragrafta hem şimdiki zaman hem de geçmiş zaman
kipi kullanılmış. Anlaşılan Fetocu Emniyetçiler ne
kadar koleje gitseler, ABD’den burs alsalar bile
karakol polislerinin bozuk ve lümpen Türkçesinden
kurtulamamışlar.
Zaman gazetesindeki muh(a)bir, polisin bozuk
Türkçesini düzelttiği için imzasını hiç çekinmeden
“haber”e atmış. Birgün ise daha “etik” davranmış.
“Haber”i imzasız yayımlamışlar.
|
|
Kızıl Elma’yı bırak, Yeşil Elma’ya bak
“Kızıl Elma” kavramıyla kamuoyu bir dönem meşgul edilmek istenmişti.
Bu siyasi kavram aslında, TÜRKSOLU gazetesinin “Türk’ün Ateşle
İmtihanı” başlıklı sayısında farklı kesimlerden gelen
milliyetçilerin yeniden Kuvayı Milliye’den yana ortak bir tavır
beyan etmeleriyle ortaya atılmıştı.
Radikal gazetesi, TÜRKSOLU’nun yarattığı harekete saldırmak için
“Kızıl Elma koalisyonu” kavramını üretmişti.
Oysa TÜRKSOLU zaten milliyetçilik ve solculuğu organik bir bütün
içinde tek bir antiemperyalist ideoloji olarak algılıyordu.
TÜRKSOLU’nun inşa ettiği Ulusal Sol ideoloji ve hareket,
milliyetçiliği solculuğa, solculuğu milliyetçiliğe karşı kurgulayan
ABD ürünü sahte milliyetçi ve solcuları tarihin çöplüğüne zaten
atıyordu. Tek bir Kuvayı Milliye vardı; o da devrimci ve
antiemperyalist Atatürkçü halk hareketiydi.
Dolayısıyla kavramı üretenler mamullerini satamadılar, ellerinde
kaldı. Bir tek Perinçek ve MHP tayfası ABD’den aldıkları işaretle,
mal bulmuş Mağribi gibi atlayıverdiler “Kızıl Elma” oltasına. Bir
iki komik miting ve basın açıklamasıyla ortalık bulandırılmaya
çalışıldı.
Ancak “Fuller’in Kızıl Elması” kısa ömürlü oldu; çünkü ABD’nin esas
koalisyonu olan “Yeşil Elma Koalisyonu” tarihinin en şaşaalı
dönemini AKP iktidarı altında yaşıyordu. Perinçek ve MHP dâhil
herkes, bu curcunaya daldı gitti. TÜRKSOLU ise kendi Atatürkçülük
yoluna devam etti.
Tohumu Kenan Evren attı
“Aaa, ne garip; solcularla milliyetçiler bir araya geliyor!” diye
ortalığı velveleye veren tarih bilinci ve ideoloji özürlüsü entel
tayfa, telaşla karışık sahte şaşkınlıklarını devam ettiredursun. Biz
gelelim Yeşil Elma Koalisyonu’na...
Bizim karşımızdaki curcuna, yani Yeşil Elma Koalisyonu,
karşıdevrimcilik ve emperyalist işbirlikçiliği açısından adeta yeni
bir miras yaratacak örnek sunmaktadır. Belki de siyasal düşünce
tarihinin gelmiş geçmiş her rengi, her türlü marjinalizm örneği, en
sağdan en “sol” jargona kadar her türlü aktivisti, Atatürk’ün,
Cumhuriyet’in ve Türk Milleti’nin karşısında tek bir cephe
oluşturdu.
Aslında Yeşil Elma Koalisyonu yeni kurulmadı. Bu hilkat garibesi
siyasal hareketin tohumunu 12 Eylül’de Kenan Evren attı. Hepsi Kenan
Evren çocuğu... “
Kenan Evren’in tohumu ilk ürününü 28 Şubat döneminde oluşturulan
Atatürkçülük karşıtı cepheyle verdi. O zaman Türkiye Cumhuriyeti’ne,
Türkiye’nin bağımsızlığına, bütünlüğüne ve Atatürk ilkelerine
düşmanlık temelinde bir araya gelen çok farklı gruplar herkesi
şaşkına çevirmişti. Tabii Türkiye o dönem Yeşil Elmacı imalat
hatalarına (ABD açısından harikalarına) henüz alışkın değildi.
Beyazıt Meydanı’nda “türbana özgürlük” eylemi için toplananlar
arasında kimler yoktu ki... Zafer işareti yapan ve “Biji Azadi!”
sloganı atan PKK’lılardan tutun, parmaklarıyla sözde bozkurt işareti
yapan ülkücülere; “ılımlı İslamcı” Fetocular ve domuz bağcı
Hizbullahçılardan tutun, komprador solun her türlü fraksiyonuna
kadar herkes alandaydı.
Yeşil Elma’nın “milli” isimleri
Hrant Dink’in cenazesinde yok yoktu. Türban
eylemlerini bile aşan bir “konsensüs” sağlanmıştı.
En önde ABD Büyükelçisi, AB komiserleri ve TÜSİAD
yöneticileri vardı. Arkadan Ermeni Diyasporası,
Fethullahçı tayfası, ÖDP, EMEP’ten tutun PKK,
TİKKO’ya kadar her türlü legal-illegal fraksiyon
dizilmişti. “Hepimiz Ermeniyiz” pankartı hepsini
birleştiriyordu. Tayyip Erdoğan ise İstanbul’un
göbeğinde 8 km’lik yolu polis korumasında
eylemcilere tahsis ediyor, eylem ve atılan “Katil
Devlet!” sloganları için “Cenaze tek kelimeyle
muhteşemdi.” değerlenmesini yapıyordu.
İşte Yeşil Elma Koalisyonu bu idi. ABD’nin
çocukları, 12 Eylül mamulleri AKP sayesinde
birbirine tamamen kavuşmuştu. Portrede tek bir eksik
renk kalmıştı. Onu da sahte “milliyetçiler”
tamamlandı. Yeşil Elma Koalisyonu’ndaki herkes,
milliyetçiliğe ölümüne düşmandı; ama aynı zamanda
durmadan “demokrat ve sivil milliyetçi” tanımları
yapıyorlardı. Çünkü milliyetçilik gerçek
milliyetçilere bırakılamayacak kadar tehlikeli bir
ideolojiydi.
Yeşil Elma Koalisyonu kendine “milli” yandaşlar
bulmakta gecikmedi. Hrant’a şiirler yazan BBP
Başkanı Muhsin, “Türk Bayrağıyla sokağa çıkan
şerefsizdir, provokatördür!” diye kükreyen MHP’li
tosuncuklar, PKK’yı düz ovaya davet eden Ağar,
PKK’nın düzenlediği “barış konferanslarında” devlet
adına özeleştiri veren MİT’çiler ve AKP’nin
Türkiye’yi Ermeni konusunda uluslararası mahkemeye
çıkarma stratejisinin baş taşeronu Perinçek...
Örneğin hem Danıştay hem de Hrant Dink’in dava
dosyasının baş şüphelisi konumundaki BBP’liler ve
MHP’liler, Kürt-İslam faşizminin provokasyonlarında
baş tetikçilik misyonunu üstlendikleri yetmiyormuş
gibi, utanmadan her fırsatta Kürt-İslamcı yayınlarda
Kuvayı Milliye’yi, Atatürkçüleri, gerçek
milliyetçileri ve Türk Ordusu’nu provokatörlük ile
suçlamaya devam ediyorlar. Böylelikle Murat
Belge’den tutun Taha Akyol’a kadar ne kadar
milliyetçilik düşmanı varsa, hepsinden “gerçek ve
sivil milliyetçi” belgesini kapıyorlar.
Diğer yandan Perinçek İsviçre’de zorla kendini
mahkûm ettirerek, Yeni Şafak yazarı Cevdet
Akçalı’nın “Hepimiz Doğu Perinçek’iz” başlıklı
yazısıyla övgülerini kazanıyor. Ayrıca Perinçek,
Vakit yazarı, 1950’lerin Alparslan Aslan’ı (tek
farkı tetik çekmedeki yeteneksizliği) Hüseyin
Üzmez’in methiyelerini ve Abdullah Gül’ün sırt
sıvazlamalarını hak ediyor.
Bu destek ve baş okşamaların karşılığında tüm
Türkiye Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olma planına
karşı sokağa dökülürken, Perinçek vatandaşı Paris’e
romantik ve turistik gezilere götürmeye çalışıyor.
|
|
Ne
günlerdi o günler... “Yiğitlik midir Sivas’ta insanlara kıymak?”
şarkılarıyla kaset satıp para kazanan Grup Yorum, Sivas
Katliamı’ndan tam 5 yıl sonra Sivas’ın katillerini türban
eylemlerinde eğlendirmeye koyulmuştu.
80
öncesinin Dev-Yolcularının artıkları ÖDP adıyla, TDKP’cilerin
artıkları EMEP adıyla Şeriatçıların kuyruğuna takılıp, cumadan
cumaya Beyazıt’ı doldururdu.
Parkalı, pis sakallı solcu müsveddelerinin başlarına türban takıp
kameralara poz verdikleri gün unutulabilir mi?
“Pekin mi, Moskava mı, Tiran mı?” tartışmalarının kanlı sayfaları
arkada kalmıştı. Vaşington’un türban örtüsü PKK’dan MHP’ye, Refah
Partisi’nden Dev Yol’a kadar herkesi tek bir çatı altında
toplamıştı.
Bugün Mısır Çarşısı’nın “bombacı Leyla’sı”, “PKK’ya yardım ve
yataklıktan hüküm giymiş” Pınar Selek ile vatandaşı “Herkese bedava
TV vereceğiz!” diye söğüşleyen, sonra da o paralarla oğluyla masa
üstünde çıplak dansöz oynatan Nazlı Hanım türban yasaklarına karşı
yeni bir kampanya başlatmış.
İnsan böyle haberleri okuyunca birden geçmişe dalıp, nostalji
duygularına kapılıyor. 1989’da Doğu Perinçek ile Abdurrahman Dilipak
ilk türban eylemini yaptığında, herkes “ne yapsa yeridir!” atasözünü
hatırlamış, olayı pek önemsememişti; ama “öncü ve cesur” Perinçek’in
kurmaya çalıştığı Kürt-İslam faşizminin ve Yeşil Elma Koalisyonu’nun
kısa sürede Türkiye’de iktidara gelip, tam bir faşizm kurmaya kadar
işi ilerletebileceğini kim düşünebilirdi?
“Patronsuz” polis papağanları
Sene 2007 oldu. Türkiye’de her şey o kadar normalleşti ki; artık
kimse sağ-sol, şeriatçı-Marksist gibi kavramlarının bu denli
piçleşmesini yadırgamıyor.
Örneğin medyada son aylarda yaşanan K-9 polis köpekliği vakaları
eskiden yaşansaydı bırakın siyasi sonuçları, gazetecilik mesleğinin
kuralları açısından bile büyük skandallar yaratırdı.
TÜRKSOLU’na ve ulusal güçlere saldıran bir haber mi gördünüz? Emin
olun, aynı haber tek bir virgül ve noktasına dokunulmadan başka bir
gazete veya dergide kısa süre içinde yeniden yayımlanacaktır.
Çağımız artık internet çağı. Anlaşılan, Fethullahçı polis
bültenlerinden aynen kopyalanan psikolojik savaş metinleri “sol” ve
sağ her türlü Yeşil Elmacıya e-mail ile atılıyor ki, imla ve anlatım
hataları bile aynı kalıyor. “Kopyala-yapıştır” yöntemi hemen
sırıtıyor.
Radikal’de “İsmail bilmem ne” imzalı çıkan “haber”, tek bir harfi
değişmeden Nokta’da “Ahmet bilmem ne” imzasıyla çıkıyor. Sonra CIA
ve Fethullah mamulü Nokta’nın yazarı “Ahmet bilmem ne”, eski
TDKP’cilerin verdiği Metin Göktepe gazetecilik ödülünü kapıyor.
Adları ne olursa olsun cümleler hep aynı. Polis için ne önemi var?
Herhalde onlar muh(a)birlerini isimleriyle değil de, sadece kod
numaralarıyla tanıyorlardır.
Alın size son örnek: Bir tarafta “patronsuz”, “bağımsız”,
“sosyalist” gazete Birgün. Soros, Osman Kavala, Gürbüz Çapan ve daha
nice açığa çıkmamış para kaynaklarını patron değil de herhalde
proleter kabul eden eski Dev-Yolcuların bu minik marjinal gazetesi,
AKP’nin hazırladığı Başbakanlık medya andıcında tarafsızlığı ve
gazetecilik başarısıyla büyük beğeni toplayan “öteki solun renkli”
gazetesi olarak tanımlanıyor. Şimdilerde AKP’nin bu “öteki
solcuları”, ABD’nin Fethullahçı Emniyetçilerin önüne, onların ise
Zaman gazetesine önüne attığı “haber” kemiklerini kemirmekle meşgul.
Karşılaştıralım:
“Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı emekli Orgeneral
Şener Eruygur, darbe tahrikçiliği yaptıkları için Ankara Cumhuriyet
Savcılığı tarafından haklarında soruşturma açılan TÜRKSOLU grubuyla
yemekte buluştu. Söz konusu grup, 4 yıl önceki ADD mitinginde ‘Ordu
Göreve’ pankartları açmıştı. TÜRKSOLU’nun ismi, Danıştay’a yönelik
silahlı saldırı olayında da geçmişti.”
Bu
paragraf Fethullahçı Zaman gazetesindeki 5 Nisan 2007 tarihli Erkan
Acar imzalı “haber”den. Şimdi alttaki paragrafı okuyun:
“ADD Başkanı olarak Eruygur, darbe tahrikçiliği yaptıkları için
Ankara Cumhuriyet Savcılığı tarafından haklarında soruşturma açılan
TÜRKSOLU grubuyla yemekte buluşuyor. TÜRKSOLU, 4 yıl önceki ADD
mitinginde ‘Ordu Göreve’ pankartları açmıştı. TÜRKSOLU’nun ismi,
Danıştay’a yönelik silahlı saldırı olayında da geçmişti.”
Bu
paragraf ise Dev-Yolcuların Birgün gazetesinde 9 Nisan 2007
tarihinde imzasız yayımlanan “haber”den.
İkisinde de aynı cümleler, aynı kelimeler ve aynı yorumlar.
Arabaşlıklar bile aynı: ADD-TİT ve TÜRKSOLU ittifak kurmuş. Ancak
Birgün gazetesinde çıkan paragrafa bakarsanız, Birgün’ün Emniyet’ten
aldığı metne hiç dokunmadan bastığını hemen anlayabilirsiniz.
Kimbilir belki de Vatan Caddesi’ndeki amirlerini kızdırmak
istememişlerdir. İmla ve anlatım hataları kendini ele veriyor. Aynı
paragrafta hem şimdiki zaman hem de geçmiş zaman kipi kullanılmış.
Anlaşılan Fetocu Emniyetçiler ne kadar koleje gitseler, ABD’den burs
alsalar bile karakol polislerinin bozuk ve lümpen Türkçesinden
kurtulamamışlar.
Zaman gazetesindeki muh(a)bir, polisin bozuk Türkçesini düzelttiği
için imzasını hiç çekinmeden “haber”e atmış. Birgün ise daha “etik”
davranmış. “Haber”i imzasız yayımlamışlar.
Türkiye öyle bir garip ülke oldu ki, yılların bölücü terör örgütü
PKK ve Rızgari bile artık tamamen ABD taşeronu haline gelmiş MİT ve
Emniyet’e dört elle sarılıp, sahip çıkıyor. Rızgari’nin internet
sitesinde sözde TİT’e karşı operasyon yapan polislerin yüzü
sansürlenerek veriliyor.
Ne
diyelim, hepinizin Polis Günü kutlu olsun!
Pespaye geri döndü
Bu
arada Nokta dergisini unutmamak lazım... Dergiyi çıkaran Yeni
Şafak’tan yetişme Alper Görmüş isimli şahsa göre “efsane dergi”.
Gerçekten de çocukluğumuzdan itibaren bu Nokta dergisinin ismini
duyarız. 3 ayda bir patronu değişir. Patronu değiştikçe de yayın
çizgisi değişir. Bazen ulusalcı, bazen Kürtçü, bazen dinci, bazen
komünist, ne idüğü belirsiz bir dergidir. Tirajı falan da yoktur.
Kısa süreli operasyonlar için alınır, satılır. Kısacası bu dergi
“efsane” mi, “pespaye” mi; artık siz karar verin.
Pespayenin en son dönüşü CIA ve Fethullah operasyonu olarak
gerçekleşti. Sahte günlükler, sözde darbe belgeleri ve
Genelkurmay’dan çalınan resmi yazışmalar, önce Nokta’dan piyasaya
sürülüyor. Sonra Zaman, Yeni Şafak, Bugün, Star ve Feto Medya
Grubu’nun diğer yayınlarında uydurma dosyalar manşet oluyor. Gündem,
Birgün ve Evrensel geriden takip ediyor. Sonra da Tayyip Erdoğan
diyor ki:
“Çeşitli dergi ve gazetelerde çıkan haberleri savcılar niye
soruşturmuyor?”
Yukarıda saydığımız dergi ve gazetelerin hepsinin reklâm ilanı
birbirinde çıkıyor. Nokta dergisi bir haftasını PKK propagandasına,
diğer haftasını MHP-BBP propagandasına ayırıyor. Alper Görmüş
“sol”cuları Nur Risalelerini; Nurcuları ise “Hepimiz Ermeniyiz”
sloganının ne kadar doğru bir slogan olduğuna emin olmaları için
Said-i Kürdi’nin Ermenileri göklere çıkaran sözlerini okumaya
çağırıyor.
Hrant’ı katleden zihniyet
Zaman, Birgün, Nokta vs. yayınların zihniyeti tam provokasyon
zihniyetidir.
Kürt-İslam faşizmi cinayet ve provokasyonlarla ilerliyor. Yöntem
basit. Fethullah’ın ışık evlerinde yetişmiş, AKP’nin ve Emniyet’in
kontrolündeki Kürt-İslamcı tetikçiler ses getirecek cinayetler
işliyorlar. Sonra önceden hazırlanmış dosyalar ABD’den Emniyet’e,
oradan Fethullahçı medyaya, oradan da kemik kemirmeye hazır Birgün
ve Evrensel gibi küçük taşeronlara iletiliyor. Sözde dosyalar
çerçevesinde cinayetleri azmettirici güçler, bir taşla iki kuş vurma
düşüncesiyle Atatürkçüleri ve ulusal direnç odakları tasfiye etmek
için çeşitli soruşturma dosyaları düzenliyor.
Dosyaların hepsinin asılsızlığı mahkemelerde ortaya çıkıyor; ama
önemi yok. Kürt-İslamcı iktidar ve faşizmin propaganda aygıtı
konumundaki sağlı “sol”lu yayın organları katilleri aklayıp, AKP
karşıtlarını suçlu ilan etmeye devam ediyorlar. Nasıl olsa Tayyip
Erdoğan Çankaya’yı gasp edince bağımsız yargıyı da tasfiye edecek
ya, o zamana kadar düzmece haberler gündemde kalmaya devam etmeli.
'Yeşil Elma’daki kurtçukların ortak düşmanı: Atatürk, Türk Ordusu,
TÜRKSOLU
Atatürk’ün devrimci ve antiemperyalist milliyetçiliğine karşı
ABD’nin uydurduğu Türk-İslam sentezinin pabucu yine bizzat ABD
tarafından 1990’larda dama atıldı.
Türk-İslam Sentezi döneminin Maocu karıştırıcısından, faşist
tetikçisine kadar ne kadar taşeronu varsa hepsi başta açıkta
kalmıştı. Okyanusun ötesindeki babalarına kızıyor, hatta ona karşı
eylem yapmayı bile düşünüyorlardı; ama babaları onları unutmadı.
Kürt-İslam faşizminin Yeşil Elma Koalisyonu’na Soğuk Savaş’ın
Amerikan mamulü sahte milliyetçi ve solcuları da dâhil edildi.
Ressam Kenan Evren Kürtlere eyalet sistemi verilmesini savunan son
açıklamalarıyla “yüzüncü fırça” darbesini attı. Böylelikle portre
tamamlandı. Kenan Evren’in başlattığı son “demokrasi mücadelesine”
PKK, İHD, ÖDP ve EMEP sahip çıktı. Çizginin başlangıç noktasına
dönmesiyle çember bağlandı.
Çemberin içine toplanan Yeşil Elma Kurtçukları’nın tam listesini
yazmaya kalksan sayfalar yetmez. İşte bir deneme... Aşırı sağ ve
dinci örgütlerden AKP iktidarı, MHP, BBP, SP, Hizbullah, Fethullah
ve Nur Cemaati, Nakşibendi Tarikatı v.s.; merkez sağdan DYP-ANAP;
komprador “sol”dan DEVYOL, TDKP, Perinçek; Kürt bölücüsü terör
örgütlerinden PKK, KDP v.s...
Liste uzar da uzar. Adını yazamadığımız diğer fraksiyon ve terör
örgütleri bizi bağışlasın.
Kurtçukları besleyen besin piramidinin tepesinde ABD ve Pentagon
var. Doğrudan CIA kanalıyla provokasyon, para ve istihbarat trafiği
Türkiye’ye akıyor. Piramidin bir alt basamağındaki AKP iktidarı MİT
ve Emniyet kanalıyla kurtçukları yemliyor.
Fuller’in sahte Kuvayı Milliyesi operasyonu çerçevesinde kurulan MHP
ve İP arasında kurulan sözde Kızıl Elma Koalisyonu topu topu bir
cılız miting yapıp dağılmıştı. Öyle çok şaşkınlıkla karşılanacak bir
operasyon da değildi bu.
Hrant Dink’in cenazesiyle tüm kimliğini açığa çıkaran Yeşil Elma
Koalisyonu ise upuzun ve hiçbir zaman araya gelmesi düşünülemeyecek
isimleri içeren bir listeden oluşuyor. Şeriatçısından, kozmopolit
ateistine, ülkücüsünden bölücüsüne her türlü eğilimi barındıran
Yeşil Elma Koalisyonu’nun öğeleri kalıcı bir hareket olarak
Kürt-İslam faşizminin sokak gücünü oluşturmaya niyetleniyor.
“İlk bakışta birbiriyle bu denli çelişkili görünen bunca akım, bir
arada nasıl durabilir?” sorusu gündeme geliyor. Hatta istinasız her
türlü siyasi gelişmede ortak tavrı alıp, türbana özgürlük, Kıbrıs’ın
verilmesi, Türkiye’nin bölünmesi gibi konularda hep aynı programa
nasıl sahip olabilirler? En son görüldüğü gibi Tayyip Erdoğan’ın ve
Kürt-İslam faşizminin Çankaya’yı ele geçirmesi için nasıl olup da
aynı eylem ve söylem cephesini kurabiliyorlar?
Bu
sorulara siyaset bilimi veya sosyoloji yardımıyla yanıt bulmak
imkânsız...
Yeşil Elma kurtçuklarının tek ortak yanı hepsinin Atatürk, Türk
Milleti ve Türk Ordusu düşmanı ve hepsinin ABD çocuğu olmalarıdır.
Yine istisnasız hepsi kudurganca TÜRKSOLU’na saldırmaktadır
http://www.turksolu.org/135/ozsoy135.htm
|
Genelkurmay “Nokta”yı koydu
Okan İşbecer
Büyükanıt dikkat çekmişti
Son bir aydır yaptığı haberlerle gündeme gelen ve iki hafta önce
TÜRKSOLU sayfalarından Pentagon’a bağlı kontrgerilla örgütünün
psikolojik savaş merkezi olarak faaliyet gösterdiğini duyurduğumuz
Nokta dergisi, geçtiğimiz hafta sonu polis baskınına uğradı.
Baskın Genelkurmay Askerî Savcılığı’nın istemi doğrultusunda
Bakırköy Savcılığı’nın izni ile gerçekleştirildi. Baskında dergi
çalışanlarının dışarı ile irtibatı kesilirken, polisin yanında
getirdiği bilgisayarlara dergideki bilgisayarlardaki bilgi ve
belgeler kopyalandı.
Baskının gerekçesi olarak, derginin 5 Nisan 2007 tarihinde çıkan
sayısında yer verilen Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na
ait belgenin sızdırılması gösterildi; ancak baskının esas nedeninin
bu psikolojik harp merkezini etkisizleştirmek olduğu ayan beyan
ortada.
Genel Kurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, 12 Nisan tarihinde
düzenlediği basın toplantısında, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni
yıpratmaya yönelik sistemli, planlı ve dış bağlantılı birtakım
faaliyetlerden bahsetmişti.
Nokta dergisinin bir aydır yaptığı yayınlar ve yayımladığı belgeler,
dikkatleri derginin üzerine çekmişti. Fethullah aracılığıyla
Pentagon’dan alınan talimatlar doğrultusunda yayın çizgisi izleyen
dergi, cumhuriyet düşmanı kesimin beslendiği kaynak haline gelmişti.
Org. Büyükanıt’ın doğru tespiti neticesinde askerî savcının
talimatları doğrultusunda bu savaş merkezine karşı bir baskın
gerçekleşmiştir. Böylece Ordu, kendisine yöneltilen saldırıların
kaynağını doğru olarak tespit etmiş ve bu saldırının kaynağına karşı
harekete geçmiştir.
Harekâtın neticesinde dergideki bütün bilgi ve belgelere el
konulmuştur. Bu belgelerin incelenmesi ile gerçek daha net ortaya
çıkacaktır; ancak Genelkurmay’ın gizli belgelerinin Fethullahçılara
sızdırılması ile ilgili bir asteğmen hakkında yasal işlem
başlatılmış olsa da, savcılık tutuksuz yargılama kararı vermiştir.
Nokta operasyonu, bu hesaplaşmanın burada kalmayacağını, bu işin
sonuna kadar gidileceğini gösteriyor. Sonuçta karargâh tehdidi doğru
algılamış ve tehdide karşı harekete geçmiştir. Düşmanın sonu
gelmedikçe de durulamaz.
Yeşil Elma Koalisyonu iş başında
Baskının ertesi günü Yeşil Elma Koalisyonu harekete geçti. Bütün
gazetelerde baskın birinci sayfadan verilirken klasik “basın
özgürlüğü” teması işlendi.
Zaman, Yeni Şafak, Vakit gibi gazeteler, kuyruğuna basılmış kedi
gibi ciyaklamaya başladılar. Aydın Doğan’ın yeni “radikal” gazetesi
Milliyet ise, manşetten duyurduğu habere içerden tam sayfa haberle
destek olurken, Milliyet imzalı bir yorum yazısını da birinci
sayfadan vermeyi ihmal etmedi.
Yeşil Elma’nın sol tarafı da baskın üzerinden Ordu düşmanlığına
devam ederek dava arkadaşlarını yalnız bırakmadı.
Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra İstiklâl Caddesi’nde Agos
gazetesi dağıtan güruh, bu kez Nokta dergisi dağıttı. Her Allahın
günü sayfalarından Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi’ye küfürler
yağdıran Vakit gazetesi, Oktay Ekşi’nin basın özgürlüğü temalı
kınama demecine geniş yer ayırdı.
Albayrak’ların tavizsiz iktidar destekçisi gazetesi Yeni Şafak ise,
Fehmi Koru aracılığı ile baskını şiddetle kınarken, Fethullah’ın
Star gazetesi Mehmet Altan’la olaya müdahil oldu. TMSF’nin (AKP’nin)
kontrolündeki Sabah da, Fatih Altaylı’nın köşesinden Genelkurmay’a
veryansın etti. Ne yazık ki Yeşil Elma Koalisyonu’nun bu son
kampanyası 14 Nisan mitingi nedeniyle güme gitti.
Burada bir parantez de Cumhuriyet gazetesine açmak gerek. Ulusalcı
kesimin sesi olma iddiasındaki Cumhuriyet gazetesi de, maalesef
Yeşil Elmacıların dümen suyuna girdi. Yeşil Elmacıların İstiklâl
Caddesi’ndeki dergi dağıtma eylemini “Nokta Dergisi ile dayanışma
eylemi” başlığı ile veren tek gazete Cumhuriyet oldu. Oral Çalışlar
da, Yeşil Elmacıların önde gelen bir şahsiyeti olarak polise ve
İçişleri Bakanı’na çattı:
“Yayınını sürdüren bir yayın organını basıp bilgisayarlarını denetim
altına almak, mesleğini yapan gazetecileri bir odaya kapatıp
üstlerini aramak, henüz yayımlanmamış bir habere ilişkin belgeleri
aramak polisin işi midir? Böyle bir baskını gerçekleştiren polisler
İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir kurumun görevlileri değil midir?
İçişleri Bakanlığı’nın bu baskınla ilgili bir sorumluluğu yok
mudur?”
Oral Çalışlar, polise yetki ve görevlerini hatırlattıktan sonra
“İçişleri Bakanlığı nasıl olur da, böyle bir şeye izin verir?”
diyerek saçmalamanın dozunu yükseltiyor.
Ulusalcı kesimin sesi olma iddiasındaki Cumhuriyet
gazetesi de, maalesef Yeşil Elmacıların dümen suyuna
girdi. Yeşil Elmacıların İstiklâl Caddesi’ndeki
dergi dağıtma eylemini “Nokta Dergisi ile dayanışma
eylemi” başlığı ile veren tek gazete Cumhuriyet
oldu. Oral Çalışlar da, Yeşil Elmacıların önde gelen
bir şahsiyeti olarak polise ve İçişleri Bakanı’na
çattı.
|
|
"Kahraman” Noktacılar"
Baskın olayında öne çıkan önemli bir şey de Noktacıların maruz
kaldığı sözde kötü muameleydi. Polis baskın esnasında dergi
çalışanlarını duvara dayayarak üstlerini aramış, onları toplantı
odasında nezaret altına almış vs...
Halbuki, baskın sırasında çalışanlara bilgisayarlara ve telefonlara
dokunulmaması söylenmiş, kimlik kontrolü yapılmış, kimlik kontrolü
süresince de çalışanlardan toplantı salonunda beklemeleri istenmiş.
Nitekim kimlik kontrolü yarım saat sonra bitmiş ve çalışanlar
binanın dışına çıkarılmıştır.
Yani Yeşil Elmacıların “direniş edebiyatı” tamamen palavradır. Alt
tarafı yarım saat süren kimlik kontrolü, “kahraman” Noktacılarımızı
ağlatmaya yetmiştir.
Bu ülkede nice gazeteciler işkenceden geçti, saldırılara uğradı,
öldürüldü. Anlaşılan bizim Noktacıların bunlardan pek haberi yok.
Olsaydı, basit bir kimlik kontrolünden bu kadar korkup ağlaşmaya
başlamazlardı. Anlaşılan salya sümük ağlamayı Hocaefendileri çok iyi
öğretmiş. Yüreğimiz parçalandı doğrusu.
Derginin Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş’ün durumu da
çalışanlarınınkinden farklı değil. Askerî savcının olayı soruşturmak
için istediği belgeleri, “Haber kaynağımı açıklamam!” diyerek
vermeyen Alper Görmüş, kapısında savcı ve polisleri görünce
gazetecilik kurallarını bir tarafa bıraktı. Bilgi Üniversitesi’nde
ders veren Görmüş, baskın günü, siyasi parti lideri edasıyla
kameraların karşısına geçti ve “Bizi cezalandırdılar!” diye ağlamaya
başladı. Süt dökmüş kediye dönen Görmüş’ün öğrencilerine çok iyi
örnek olduğu muhakkak.
Derginin son sayısı hazırlanırken binada hâlâ polislerin olması
dergi çalışanlarını rahatsız etmiş; polis nezaretinde dergi
çıkartmak Nokta çalışanlarını niye rahatsız etti biz anlayamadık.
Ferhat Sarıkaya’nın sonu
Fehmi Koru, baskını şiddetle kınadığı Yeni Şafak’taki yazısına bir
soru ile başlıyor: “Biz farkında olmadan Türkiye’de rejim
değişikliği mi oldu?”
İktidarlarla basın arasındaki ilişkilerin hep sorunlu olduğundan
bahseden Koru, Nokta dergisine karşı başlatılan operasyonun
arkasında iktidar olmadığını, bu nedenle iktidar yandaşı bir yayına
karşı bir baskını anlayamadığını anlatıyor. Öyle ya, her şey
yolundayken neden böyle bir baskın gerçekleşti?
Fehmi Koru bir şeylerin değiştiğinin farkına varmış. Ordu artık dört
yıllık suskunluğun ardından konuşmaya başlamış, kendisine yönelen
tehdidi kavramış ve bu tehdidi ortadan kaldırmaya yönelik adımlar
atmaya başlamıştır. Artık AKP ve Yeşil Elmacılar için her şey
eskisinden farklı olacaktır.
Yeşil Elma’dan bir önemli tespit de Vakit Gazetesi yazarı Serdar
Arseven’den geldi. Arseven’in yazısında baskın değerlendirilirken şu
cümle dikkat çekti:
“-Şimdi haberi geldi: Andıç ve günlük haberleri ile öne çıkan Nokta
dergisine polis baskını yapılmış. Ne diyorsunuz?
-Ne diyeyim. ‘Ferhat Sarıkaya faciası’nı hatırlattı bana.”
Hatırlanacağı gibi Şemdinli provokasyonunun ucu Büyükanıt’a kadar
uzatılmış; ancak Ordu, İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun ile
Fethullahçı savcı Ferhat Sarıkaya’nın kellelerini almıştı. Alper
Görmüş, Genel Yayın Yönetmeni koltuğunda daha fazla oturamayacağını
bilsin!
http://www.turksolu.org/136/isbecer136.htm
|
Bu hükümet
gitmelidir
Hüseyin Adıgüzel
Şemdinli’de uygulamaya konulan plan
Yaz
bütün haşmetiyle yüzünü gösterdi. Ortalık yanıyor. Ortalık yanarken
biz de yanıyoruz, hem de ne yanma! AKP hükümeti milleti kasıp
kavuruyor, ortalığı yangın yerine çeviriyor, milleti ümitsizlik
girdabına adım adım yaklaştırıyor. Ekonomideki dalgalanmalar, bir
gece içinde trilyonlar kazananlar, bir gece içinde bütün
birikimlerini büyük sermayeye aktarmak zorunda kalanlar, bu ülkenin
insanları. Her gün getirilen şehit cenazeleri, yakılan ağıtlar ve
siftah yapmadan dükkanını kapatan esnaflar, tarlasını sürmek için
mazot parası bulamayan çiftçiler, IMF’nin insafına terk edilen memur,
işçi ve emekliler, mezarda emeklilik yasasını protesto edeyim derken
polis copu yiyen devlet memurları... Hepsi bu ülkenin insanları...
Gayrı memnun kitle çığ gibi büyüyor, memnunlar keyif sürüyor.
Bunların hepi gerçek ve hepsi, memleketimin manzarası olarak orta
yerde duruyor. Sıkıntı o kadar çok, o kadar büyük, o kadar çeşitli
ki, insan hangisini yazayım diye sıkıntıya düşüyor. Biraz bu
hükümetin en son marifetlerinden bahsetmek istiyorum. Düşüncelerimi
sizlerle paylaşmak, sıkıntıyı hafifletmek istiyorum.
Aslında çok öncesi var, ama, ben Şemdinli’den başlamanın doğru bir
seçim olacağını düşünüyorum. Hani şu “serhıldan” (isyan)
çığlıklarını gündeme sokan Şemdinli’den. Çünkü, yıllardır
hazırlanan, cumhurbaşkanını, orduyu, devletini seven ve korumaya
çalışan kurumları devredışı bırakma ve milliyetçi kesimi korkutma ve
ezme operasyonunun düğmesine Şemdinli’de basıldı. Sonraki,
Diyarbakır, Hakkari, Yüksekova olayları, Danıştay baskını, Atabeyler
çetesi olayları, Şemdinli’de uygulamaya konulan planın tamamlayıcı
unsurları. Aynı zincirin halkaları. Bunların bir bir arkasına ortaya
çıkmasını tesadüfle izah etmeye çalışmak, deliye postaki
saydırmaktan da öte bir iştir.
Bir
gün Şemdinli’de iki bomba patlatıldı. Halbuki, daha önceleri de
Şemdinli’de onlarca bomba patlatılmıştı. Yani hazırlık yapılmıştı.
Son iki bomba günü, bomba patlatılan kitabevinin karşı kaldırımında
park etmiş, ordu mensubu iki kişinin arabası anında saldırıya
uğradı. Arabadan neler çıktı, neler? Hatta, Gökçe Fırat, bu konuyla
ilgili yazısının bir yerinde, “arabada bir TürkSolu gazetesi eksik
kalmış” diyerek bir de espri yapmıştı. Sonra, Apo posterli, hayali
Kürdistan bayraklı, her yeri kırıp döken, devletin tüm kurumlarına
saldırılan bir gösteri düzenlendi. Bomba patladıktan iki dakika
sonra ROJ TV, Danimarka’dan “Serhıldan” çığlıkları ile yayına
başladı. Gösteriler yayıldı. Diyarbakır’da, Hakkari’de,
Yüksekova’da, Van’da, Bitlis’te, Şemdinli’yi aratır gösteriler
yapıldı. Büyük (!) başbakanımız oralara kadar giderek “Kürt
Sorunu”ndan bahsetti. Ama hiçbir sonuç alamadı. Araya Diyarbakır
Belediye Başkanı girdi. Başbakana, “siz şöyle durun, ben onlarla
anlayacakları dilden konuşur, onları yatıştırırım” dedi. Onların
anlayacağı dilden konuştu ve olayları yatıştırdı. Başbakan,
başbakanlığının ayaklar altına alındığını bile anlayamadı ya da
anladı da, anlamamazlıktan geldi. İş yargıya intikal etti. Van’da
görevlendirilmiş bir savcı, iddianame hazırladı. Kara Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt başta olmak üzere, ordu
mensupları tarafından bir çete oluşturulduğunu ve bu olayları bu
çetenin gerçekleştirdiğini beyan eden bu iddianame ortalığa bomba
gibi düştü.
Danıştay olayında TÜRKSOLU büyüyen gücü nedeniyle gündeme geldi
Günler sonra, bir avukat, belinde silahı ile, güvenlik kameralarının
çalışmadığı bir gün Danıştay’a girdi, 2. Daire’yi kan gölüne
çevirdi. Yakalandı. Daha sorgusu bile yapılmadan Başbakan Yardımcısı
M. Ali Şahin gazetecilere “Sürprizlere hazırlanın” şeklinde bir
açıklama yaptı. Bu tip suçluların sorguları Cumhuriyet Savcılığınca
yapılmasına rağmen, yargı devreden çıkarıldı ve emniyet içindeki
Fethullahçı yapılanmanın temel taşlarından biri olan, bir Emniyet
Genel Müdürü Yardımcısına verildi. Bu sefer sanığın arabasından
Danıştay 2. Dairesinin türban kararı almasına olumlu oy veren
üyelerinin resimleri basılı Vakit Gazetesi çıktı.
Sorgulamanın devam ettiği aşamada Başbakan, büyük bir çete ile karşı
karşıya olunduğunu ve ana muhalefet partisi genel başkanının da bu
komplonun içinde olduğunu söyledi. Muzaffer Tekin isimli ordudan
ayrılmış eski bir yüzbaşının arandığı açıklandı. Muzaffer Tekin’in
evinde yapılan aramada, komployu doğrulayan belgelerin yanı sıra,
TürkSolu ciltlerinin de bulunduğu kamuoyuna duyuruldu. Herhalde bu
duyuruyu yapan şahıs, Türksolu gazetesinin on beş bin tirajla
basıldığını ve yüz bine yakın okuyucusunun olduğunu bilmiyordu. Ya
da biliyordu da TürkSolu’nun gittikçe büyüyen gücünden endişe
etmişti ki, onu da hedef tahtasının önüne koyuyordu.
Muzaffer Tekin teslim oldu. Onun çetesine mensup olduğu söylenen
dört kişi ile hakim karşısına çıkarıldı. Mahkeme, Muzaffer Tekin ve
çetesi olduğu söylenen dört kişiyi de serbest bıraktı. Çünkü,
onların bu işle ilgisi olduğunu gösteren en küçük bir kanıt bile
yoktu. Cürümü işleyen sanıkla telefonla konuşmasından başka bir
kanıt getirememişlerdi. Halbuki, sanığın telefonunda belki yüzlerce
isim vardı, ama, aralarından pervasızlıkla ayıklayarak Muzaffer
Tekin’i seçtiler. Çünkü, Muzaffer Tekin emekli de olsa ordu
mensubuydu, milliyetçi güçlerle fikri planda iş birliği yapıyordu,
düzenlenen konferanslara, panellere, protesto eylemlerine
katılıyordu ve KKTC Eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a da büyük
destek veriyordu. Aranan kan bulunmuştu. Hemen üstüne atıldılar.
Emniyet içindeki Fethullahçı yapılanma
Daha
Danıştay olayının perde arkasını bırakın, perde önü bile
aydınlanmadan, ortalık toz duman içindeyken emniyet içindeki
Fethullahçı yapılanma, basına, hem de hiç olmayacak şekilde, evlere
servis yaparak bir çetenin daha çökertildiğini açıkladı. Atabeyler
çetesi mensupları olarak üçü emekli asker, sekiz kişi basının önüne
çıkarıldı. Emniyet Genel Müdürlüğü sözcüsü İsmail Çalışkan, 2
Haziran günü düzenlediği basın toplantısında, bir gazetecinin
operasyon ile ilgili bir sorusuna “Bu operasyon, Genelkurmay
Başkanlığı ile ortaklaşa gerçekleştirilmiştir” dedi. Fakat, 3
Haziran günü Genelkurmay Başkanlığı, televizyonlardan yayınlanan
yazılı bir açıklama ile, operasyondan haberlerinin olmadığını, bütün
gelişmeleri ertesi günkü gazetelerden öğrendiklerini, kamuoyuna
duyurdu. Yani, sağ elin, sol elden haberi yoktu. Bu nasıl iş
demeyin. Bu işte öyle bir iş!
En
üst düzey emniyet yetkilisinin açıklaması ile, operasyonun içinde
gösterilen Genelkurmay Başkanlığı, operasyonun bırakın içinde
olmayı, haberlerinin bile olmadığını açıklıyor. Yani operasyon,
emniyet güçleri tarafından yapılmıştır, askeri kanadın bundan haberi
yoktur. Peki öyle ise neden emniyet üst düzey yöneticisi böyle bir
açıklama yapma gereğini duymuştur? Çünkü, gözaltına alınanların
içinde ordu mensupları da vardı. Onların göz altına alınmalarından
Genelkurmay Başkanlığı’nın haberinin olması yasa gereği idi. O da,
orada zevahiri kurtarmak için böyle bir açıklama yaptı, diye
düşünüyorum. Neyse, burası bizi pek ilgilendirmiyor. Bu hesabı
aralarında görürler.
Emniyet’teki Fethullahçı grup Orduyu kendisine engel görüyor
Şimdi
gelelim sorunun temeline... Sorun emniyetin açıklamalarının doğru
olmadığındadır. Emniyet, Şemdinli olaylarından beri, tüm olayların
içinde Ordu’nun, yani TSK’nın faal olarak rol aldığını gösterme
çabasındadır. Burada, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kendisine anayasa
ile verilmiş bulunan devleti ve milleti koruma ve kollama görevini
yapamaz hale getirmek başat amaçtır. Emniyetin bundan çıkarı nedir?
Emniyetin bundan hiçbir çıkarı yoktur. Fakat, hükümete büyük destek
veren Fethullah Hoca grubu, emniyetin içerisinde güçlü bir
yapılanmaya sahiptir. Bu grup, siyasi iktidarın tercihi ile o
mevkilere getirilmiştir. Siyasi iktidarın işlevini sürdürebilmesi
için, bu grup vasıtasıyla, Ordu’nun millet nezdinde olan prestiji
aşağıya çekilmek istenmektedir. Siyasi iktidarın ve Fethullahçı
grubun, kafalarının içindekileri gerçekleştirmelerine en büyük engel
olarak Ordu’yu görmeleri, onları bu yönde çalışmaya mecbur
etmektedir. Ordu pasifize edilirse ki, Avrupa Birliği rüyası da bu
süreç içinde değerlendirilmelidir, o zaman, dikensiz gül bahçesi
içinde rahatça çalışabileceklerdir. Bu yüzden emniyet içindeki
Fethullahçı grup ve siyasi iktidar, Şemdinli’den bu yana oluşan
bütün olayların sorumluluğunu, Silahlı Kuvvetler’e ve ulusalcı
güçlere yıkma uğraşının içindedir.
Bu
olayların tümü, siyasi iktidar, emniyet içindeki Fethullahçı grup,
PKK, AB ve ABD’nin tertibidir. Çünkü; ülkemizin ve dünyanın içinde
yaşadığı siyasi şartlar, önümüzdeki bir yılı, Türkiye’nin bugün ve
yarınki kaderinin belirleneceği bir yıl haline sokmuştur. Ülke
içinde, özellikle tırmandırılan gerilim ortamı içerisinde AKP, üç
önemli seçimi atlatmanın telaşını yaşamaktadır. Ülke dışında,
yaklaşan İran operasyonu ve AB’nin reformların yavaşladığı
uyarıları, AKP’yi zor duruma sokmuştur.
AKP Büyükanıt Paşa’yı neden istemiyor
Üç
önemli seçimden söz ettik: 30 Ağustos’ta yapılacak Genel Kurmay
Başkanlığı ve Nisan 2007’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile
2007 Kasım’ında yapılacak parlamento seçimleri AKP’yi tam anlamıyla
köşeye sıkıştırmış durumdadır.
Genel
Kurmay Başkanlığına Yaşar Büyükanıt’ın getirilmesi, PKK ile olan
mücadelede, ipin ucunun Ordu’nun eline geçmesi demektir. Bu durum,
PKK’yı yok etmeye yönelik büyük bir temizlik harekatını da
beraberinde getirecektir. Doğal olarak bu harekat, AKP’nin hem
zemin, hem de prestij kaybına uğramasına sebep olacaktır. Öyle ise
ilk etapta, Yaşar Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanı olması
önlenmelidir. Yaşar Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanı olması ile
başlayacak PKK temizlik süreci ile, AKP’nin ABD desteği de sona
erecektir. Bu oluşum, daha sonra yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi
ile, genel seçimleri de derinden etkileyebilecek bir oluşumdur.
Bunun önlenmesi için, Ordu’nun yıpratılması, pasifize edilmesi
gerekir. Pasifize edilen ve yıpratılan bir Ordu, hükümetin atayacağı
Genel Kurmay Başkanına ses çıkaramaz, tepki koyamaz. Düşünülen
operas yon için genelde emniyet içindeki Fethullahçı kanat
kullanılmakta ve bütün olaylar, hükümetin bilgisi dahilinde, o
kanatın eli ile tertip edilmektedir.
Bu
arada günden güne tırmanan AKP- Ordu gerilimine de dikkatinizi
çekmek isterim. Danıştay’daki cenaze töreni sırasında, halkın ortaya
koyduğu tepkiyi olumlu bulan Genel Kurmay Başkanı “Sadece bu olayda
değil, daha başka olaylarda da bu tepkiyi görmeyi dilerim” deyince,
Başbakan sert bir çıkış yapmış, Genel Kurmay Başkanı’nı emekliye
sevk etmeyi bile ima etmişti. Fakat, burada Cumhurbaşkanı Sezer’in
tavrı önem kazandığından, onun laiklik yanı tavırlarından ürktüğü
için öncelikle Sezer’i yalnız bırakmayı düşünerek köşesine çekilmeye
zorlamaktadır.
AB de AKP’ye karşı: “AKP iktidarı eski hızını kaybetti”
İçeride tırmanan AKP-CHP gerilimi, AKP-Sezer, AKP-Ordu, AKP-ulusalcı
güçler gerilimleri AKP iktidarını zor bir dönemece taşımış ve
dönemecin başına oturtmuştur. Durum dışarıda da farklı değildir.
AKP-AB, AKP-ABD, AKP-İsrail ilişkileri de istenilen düzeyde
yürümemektedir.
AB
Komisyonu Eşbaşkanı Lagendjik 4 Haziran Pazar günü yaptığı bir
açıklamada, AKP iktidarının eski hızını kaybettiğini, reformların
yavaşladığını ve yargıya yapılan saldırının, Türkiye’nin işini
zorlaştırdığını söyledi.
Bir
gün önce TÜSİAD’ın eleştirilerine cevap veren Abdullah Gül “AB ile
işlerin istenildiğinden de iyi gittiğini ve hükümetin bütün
enerjisini AB’ye ayırdığını” söylemişti.
Fakat, görünen o ki, AB Komisyonu Eşbaşkanı, işlerin iyi gitmediğini
söyleyerek bir gün sonra, adeta Abdullah Gül’ü tekzip etme gereğini
duymuştur.
İran operasyonu ve AKP
ABD
İran’a operasyon kararını yakınlaştırıyor. Türkiye ne yapacak?
ABD’nin kendisine biçtiği rolü mü oynayacak yoksa İran’ın yanında mı
yer alacak? Bize göre, kendisine biçilen rolü oynayacak.
Aslında oynamaya başladı bile... Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi daimi üyesi ülkeler ile Almanya’nın Dışişleri Bakanlarının
yaptıkları ortak çalışma sonucunda, çıkan karar, ABD Dışişleri
Bakanı Condoleezza Rice tarafından İran Dışişleri Bakanı’na
bildirilmesi için Abdullah Gül’e havale edilmiş, o da görevini
yaparak kararı İran Dışişleri Bakanına iletmiştir.
Elbette, sadece bu olaya bakarak karar vermiyoruz. Öncesinde de
neler olduğunu sizler de biliyorsunuz. Fakat, bu bizim öngörümüz.
AKP iktidarı halen bu sorun ile boğuşuyor ve önünde en büyük
sorunlardan biri olarak duruyor.
PKK’ya müdahalenin önündeki engel ABD değil AKP’dir
PKK
üzerine ABD ile ortak bir harekat yapılması sorunu da ortada,
muallakta duruyor. Kandil Dağı da her gün can almaya devam ediyor.
Akan ve bir sürü ödüne rağmen durdurulamayan bu kanın, iktidarı
sarstığı da bir gerçek. Sebep olarak, operasyon yapmayan ve
yaptırtmayan ABD gösteriliyor, ama, bana göre sorunun temeli AKP’nin
iç dengeleridir. Çünkü, AKP içinde bu operasyonun yapılmasının
zaruri olduğunu düşünenler olduğu gibi, bunun asla yapılmamasını
isteyen hatırı sayılır milletvekili olduğu da bir gerçek. Bu
durumda, bu operasyonu AKP yapamaz demek, herhalde en doğrusu olur.
Danıştay tertibi öncesinde, millet,Türk Ordusu’nun Kuzey Irak
operasyonunu tartışıyordu. Danıştay baskını ile, tartışmalar bıçak
gibi kesildi. Komplonun boşa çıkarıldığının en büyük göstergesi,
Türk milletinin en acil sorun olan Kürt bölücülüğü sorununa geri
dönmesidir. Artık, PKK konuşulmalı, sönen ocaklar konuşulmalı,
bölünen ülke konuşulmalı, istila edilen bölgeler konuşulmalı ve Kürt
bölücülüğüne karşı mücadele konuşulmalıdır. Bu konuşma içinde
AKP’nin yerinin olmadığı açıktır. PKK’nın Türkiye’deki destekçisi,
ABD’nin Türkiye’deki destekçisidir. Çünkü, PKK; ABD’nin ileri
karakoludur. Kim ABD ile birlikte ise, o PKK’nın destekçisidir.
İktidar yıkılma noktasına geldi
Bütün
bu gelişmeler ve ülkede tırmandırılan gerilim ortamı, AKP’yi köşeye
sıkıştırmıştır. AKP hükümetinin artık suyu ısınmıştır. Dış
destekler, neredeyse sıfırlanmış durumdadır. Cumhuriyeti ve tam
bağımsızlığı savunan başta Cumhurbaşkanı, Ordu, Yargı kurumları ve
ulusal güçlerin karşısında, yurdun her yerinde yuhalanan bir AKP
vardır. Siyasi arenalarda, muhalefet etmek yerine iktidarı yıkma
söylemleri artmıştır. Bu durumda AKP, artık bu ülkeyi daha fazla
yönetme şansına sahip değildir. AKP iktidarı yıkılma noktasına
gelmiştir.
Toplumun bütün dinamik güçleri ile kavgalı olan, Ordu’ya, Yargı’ya
ve ulusalcı güçlere komplolar hazırlamaya çalışan, PKK terörünü yok
etmeye gücü yetmeyen, Danıştay’daki cenaze töreninde Başbakanı ve
bakanları yuhalanan bir iktidarın yaşaması mümkün değildir. Seçim
sandığı mutlaka milletin önüne getirilmelidir. Bunun sağlanması için
miting, grev gibi demokratik haklar kullanılmalı; millet, meydanları
doldurmalıdır.
ABD’nin turuncu darbelerinin ilki ile iktidar yapılan AKP kırmızı
beyaz bayraklarla doldurulan meydanların gücü ile iktidardan
indirilmelidir. Gökçe Fırat’ın deyimiyle “Yıkılana kadar sallamak,
meydanları doldurmak” gerekir.
Sivil
güçler, iktidarı ancak halkın inanç ve desteği ile yıkacaklardır.
Halkın gücü karşısında hiçbir gücün duramayacağını, artık AKP
iktidarı da anlamak zorundadır. Önünde iki seçenek vardır. Ya erken
seçime gidecektir, ya da iktidarı zorlayacaktır. İktidarı zorlamanın
nelere gebe olduğunu herhalde düşüneceklerdir. Burası ABD ya da
herhangi bir Avrupa ülkesi değildir. Burası Türkiye’dir ve
Türkiye’nin dünyanın hiçbir ülkesine benzemeyen şartları ve moral
güçleri vardır. Kendisinden önce iktidarı zorlayanların nelerle
karşılaştıklarını, herhalde AKP kurmayları da bilmektedirler.
Bu
iktidar Türkiye’ye, Türkiye Cumhuriyetine, Türk devletine ve Türk
milletine zarar vermektedir ve bu yüzden gitmelidir.
Gitmiyorsa
yıkılmalıdır!
http://www.turksolu.org/109/adiguzel109.htm
|
Kürt-İslam
Mahkemeleri
Türksolu
Dergisi
Gökçe Fırat
Şemdinli tertibi nasıl gerçekleşti
Kürt-İslamcı AKP iktidarının devlet kadrolarını Kürt-İslamcılaştırma
çabasının çok yakın gelecekte Türkiye’ye nasıl bir “hukuk” düzeni
getireceği Şemdinli mahkemesinin kararı ile birlikte daha net
görüldü
Bilindiği gibi Şemdinli’de PKK üyesi olmaktan 15 yıl hapis cezasına
mahkum edilen Seferi Yılmaz’a ait bir “kitabevi”ne “bomba” atılmış,
“kitabevi sahibi” eski PKK’lı Seferi Yılmaz “bomba atılan”
kitapçıdan dışarı çıkmış, kapının önünde bekleyen bir sivil arabayı
görmüş, arabaya doğru ilerleyerek o sırada o caddede bulunan birkaç
yüz kişilik PKK’lı grupla birlikte arabaya, arabadaki astsubay Ali
Kaya ve iki istihbaratçıya saldırmış, arabasını yakmış, o sırada
yine orada bulunan Danimarka’dan yayın yapan PKK televizyonu Roj TV
Şemdinli’den naklen yayına başlamıştı.
Bu
olay neresinden bakarsanız bakın bir komploydu. Ancak komployu
yapanlar sanki bizlerle alay edercesine yapıyordu bu işi.
Olayın hemen ertesi günü gazeteler Susurluk manşetleri atmaya,
“derin devlet” yorumları yapmaya başlamış ve PKK mahkumu Seferi
Yılmaz’la röportaj kuyruğuna giren basın onu bir demokrasi kahramanı
ilan etmeye başlamıştı.
Şemdinli olayı olur olmaz TÜRKSOLU Türkiye’deki tüm basının tersi
bir tavır aldı, bunun Ordu’ya yönelik önemli bir komplo olduğunu
yazdı. Komplonun düzenleyicileri olaraksa AKP ve PKK’yı adres
gösterdik.
O
zamanlar ortada Şemdinli iddianamesi henüz yoktu, Ferhat Sarıkaya
yoktu, Orgeneral Büyükanıt’ın adı henüz geçmemişti. CHP ve
Cumhuriyet gazetesi dahil her çevre olayı Türk Ordusu’na yıkarken
bir tek TÜRKSOLU olayın bir komplo, bir provokasyon olduğunu
yazıyordu. Şemdinli bize göre AKP iktidarının önemli bir hamlesiydi.
Gerçekten de bir süre sonra Ferhat Sarıkaya’nın iddianamesi geldi,
Orgeneral Büyükanıt çete lideri olmakla suçlandı. O anda Susurluk,
“derin devlet” gibi bir oltaya atlayan kimi insanlar uyanıverdiler.
Şemdinli’deki araçta demek ki astsubay değil, Orgeneral Büyükanıt
linç edilmek istenmişti!
Saflar birden yer değiştirirken, Orgeneral Büyükanıt’ı suçlayan
Emniyet İstihbarat Daire Başkanı ve savcı görevden alındı. Kamuoyu
olayın Ordu’ya yönelik bir tertip olduğuna büyük ölçüde kanaat
getirmişti.
İddianame nasıl hazırlandı...
Fakat
bu sırada Şemdinli davası da başlamıştı.
Aslında iddianamenin hazırlanması, bu arada Meclis’te kurulan
Araştırma Komisyonu Türkiye’de bir şeylerin nasıl da değiştiğini
gösteriyordu. Ki bizce bu değişikliğin üzerinde durmak yarına hazır
olmak için son derece önemlidir.
Şemdinli olayı yargıya yansıdığı andan itibaren Meclis’te bir
araştırma komisyonunun kurulmasına kimse tepki göstermedi. Oysa
yargıya intikal etmiş bir soruşturmaya Meclis’in dahi karışma
yetkisi yoktur. Kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, yasama organı
olan TBMM yargıya müdahale edemez. Oysa Komisyon çalışması doğrudan
yargıyı yönlendirecek, baskı altına alacak bir çalışmaydı.
Komisyon üyeleri ne hikmetse hep Güneydoğulu milletvekillerinden
oluşuyordu ve tanık olarak da hep PKK’lılar dinleniyordu. PKK
mahkumu Seferi Yılmaz gibi bir bölücü itibar sahibi olmuş, Meclis
Araştırma Komisyonuna akıl veriyordu.
Fakat
yasama organının yargıya müdahalesinin bununla sınırlı olmadığı da
görüldü. Savcı Ferhat Sarıkaya Meclis Araştırma Komisyonu ile temas
halindeydi. Araştırma Komisyonu Başkanı, komisyondan bile gizlice
savcı Ferhat Sarıkaya’ya ifadeleri gönderiyordu.
Daha
da ötesi, savcı Sarıkaya idianamesini bitirdikten sonra bu
iddianameyi e-maille aynı komisyon üyesine gönderiyordu. Oysa
iddianameyi hazırlayan savcı bunu sadece mahkemeye sunabilirdi.
Buraya kadar olan düzenek iyi işliyordu.
Şemdinli’de yuvalanan PKK hücresi, TBMM Komisyonu, Adalet Bakanı,
İçişleri Bakanı, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı, Van Adliyesi
arasında inanılmaz bir eşgüdüm vardı.
Artık
ortada bir iddianame değil, senaryo vardı. Bu senaryonun baş
destekçisi ise Fethullahçı medyaydı.
Fakat
senaryo bir noktada kesintiye uğradı. Ferhat Sarıkaya meslekten
atılınca Şemdinli davasının iddianame sahibi ortadan kalkmış oldu.
Onun
görevden atılması ile birlikte normal bir hukuki işleyiş
başlayabilirdi ama olmadı. Yeni savcı iddianameyi aynen sahiplendi.
Oysa iddianameye siyaset karıştırıldığı ortadaydı. Normalde yeni
savcının tüm iddianameyi baştan, siyasal önyargıdan uzak bir şekilde
hazırlaması gerekirdi. Fakat bu yapılmadı. Dava aynı iddianame ile
başladı.
Bu nasıl mahkeme
Üstelik iddianame kısmından sonra dava kısmı tam anlamıyla bir hukuk
katliamı oldu.
Mahkeme önünde herkes eşittir. Devlet görevlisi de, sıradan vatandaş
da birdir. Ancak mahkemeler, hakimler, kanaat belirlerken tarafların
geçmişlerini göz önünde bulundururlar.
Örneğin bu davada bir tarafta PKK üyesi olmaktan 15 yıla mahkum bir
Seferi Yılmaz’la, diğer tarafta devlete hizmet etmiş, pek çok
takdirnamesi olan bir astsubay arasında kanaate hükmedecek hakim,
kendi siyasal tercihlerine göre hareket edemez.
Ama
bu davada böyle olmamıştır. Sanıklar aleyhine delil olmadığı için
hakimler kanaatle karar vermişlerdir.
Peki
o kanaat nedir? Devlet görevlilerinin suçlu olduğu!
Hakimler kanaat belirlerken Fethullahçı medyanın derin devletle
mücadele eden yazarları gibi hissetmiş ve o şekilde karar
vermişlerdir.
Fakat
sadece karar aşamasında değil önceki saflhalarda da büyük
hukuksuzluklar yaşanmıştır.
Örneğin devlet görevlileri, Jandarma Komutanlığının raporları,
mahkeme heyeti tarafından dikkate alınmamıştır. Oysa mahkeme
heyetinin bu tür devlet rapor ve elemanlarına öncelikle dikkat
etmesi gerekirdi.
Fakat
bu davada bir Türk mahkemesi, PKK’lıları ve yandaşlarını dinlemiş,
dikkate almış, onların beyanlarına göre kanaat oluşturmuş ama Türk
Ordusu mensuplarını dinleme zahmetine bile katlanmamıştır.
Sanık
avukatları olayın büyük bir provokasyon olduğunu, daha derinlemesine
bir soruşturma gerektiğini belirtmiş, yeni tanıklar bulmuş,
soruşturmanın genişletilmesini talep etmişlerdir. Normalde mahkeme
heyetinin sanık avukatlarının bu taleplerini dikkate alması gerekir.
Neden
gerekir? Çünkü sanıklar zaten tutukludur, yeni tanık dinlenmesi ya
da soruşturmanın genişletilmesi sanıklara bir yarar sağlamayacağı
gibi bu davanın uzamasından zarar görecek bir kişi de yoktur. Bu
noktada mahkeme heyetinin sanık avukatlarının talebini reddetmesinin
imkânı yoktur. Reddederek hukuk dışı hareket etmişlerdir.
Fakat
mahkeme heyeti açısından daha söylenecek çok şey var.
Aynı
mahkeme heyetinin Van Üniversitesi Rektörü’nü de aynı şekilde iki ay
tutukladığını biliyoruz. Ama rektör şu an görevinin başındadır!
Demek ki mahkeme heyeti güçlü hukuki delillerle değil kanaatle
hareket etmeyi alışkanlık haline getirmiştir.
PKK’dan al haberi
Bu
davada ise mahkeme heyetinin ne yapacağını PKK’nın yayın organı
zaten bilmektedir!
13
Haziran tarihli Özgür Gündem gazetesinde aynen şunlar yazılmıştı:
“Kararın bugünkü duruşmada ya da yetişmemesi halinde en fazla birkaç
gün içinde çıkması bekleniyor. Bu arada mahkeme başkanının da
tayininin çıktığı ve 19 Haziran’da ayrılmadan önce Şemdinli davasını
karara bağlayacağı kaydediliyor.”
Şimdi
ne var bu haberde diyebilirsiniz. Haberin tarihi 13 Haziran. O gün
Şemdinli duruşması var. Henüz duruşma yapılmamış. Yani o günkü
duruşmada ne olacağı bilinmiyor. Belki mahkeme o gün karar
verebilirdi.
Ama
Özgür Gündem mahkemenin o gün karar vermeyeceğini biliyor. Daha da
garibi, mahkemenin bir sonraki duruşmasının 19’unda yapılacağını da
biliyor!
Yani
Özgür Gündem bir tek 19’undaki duruşmada sanıklara 39.5 yıl hapis
verileceğini yazmamış!
Peki
13’ündeki mahkeme neden son savunma için sadece altı gün sonrasına
karar kılar?
Normalde bu tür davalarda en az bir ay, hatta Erbakan’ın davalarında
3 aylık bir süre tanındığını biliyoruz. Yani son savunma önemlidir,
mahkemeler de son savunma için 6 gün süre vermezler. Burada da
hukukun doğruyu bulmak için değil infazı bir an önce gerçekleştirmek
için işletildiğini akla getiriyor.
Ama
daha önemli bir ayrıntı da var. Mahkemeden bir gün önce Ali Kaya
GATA’ya sevkediliyor. Bu durumda son duruşmaya katılamıyor. Ceza
davalarında ise sanığa son söz hakkı verilir ve bundan önce karar
verilmez. Bu durumda mahkeme heyetinin 19’unda karar vermesi
beklenemez. Nitekim PKK’lı avukatlar astsubayın kararı geciktirmek
için GATA’ya kaldırıldığını yazıyor. Ama mahkeme heyeti de PKK’lı
avukatlarla aynı kanaatte ki son sözü bile sormadan 39.5 yıl hapis
veriyor!
Dikkat edelim sıradan bir cezadan değil 39.5 yıl hapisten
bahsediyoruz.
Kürt-İslamcının adaleti
Hukuki ayrıntılardaki tutarsızlıklar, hukuksuzluklar ve çok açık bir
şekilde tertipler çoğaltılabilir. Fakat burada asıl meselemiz bu
değil.
Şemdinli davası açılışından kapanışına kadar tam anlamıyla adaletin
ne duruma geldiğini göstermektedir. Artık bu ülkede hiç kimsenin
adil yargılanma güvencesi kalmamıştır. Adalet Bakanlığı içindeki
kadrolaşma mahkeme seviyelerine ulaşmış, karar mercileri
Kürt-İslamcıların denetimine geçmiştir!
Mahkeme Yaşar Büyükanıt’ı yargılayamamıştır ama sadece şimdilik. Bu
ülkenin bir rektörünü suçsuz yere, gereksiz yere iki ay hapse
atabilecek kadar kendilerine güvenmektedir bu Kürt-İslamcı kadrolar.
Ferhat Sarıkaya’nın görevden alınması onları biraz ürkütse de
kanlarındaki Kürt-İslamcı devlet düşmanlığı geni ağır basmakta,
yargılayıp cezalandıracak bir Türk aramaktadırlar!
Ordu mensubu aramaktadırlar!
Artık
adliyenin niteliği değişmiştir. Türk adaletinin yerini Kürt-İslam
mahkemeleri almıştır.
Danıştay’a yapılan saldırı burada anlam kazanmaktadır. Yine bir
Kürt-İslancı olan Başbakan, Danıştay’ı açıkça tehdit ediyor ve engel
olarak suçluyordu. Hemen ardından yine aynı bölge doğumlu bir
Kürt-İslamcı tetikçi Danıştay’ı bastı!
Şimdi
Şemdinli davası Yargıtay’a gidecek ve oradan geri dönecek. Bunu
kararı veren mahkeme heyeti de gayet iyi biliyor. Ama bilmesine
rağmen bu kararı veriyor. Çünkü devlete, yargıya ve Ordu’ya mesaj
veriyorlar!
Demokrasi, insan hakları, hukuk diye diye iktidara gelenler, artık
hukuku rafa kaldırmışlar, komplolar, baskınlar, infazlarla iş
görmektedirler.
Artık
Türkiye’de bir Kürt-İslamcı çete iktidarı vardır
http://www.turksolu.org/110/basyazi110.htm
|
Yaşar
Büyükanıt Görevde
|
Dr. Alptürk Ünlü
|
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun üzerinden yaklaşık seksen
üç yıl geçmiştir. Şu anki Genelkurmay Başkanı, bu göreve
gelen, yirmi beşinci kişiymiş. Bu göreve geçmişte
gelenlerden örneğin Salih Omurtak, Rüştü Erdelhün, Cemal
Tural ya da Semih Sancar adını içimizdeki kaç kişi hatırlar?
Eskilerin Erkanı Harbiye Reyisi dedikleri, bu makama geliş
sürecinde, hiçbir Genelkurmay Başkanı adayına, Yaşar
Büyükanıt’a karşı yapılan komplolar yapılmamıştır |
Birincisi Yaşar
Büyükanıt’a niçin bu komplolar yapılmıştır? İkincisi; Yaşar
Büyükanıt’a komploları yapan mihraklar, kimlerdir ve
nerelerden beslenmektedir?Bilindiği üzere son bir yıldır,
başta “Şemdinli Olayları” adıyla ülke gündemini
bulandıranlar, aslında Yaşar Büyükanıt’ın önünü kesmeye
çalışanlardır. Bu olaylarda, iki yönlü güç unsuru
belirmiştir. Buna göre birinci yön, görevden alınarak,
işinden atılan savcı ve benzeri anlayıştaki şahısların
yüksek puropagandasından kaynaklanmaktaydı. Bu savcının bir
cemaatin adamı olduğu söylenmiş, bu anlayışın da olayın bir
yönünü temsil ettiği ifade edilmiştir. “Şemdinli Olayları”
tezgahının diğer ucunda da ise PKK’lılar vardır.
PKK’lılar bu konuyla ilgili olarak, Yaşar Büyükanıt’a şöyle
saldırıyorlardı:“Koma Komalen Kürdistan Yürütme Konsey
Başkanı Murat Karayılan, Van Başsavcısı'nın hazırladığı
iddiyanamenin buzdağının görünen küçük bir parçası olduğunu
söyledi. ''Kürt sorunu varoldukça bu tür çeteler her zaman
olacaktır'' diyen Karayılan, “Kürt halkına karşı kirli savaş
yürüten çetelere Büyükanıt’ın komutanlık yaptığını
belirtti.”
Üstelik PKK mensuplarından Murat Karayılan, Şemdinli
konusunda savcı Ferhat Sarıkaya adlı şahsın iddiyanamesinden
istifade etmeyi de iyi bilmiştir: Karayılan bu sayede
şunları da belirtmektedir:“Aslında bu Susurluk’ta ortaya
çıktı ama üzerine gidilmedi üzerine gidilmediği için
Şemdinli’de suçüstü yakalanma oldu. Şimdi her taraftan
yığınla çaba gösterilerek bunun da üstü örtülmeye
çalışılıyor. Bana göre sayın savcı gördüklerinin bir kısmına
iddiyanamede yer vermiştir. Savcının iddiyanamede ifade
ettiği şeyler buzdağının sadece görünen ve açığa çıkan
yanıdır.”
Bu iki gurubun ve besledikleri adamların yakın dönemde, Türk
milliyetçiliğine karşı tavırlarını çok net biliyoruz. Bu iki
gurubun çizgisinde gidenlerin, Yaşar Büyükanıt’la sorunları
var mıdır? Varsa nedir?Bunlar da, iyi düşünülürse gayet
kolay bulunur. PKK’lar zaten bu konudaki tavırlarını açıkça
ortaya koymaktadırlar. Diğer tarafa mensup ya da yakın
olanlar da, kendi çaplarında bir şeyleri ileri
sürmektedirler. Fakat bunlardan da vahim olanı, kendilerini
Türk milliyetçisi gibi gösterip tavır koyanlardır.Bunların
da internetteki siteleri iyi incelendiğinde, kurnazca
hazırlanan uzaktan kumandalı bir sıtratejiyi, harfi harfine
takip ettirildikleri görülmektedir.
Örneğin Milliyetçilik adına palavra sıkan bu site sahipleri,
Ferhat Sarıkaya ve Sabri Uzun gibi belirli görüşte oldukları
bazı basın tarafından ifade edilen şahısları,
sahiplenebiliyorlar ve onları özellikle de yazılarında
kollamaya çalışıyorlardı. Yoksa, internetteki incelediğimiz
bu site sahipleriyle, onların aralarında gizli bir mutabakat
mı vardı? Ayrıca kollamaya çalıştıkları kişiler, Türk
milliyetçisi miydi(?) Ya da onlardan bizim mi haberimiz
yoktu? Neyse, şimdilik bunların hepsini geçelim. Site
sahiplerinin bu konuda ne dediğine bakalım:
“Kirli oyunlarına alet olan piyonlarının beceriksizliği
başına dert ve sıkıntıya yol açan Org. Büyükanıt, bu yapılan
hataların, planını bozmaması ve oyununun devam edebilmesi
için çareyi, bu AÇIK ların üzerine gidebilecek kişi ve
kurumları susturmakta buluyor.
Önce Şemdinli İddiyanamesi’ni hazırlayan Van Savcısı Ferhat
Sarıkaya’yı görevinden ihraç ettiren Org. Büyükanıt,
arkasından Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’u
görevinden aldırdı. Şimdi ise sıra MİT Müsteşarı, ‘Emre
Taner’de.”
Dikkat ediniz! Yaşar Büyükanıt’a ağır bir iftira atıyorlar.
Aziz okuyucular! Ferhat Sarıkaya ve Sabri Uzun’un hangi
cemaate yakın olduğunu düşününüz ve yukarıdaki cümleleri
yorumlayınız. Neyi göreceksiniz? Ayrıca bu konuda internette
malum sitenin sahipleriyle, bildiğiniz cemaatin
yayınlarındaki bilgi ve isteklerin örtüştüğünü
görebilirsiniz. Yani Ferhat Sarıkaya ve Sabri Uzun’dan,
Yaşar Büyükanıt rahatsızmış. Hiç düşündünüz mü? Örneğin,
“hırsız evin içinde” diyen bir şahıs hakkında ve sağa sola
Şemdinli Şemdinli diyerek yana yakıla saldıran Ferhat
Sarıkaya hakkında kim rahatsız olmaz? Elbette PKK ve
yandaşları! Bu Ferhat Sarıkaya, madem bölgede savcıydı, PKK
ve bölgedeki yandaşları üzerine neyin savını geliştirdi.
Böyle bir savı varsa, hangi kamuoyu önüne taşıdı. Onun
savlarını Murat Karayılan’da kullanıyor ama hangi savını,
Şemdinli deki savını. Al! İşte Ferhat Efendinizi... Siz evin
içinde hırsız var derseniz, PKK ile mücadele edebilir
misiniz? Bunu diyen kim? Üst düzey emniyet mensubu? Nasıl o
görevlere kadar bu ülkede çıkmış, iyice düşünülmeli! Ev
neresi? Türkiye cumhuriyeti ve onun ilçesi emdinli. Evin
içindeki hırsız olarak suçladığı kim? TSK mensupları...
Görüyor musunuz tablonun vahametini...O şahıs aklınca evin
içindeki hırsızı gösteriyor da, ev sahibini niye
göstermiyor? Bu durumda TSK’lılar hırsız olursa, evin sahibi
kim olabilir? Başka alan kalmıyor. Diyelim ki ev Şemdinli,
hırsız belli. Ev sahibi kim? Acaba PKK’lılar mı? Onlar
nerede?
Malum internet sitecilerinin kafalarının içindeki,
sevmedikleri Yaşar Büyükanıt görevde olmasın da, ne olursa
olsun anlayışı vardı! Bu mudur istenilen? Fakat ne derlerse
desinler, Sarıkayalar’ı, Uzun’ları savunanların, Türk
milliyetçiliği söylemleri, biraz değil ama, korkunç bir
şekilde tarikatçılık, cemaatçilik kokuyor. Her şeyi kamufle
edebilirler. Aklımızı da mı, gördüklerimizi de mi,
yaşadıklarımızı da mı kamufle edecekler?
Milliyetçilik yapacaksan delikanlı gibi yapacaksan,
kırılıyorsan, kıvrılıyorsan,bükülüyorsan meydan burası değil
dans pistidir.Utanmazca Türk milliyetçiğini kullanan site
sahipleri, o kadar ipe sapa gelmez görüşler ileri sürmüşler
ki, inanılacak gibi değil! Bakınız şu yazdıklarına ve
iftiracıların hallerini görünüz!
“Başlarında Org. Mehmet Yaşar Büyükanıt’ın bulunduğu cuntacı
azınlıkların üretmeyi arzu ettikleri “ulusalcı” prototipi,
işte eli kanlı saldırgan avukat Alparslan Arslan’ın ta
kendisidir.
Bu Devlet ve Millet düşmanı katil Av. Alparslan Aslan;
düşünce yapısı ve faaliyetleriyle, Org. Mehmet Yaşar
Büyükanıt ve Cunta’sına bağlı olan Veli Küçük ve maaşlı
katilleriyle, Taner Ünal ve VKGB’yle, Sedat Peker ve
mafyasıyla, Doğu Perinçek ve Maocu partisiyle, Cevizoğlu ve
Yeniçağ gazetesiyle, Kemal Kerinçsiz ve Hukukçular Birliği
Derneği’yle, Ümit Özdağ ve diğer dava hainleriyle aynı
ekibin içindedir. Alparslan Arslan; azınlıkların tasarladığı
şekilde beyni yıkanmış bir “ulusalcı” mankurttur.”
Yukarıdaki görüşlere bakınız! Bunun neresi, Türk
milliyetçiliğine yöneliktir. Böyle bir yaklaşımı Türkiye’de
kimler yapmaktadır? Kimlere ne kazandırabilir? Onu da siz
bulunuz! Biz yukarıdaki bazı isimleri, kendi inandığımız
düşüncemize göre, pek olumlu bulmamamıza rağmen, hepsine
birden iftira, çamur ve sığ bir anlayışla saldırı
yapılmasını da doğru bulmuyoruz.
Yaşar Büyükanıt’a saldıran gurupların başında da, bir de
sözüm ona milliyetçi(!) olduğunu söyleyenlerin, bulunması
çok ilginç! Bu sahte milliyetçiler, akla, mantığa ve Türkiye
gerçeklerine oturmayan pek çok şeyi kafalarına göre
kurgulamışlar. Ne kadar acı bir durum! Biz tüm bunları,
ülkemizde milli değerlerin alt üst edildiği ortamda, kasıtlı
olarak Türk milliyetçiliğinin önünün kesilmesi, TSK ile Türk
milliyetçiliği arasında çelişkilerin oluşturulması adına
kurgulanıp sunulmuş olan bir sitenin anlayışıdır diyoruz..
Bu anlayışı sitelerinde hezeyana ve büyük çelişkilere kadar
vardıran kişilerin, bazı yazılarını görünce de, insanların
şaşırmaması da normal değildir. O nedenle bize, bu
şahısların Türk milliyetçiliği hakkındaki görüşleri, şüpheli
gelmektedir. Bunlar, sembol olarak Ergenekon çıkışını
kullanabilirler. Kürşat diyebilirler. Alpaslan Türkeş’in
adını zikredebilirler ve başka başka şeyleri de
kullanabilirler. Bu anlamda, pek çok şeye sahiplenmiş olarak
da kendilerini özellikle göstermeye çalışıyorda olabilirler.
Fakat ABD ve CİA gibi, ülkemiz adına en büyük ihanet
kumpasını kurmuş olan mihrakları da görmezden geliyorlar.Ya
da bu konuda hedef saptıran tespitler yapıyorlar.Örneğin
şunları yazıyorlar:
“Onlar bu menfur emellerinden hala vazgeçmediler;
İngiliz’in, Rus’un, Alman’ın ve daha nicesinin imparatorluk
hayalleri bitmedi.”Bu cümlede en başta olması gereken
Amerikalının adı nerede? Türklüğün günümüzdeki en büyük
düşmanları, niçin kamufle ediliyor? Kimin kime ihtiyacı
vardır? Kim kimi, Türk milletinin gözünden kaçırmaktadır?
Acaba bunların, ABD’ye diyet borcu mu var? Bunun için mi
CİA’de gözden uzak tutuyorlar? Şu iyi bilinsin! Günümüzde
ABD ile her alanda mücadele etmeyene, Türk milliyetçisi,
denemez! Bunun için Fethullaseverci olarak düşündüğümüz
kişiler, Türkiye’de MI5’in etkili olduğunu vurgularken bu
arada CİA, yine kamufle ediliyor. Buna da örnek aşağıdaki
yazıdır:“İngiliz İstihbarat Servisi MI5’in, Türkiye’deki
marjinal sol kesimi manipüle etmek için yıllardır kullandığı
ajan - Maocu parti lideri, yayınladıkları ‘Karanlık’
dergisinde, Milliyetçi Liderliğe salyalı hakaretler ve
iftiralarla saldırdı.
...iftira ve hakaretlere cevap vermek üzere buradan, evveli
sağcı, ortası Maocu ve sonu da sahte Atatürkçü olan “İngiliz
ajanına ve onun destek verdiği Sahte İkinci Atatürk adayına”
sesleniyoruz.”
Aynı şekilde sözde, Türk askeri olduklarını söyleyen bu
internetçiler, sabah akşam ABD’de yatıp kalkan, Fethullah
Gülen hakkında gıklarını çıkaramıyorlar. Biz diyoruz ki,
Kurt Türkçede iki anlamda kullanılır. Bunlardan birincisi,
dağlarda, ovalarda, yaylalarda, Sibirya’dan Hindistan’a
Avrupa’dan Ortadoğu’ya, Kanada’dan Kuzey Amerika’ya kadar
yayılmış olan malum Kurt...Bir de elmalarda, incirlerde,
kirazlarda ve de insan dahil, kokuşan canlılarda olan Kurt
vardır. Ben bunu, Kurtçuk olarak isimlendiriyorum. Şimdi,
İnternette, Türk milliyetçiliğini kullanan kurtçuklar var.
Bunlar tezgahlarını, purovakasyonlarını kurmuşlar, habire
vuruyorlar. Aynı dünkü süreçte, yani 1950’lerde olduğu
gibi...O zaman ki Milliyetçiler Derneğindeki ağbileri
gibi...Kendilerine ve kamuoyuna, Bekir Berk’in adını,
Milliyetçiler Derneğindeki seminerlerini, hedef saptırıcı
çalışmalarını hatırlatırız. Bilmiyorlarsa yeni ağbilerine
sorsunlar. Biliyorlarsa da dürüstlük adına, oturup
sussunlar.
Bu kurtçuklar, yaklaşık on ay önce, 12 Kasım 2005’te şöyle
yazmışlar:
“Şemdinli'deki iş kazasında açığa çıkan olay lokal değildir
ve ülke çapında devam eden purovakasyonlar serisinin küçük
bir parçasıdır (...) Bunlar, kendi şahsi emelleri için bu
vatanın evlatlarını birbirine kırdıracak, kendi askerine,
polisine, savcısına, hakimine purovokasyon yapacak kadar
alçalmış, vatan hainleridir. milletin devlete ödediği
vergilerle satın alınmış silahların, yine bu milletin
evlatlarını öldürmek için kullanılması bir ulusal ihanettir.
Milliyetçileri, Kürtlerle savaştırmak için yeniden sokaklara
çekmeye çalışmak vatana hıyanettir.”
Demogojiyi görüyor musunuz? Yukarıdaki bu ağız, iyi
incelenirse kimin olabilir? Yok efendim “Milliyetçileri
Kürtlerle savaştırmakmış, kendi askerine, polisine,
savcısına, hakimine purovakasyonmuş”, ne kadar kurnazca ve
aşağılıkça bir hedef saptırma. Kendi askeri dediği herhalde
ordudan YAŞ kararı gereği atılanlar olsa gerekir. Din
istismarcılığına payanda olanları da TSK’nın başında
taşıyacak hali de olmasa gerekir! Polis dediği de, acaba
Süleyman Uzun mudur? Savcı ise, düşüncesini çok sevdikleri,
sitelerindeki bazı yazılarda, özellikle referans olarak
aldıkları, Ferhat Sarıkaya ya da benzeri görüşteki biri
olmasın sakın?. Onların dediği hakimleri de sizler düşünüp,
bulunuz!Görüyor musunuz? Malum bezirganların kurguladığı, bu
tezgahtaki düşüncelerin. ibretle incelenmesi gerekir..Buna
göre; tarikatçı ve bölücü güçlerin müttefikliğinde
oluşturulup, medyaya sunumu yapılan Şemdinli Olaylarındaki
hedef adam, o zamanlar önü kesilmeğe çalışılan Yaşar
Büyükanıt değil miydi? Peki, malum cemaatseverlerle PKK
niçin Yaşar Büyükanıt’a çamur atıyorlardı. Bu çamuru avuç
avuç alarak, internet kurtçukları da niye alet oluyordu?.
Bunları bilmek ve anlamak için, kahin ya da bilgiç olmaya
gerek yoktur. Onlardaki Yaşar Büyükanıt korkusu, bu ülkede
beslendikleri ve siper aldıkları ortamın bozulacağı
endişesinden kaynaklanmaktaydı. Zira Beren’nin dedesi, bu
konuda onları hiç rahatsız etmemişti. O göreve nasıl
gelmişti ve görevi boyunca ne yapmıştı? Yaptığı şeylerin
kime ne faydası olmuştu? Bunlar incelenmeğe değer. Niye
torunun adı Beren’di? O da incelenmeğe değmez mi?
Şehit cenazelerine selefinin aksine sürekli giden ve
hayatının önemli bir kesiminde Güneydoğu gerçeği yer tutan,
Yaşar Büyükanıt, bu yüzden mi, bazılarının korkmasına yol
açıyordu?Bu şahıslar bunun için mi Yaşar Büyükanıt’ın önünü
kesmek istiyorlardı? Bu sorunun cevabı gayet açıktır. Yaşar
Büyükanıt, onların dişine ve anlayışına göre bir Genelkurmay
Başkanı olarak gözükmüyor. En azından bizim gelşmelerden
anladığımız bu. Tarihin bunu doğrulayıp doğrulamayacağını da
yaşayarak göreceğiz. Onun selefinin rotasından çıkacığından
korkanlar, ona saldırmayı kendileri için bir amaç
edinmişlerdir. Böylesi hayin mihraklar, elbette Yaşar
Büyükanıt’ın “Çuval Geçirme” ve “Kırmızı Noktalar” gibi
konulardaki duyarlılığının selefinden çok ilerde olduğunu
bildikleri için de, komplolarını kurmuşlar ve hiyanet
denizine ağlarını salmışlardır.Bizim hayatımızda, Yaşar
Büyükanıt’ın sadece televizyonlarda ya da gazetelerdeki
görüntüsünden öte bir tanışıklığımız da yoktur. Fakat, onu
tanıyan, Kara Harp Okulundan da sınıf arkadaşı olan ve arada
bir görüştüğümüz emekli asker bir büyüğümüzden
(Ü.Ç.)aldığımız bilgiler vardır. Aynı zamanda, aynı odayı da
görev yıllarında, Yaşar Büyükanıt’la paylaşmış olduğunu
bildiğimiz büyüğümüzün, bize aktardığı çerçevede, biz
Büyükanıt’ı gıyabında tanımış olduk. Bu bağlamda
öğrendiğimiz Yaşar Büyükanıt gerçeğine karşı, haksızca
yapılan bilhassa internet üzerindeki saldırılar, son derece
bayağı ve de aşağılıkça görülmektedir. Bu siteleri
hazırlayanların, haysiyetlerini ve şereflerini
Anglo-Sakson-Siyonist Yahudi ittifakının dümeninde gidenlere
sattıkları anlaşılmaktadır. Zira, bizim okuyucularımız bizi,
gayet iyi tanır.
Düşüncelerimizin temelinde, dünya egemenliğinde etkin rol
alan Siyonistlere karşı, mücadele etmek vardır. Bu mücadele
hem milletimiz, hem de insanlık içindir. Biz, kurtçukların
yaptığı gibi, önümüze gelene Yahudi yaftası takıp, durup
dururken, ilgili ilgisiz herkesi de o anlamda hedef
göstermeyiz. Aynı zamanda, vicdanla da bağdaşmaz. Biz,“Çamur
at izi kalsın” ya da “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”
hesabıyla da hareket edip, insanların beyinlerini de
sulandırmayız.. Türk milletinin ve Türk milliyetçiliğinin
elbette diğer milletler gibi, Siyonist Yahudilerle sorunu
vardır. Bu sorunun sonu da getirilmelidir. O da dünya
egemenliğindeki, Siyonistlerin etkisiz kılınmasıyla söz
konusudur. Ama Yahudilik, dönmelik vb. kavramları, sadece
düşüncelerinin çıkarı gereği, hedef saptırmak için
kullananları da benimsemiyoruz. Yalçın Küçük, Yaşar
Büyükanıt hakkında, “Kemalist” olduğu yorumuyla, doğru bir
tespit yapmıştır. Ayrıca Yaşar Büyükanıt’a Yahudilik
çamurunu atarak saldıran gurupların, kimlere dayandığını da,
6 Ağustos 2006 tarihindeki “SKY Türk” kanalındaki
purogramında ifade etmiştir. Yalçın Küçük’ün oradaki
ifadesine göre,Yaşar Büyükanıt’a Yahudilik yaftasını
takanlar, Fethullah Gülen çizgisindeki kişilermiş.
Gerçekten de Yaşar Büyükanıt’a iftira atan siteleri
incelediğimiz zaman, kurnazca bir sıtrateji takip
edilmektedir. Bu sıtratejiyi izleyenler, sözde Türk Silahlı
Kuvvetlerine mensup olduklarını da belirtiyorlar. Fakat
bunun doğru olmadığı da aşikardır. Onlar kendi gerçek
yüzlerini göstermeyerek, başka bir görüşteymiş gibi hareket
etmeye çalışmaktadırlar. Site sahipleri gerçek anlamda,
sahibinin sesi olduklarını o kadar güzel gösteriyorlardı ki;
Fethullah Gülen’in Amerikan macerası hakkında hiçbir şey
diyemiyorlar. Bazı milliyetçilere de çamur üstüne çamur
atıyorlar.İnternet kurtçuklarının şu iddiyaları da çok komik
kaçmaktadır:
“Orgeneral Mehmet Yaşar Büyükanıt, ulusalcı gazete Yeniçağ’ı
(…)bizzat kurdurmuştur; örtülü ödenekten beslemekte ve el
altından yönetmektedir.”
Görüyorsunuz değil mi? El insaf! Dedirten bir iftira
daha...İnternet kurtçukları, Danıştay cinayetini de aynı
malum cemaatin medyasında verilen görüşlere benzer şekilde
işlemişler. Bu görüşün de elle tutulur yanı yok.Zaten
günümüz gerçeği de,internet kurtçuklarını yalanladı.
Alparslan Arslan, en azından bazı bilgileri onurlu bir
şekilde doğru olarak verdi. Bu bağlamda, bazı foyalar da
açığa çıktı.
Ayrıca internet kurtçukları,Danıştay cinayetinde sapla
samanı kasıtlı olarak karıştırdılar.
Örneğin:“Cuntacılığı ve Yahudiliği gündeme gelen İlhan
Selçuk, bu defa "mağdurlar"ı oynayıp kamuoyu desteğini
alabilmek için, 'ulusalcı terörist' Alparslan Arslan'ın
Cumhuriyet gazetesine bomba atmasını tezgahlattırdı. Hem de
üç kez... Nedense, Makina Kimya yapımı bombalar hep bahçede
patlatıldı. Kirli adını "Cumhuriyetimiz"le birleştirmeye
çalışan gazete, “Atılan bombalar Cumhuriyet’e atılmıştır”
diye manşet atarak halkımızı manipüle etmeye ve galeyana
getirmeye çalıştı. (…)Oysa, 'ulusalcı terörist' Alparslan
Arslan, kendini yöneten ellerin akıl hocası olan sabetaycı
darbetör İlhan Selçuk’un prototipini çizdiği bir kukla
tetikçidir.”
Görüldüğü gibi akıllarınca düşüncelerindeki tezgahı
kurmuşlar ve habire işliyorlar. İlhan Selçuk’la olayın ne
ilgisi var? İlhan Selçuk’un olsa olsa Danyal Oral
Çalışlar’la ilgisi vardır.Çünkü Cumhuriyet gazetesi yaz
boyunca, cumhuriyet rejiminin tehlikede olduğunu millete
işledi. İlhan Selçuk ise, Oral Çalışlar denilen kişinin,
Nazlı Ilıcak ve benzer kişilerle görünmesine ses çıkarmadığı
gibi, İpek Çalışlar’ın kitabını da yadırgamamıştır. Danyal
Oral Çalışlar’ı, İlhan Selçuk’ta çok benimsemiş olacak ki,
gazetesinden sürekli besledi ve de besliyor. Bu anlamda,
Cumhuriyet tehlikede diyenlerle, cumhuriyetin kurucusuna
çarşaf giydirenler el ele vermişlerdir. İlhan Selçuk’un
düşüncelerini benimsemediğim gibi, yöneticiliğini de tasvip
etmiyorum. Geçmişte onun yanında çalışanlar dahi, bu gerçeği
yazılarıyla ortaya koymaktadırlar. Fakat benim ona duyduğum
olumsuz düşünceler, ona karşı Alparslan Arslan adamıdır diye
iftira atmak veya atanları alkışlamak gerekçesini de
doğurmaz. İnternet kurtçukları, bu iftirayı o tarafa kasıtlı
olarak, hedef saptırmak için atmışlardır diye düşünüyorum..
Niçin derseniz? Cumhuriyet gazetesi Amerika’daki
efendilerine, arada bir gönderme yaptığı içindir. İnternet
kurtçukları, Danıştay eylemini de aşağılıkçasına Yaşar
Büyükanıt’a,Veli Küçük’e ve Muzaffer Tekin’e
bağlayabiliyorlar. Niçin?Malum finansörleri öyle istediği
için. Şimdi iftiracıların bu konudaki görüşlerine bakalım:
“Danıştay’a yapılan kanlı eylem, küçük bir çete eylemi gibi
gösterilip kapatılmaya ve cuntacı örgüt çeteciliğe
indirgenmeye çalışılmaktadır. Veli Küçük üzerinden
Büyükanıt’a Kadar dayanan bu illegal örgütlenmenin ortaya
çıkarılmaması için büyük gayret sarf edilmekte ve yarım
kalan provokasyon bu illegal örgütün diğer
tetikçi-operasyonel ekipleri tarafından tamamlanmak
istenmektedir. Bu bağlamda, Muzaffer Tekin, kesinlikle bir
çete lideri değildir; Veli Küçük’e bağlı tetikçi-operasyon
ekiplerinden sadece bir tanesinin sorumlusudur.”
Bu kurtçuklar, korkunç bir iftira kampanyası içersinde,
internet tetikçiliği yapmaktadırlar. Bu tetikçiliklerini de,
özellikle bazı kişiler üzerinde sürdürmüşler ve
sürdürmektedirler. Yaşar Büyükanıt’ta artık göreve geldi.
Onun gelmesini istemeyen kesimler, şimdi üzüntü içersinde ve
yeni tezgahlar peşindedir. Bizim Yaşar Büyükanıt’a
tavsiyemiz. Geldiği makam kalıcı değildir,fakat yapacağı
işler ise kalıcı olabilir. PKK sorunu karşısında, Doğu ve
Güneydoğu illerinde olağanüstü hal ya da sıkıyönetim
olmadan, TSK’nın o bölgede başarı şansı yoktur. Ordunun her
günkü kaybı, bazıları tarafından Büyükanıt’ın aleyhine delil
olarak kullanılma durumuna dönüşecektir. Büyükanıt derhal,
Olağanüstü Hal ya da Sıkıyönetim topunu Recep Tayyip
Erdoğan’ın kucağına atmalıdır.Yaşar Büyükanıt, sermayenin
ülke üzerindeki ekonomik, politik ve askeri güce etkisini
inceletmelidir. Yine, Türk milletinin gönlünde kalıcı olmak
istiyorsa, kartelci medyanın toplumu uyuşturması ve
yönlendirmesi üzerinde de, iyi düşünmesi gereklidir. Son
olarak, gayri milli güçlerin birlikteliğinin en üst düzeye
vardırıldığı şu günlerde, din istismarcıları, emek
sömürücüleri, etnik milliyetçiler, Sorosçular, Batının foncu
ajanları ile bütün purovakatörler üzerine purojöktör tutmak
zorundadır. Kendisinden önceki başkanın demokratım
söylemlerine diyeceğimiz şudur. Demokratlığın, demokratlar
arasında işlevi vardır. Ülkeyi soyanların, tekelleşenlerin,
bölücülüğe, gericiliğe götürenlerin ve de gün be gün
şehitlerin vatan toprağına düştüğü bir yerde demokratlık, ne
kadar olursa o kadar demokrat olabilirsiniz. Fakat
başkalarının çocuklarının kanları ve canları pahasına,
onların analarının dinmeyecek gözyaşları sürecinde, sözüm
ona demokratım demek, her halde size yakışmaz. Size yakışan,
Türk milleti lehine kalıcı hizmetinizi, vermeniz olacaktır.
Göreviniz ve yapacaklarınız, tarihin aynasında size artı ya
da eksi fatura olarak dönecektir. Türk milletinin kırılma
noktasına doğru süreklendiği bu dönemde, görevinizin size ve
Türk milletine hayırlı ve uğurlu olmasını dileriz.
|
http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20060922
|
Şemdinli oyunu
Yeni Mesaj
Muharrem
Bayraktar
Kara Kuvvetleri Komutanı
Orgenaral Yaşar Büyükanıt’ı “yargıyı etkilemeye teşebbüs ve
çetecilik” gibi ağır ifadelerle mahkemeye sevkeden Van Cumhuriyet
Savcısı Ferhat Sarıkaya, Türkiye’nin gündemine bomba gibi düştü.
Büyükanıt Paşa’nın bir çok görüşünü tasvip etmemekle birlikte, bir
kuvvet komutanının sağlam olmayan delillerle ve hukuka aykırı bir
prosedürle, “Çetecilik” gibi ağır bir suçlamaya maruz bırakılmasını
hayret verici bir olay olarak görüyorum.
Savcı Sarıkaya’nın iddianame hazırlamasına yol açan süreci
irdelediğimizde, kafamızı karıştıran bir çok olay çıkıyor karşımıza:
1– Org. Yaşar Büyükanıt’ı suçlayan sözler Diyarbakırlı işadamı, Söz
gazetesi ve televizyonu sahibi Mehmet Ali Altındağ’a ait.
Mehmet Ali Altındağ’ın dinlenmesi için TBMM Şemdinli Araştırma
Komisyonu’na çağrılmasını isteyen kişi kim? Diyarbakır Milletvekili
Cavit Torun!
Cavit Torun kim? Altındağ’ın eski avukatı! Altındağ’ın zehir–zemberek
ifadelerinin tutanakları savcıya gönderen kim?
AKP’li Komisyon Başkanı Musa Sıvacıoğlu!
2– Orgenaral Yaşar Büyükanıt’ı ve birçok TSK mensubunu suçlayıcı
sözler sarfeden Mehmet Ali Altındağ kim? Hikmet Çetinkaya’nın
satırlarından okuyalım:
“Altındağ bir Nurcudur. 1970’li yıllarda köy köy gezerek Risale–i Nur
satmıştır. 1996’da Hizbulluh ve PKK ile ilişkiye girdiği iddiası ile
gözaltına alınmıştır. Fethullahçı kimliğini hiçbir zaman
saklamamıştır.
Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 5 Eylül 1990 tarih ve
1990/1076 hazırlık numaralı dosyasında görülen bir davada kendisine
PKK’lı süsü veren Abdurrahman Balatangöz’ün Mehmet Ali Altındağ’ın
yanına giderek PKK için yağ, şeker, ayakkabı istediğini anlatıyor.
Dava dosyasında, Altındağ’ın Balatangöz’e şunları söylediği iddia
ediliyor:
“Ben bu malzemeleri almam. Onun yerine size para vereyim. Alın 5
milyon lirayı. Bir de isim listesi vereceğim. Eğer bu kişileri
öldürürseniz size her türlü yardımda bulunabilirim.” (H. Çetinkaya,
Cumhuriyet, 8 Şubat 2006)
Orgenaral Yaşar Büyükanıt’la ilgili iddialar, işte böylesine şaibeli
bir geçmişe sahip Mehmet Ali Altındağ’a ait. Nurcu, Fethullahçı, PKK
ile işbirliği yaptığı iddia edilen, mahkeme dosyalarında PKK
militanlarına “şunları şunları vurun!” dediği yazılan ilginç bir
isim.
3– Meclis araştırmasının neden yapıldığı Anayasa’nın 98. maddesinde
şöyle anlatılır: “Meclis araştırması belli bir konuda bilgi edinmek
için yapılan incelemeden ibarettir.”
Şemdinli olaylarını araştırmak için kurulan komisyon da Anayasanın
amir hükmü gereği “bilgi edinilmek için” yapılan bir “incelemeden”
ibarettir.
Bu incelemeyi savcının önüne koymak yanlıştır. Meclis eski
Başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, Mehmet Ali Altındağ’ın
komisyona verdiği ifadenin savcılığa gönderilmesini “bu yasama
organının yetkilerini savcı ile paylaşmaktır ki çok sakıncalıdır.
Komisyona verilen ifadeler Mecliste saklı kalması gerekirdi. O
bilgileri Meclise emanet ediliyor. İstese doğrudan savcıya baş
vurabilirdi” şeklinde değerlendirmesi doğrudur.
4– AKP’li Cavit Torun’un Mehmet Ali Altındağ’ı yakinen tanıdığı,
“ne söyleyeceğini çok iyi bildiği”, Komisyona verdiği ifadenin de
yine bir AKP’li vekil tarafından savcının önüne atıldığı ve dosya
sürecinin başladığı düşünüldüğünde bu kadar tesadüfün bir araya
gelmeyeceği anlaşılıyor.
Bütün bu bilgileri önümüze koyduğumuz zaman “Nurcu–AKP’li”
ittifakının, Türkiye’de PKK’ya karşı en zorlu mücadele sürecine
girdiğimiz şu günlerde, ordunun yıpratılması için “surda” çok önemli
bir gedik” mi açmak istiyorlar sorusunu ister istemez sormak
durumundayız.
http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=6005965&tarih=2006-03-11
|
AKP SORUNU
VE TAYYİP BEYİN SONU!
Yazar Mehmet DENİZ (Mili Cozum
Dergisi)
.
***
AKP, RTE ve Onun arkasındaki "Artık Bilinen" Güçler
1-Şemdinli'de
TSK'yı karalamak ve halkla karşı karşıya getirmek istemişler, bu
sebeple ordu mensuplarını orduyu sabotajcı, suikastçı.,. Zalim
görüntüsü ile özleştirip terörü meşrulaştırmaya çalışmışlardır.
2-Danıştay 2.
Daire'ye başörtüsü konusundaki kararından ötürü sindirme ve korkutma
yöntemi kullanarak saldırı düzenlenmiştir. Böylece başörtüsü kararı
cezalandırılmıştır.
3-RTE, AKP'nin ve
AKP'li bir Anakent Belediye Başkanı'nın desteklediği emekli bir
Albay Mit müsteşarı yapılmak istenmiş bu sebeple bir grup
oluşturulmuş bizzat RTE'nin yerine oynanan Anakent Belediye
Başkanının mali destekçisi izlenimini veren bir grup yakalanmış
oluşum maalesef kasıtlı bir şekilde TSK'ya mal edilmeye çalışılarak
AKP'nin iç hesaplaşması örtülmek istenmiştir.
4-Atabeyler
Gerilla Grubu Baskını, işe AKP'nin yıpranmış inandırıcılığını
yitirmiş ve artık siyasi ömrünün bittiğini anlaşılmış başbakanı ve
onun kara kutusu Zapsu'yu M. Ali Erbil üzerinden kurtarmayı
amaçlamıştır.
Ayrıca Şemdinli ve
Danıştay'da meydana gelen olaylarda tek devlet ve tek millet
yapısını muhafaza kararlılığını, Laik ve Demokratik Cumhuriyeti
İngiliz güdümlü hilafet devletine dönüştürmeme azmini ortaya koyan
Türk Silahlı Kuvvetlerini sindirme ve yıpratma da asıl hedef olarak
belirlenmiştir.
Emniyet Genel
Müdürlüğü, İktidar Partisinin Kolluk Gücü Haline mi Getiriliyor?
Koltuk hırsına kendilerini
adayan iktidarın hırsına yetişmek istercesine yenik düşen birkaç
yetkilisinin talimatı ile hareket eden Emniyet Genel Müdürlüğü ve
Türk Polis teşkilatına böyle giderse Türk Milletini değil "AKP'nin
polisi" diyebiliriz.
AKP'nin muhalifi isimlere
karşı yürütülen araştırmalar. Emniyet istihbarat ve Polis
Teşkilatını yıpratacak hale gelmiştir.
Başbakan'ın İsparta İl
Kongresi'nde EGM'nin AKP'nin muhallilerine karşı yürüttüğü
araştırmaları kastederek "Zamanı geldiğinde biz de konuşacağız,
şimdi sabrediyorsak bir sebebi var" şeklindeki tehdidi iktidarın ve
Başbakan'ın EGM'yi adeta bireysel güvenlik örgütü gibi kullanma
güdüsünü yansıtıyordu.
Anka Kuşu Hareketi olarak
öncelikli olarak Başbakan RTE, elinizdeki kartlarımız açmanızı
sabırla bekliyoruz. İçinde çamaşırlarımız olan bir küçük çantamız
hazır, umarız söyledikleriniz altında kalmazsınız.
Türk polis teşkilatının
şerefli mensupları sinesinde çıktığınız Türk Milletine olan
yükümlülük ve sorumluluklarınızı birkaç makam sevdalısı için
unutarak, EGM'ni AKP'nin Başbakan'ın danışmanlarını belediye
başkanlarının, Milletvekillerini özel örgütüne dönüştürülmesine önce
siz karşı çıkmalısınız.
EGM'nin bazı birimlerini
ve üst düzey yöneticilerinin TSK'ya AKP'nin muhaliflerine karşı
faaliyet içinde olması kabul edilemez. Atasözlerimizi hatırlayınız.
EGM, AKP'nin Talimatları
ve Başbakanın İsteği Üzerine TSK'ya Savaş Açamaz!
Şemdinlideki
provakasyon ihanet Danıştay katliamı, son olarak Atabey Provakasyonu
ile EGM ve TSK'nın gücünü ve itibarını AKP adına AKP'nin dış
destekçileri adına sıfırlama kullanılmaya çalışılıyor.
EGM TSK'nın düşmanı,
TSK'da EGM'nin düşmanı haline sokulamaz!
TSK'nın artık dış
güdümlü bir iktidar olduğu belgelenen AKP iktidarının karşısında
yıpratılmasına alet olmak İngiliz, ABD, Fransız ve İsrail gibi
devletler adına Türk Vatanı'na saldırmakla eş anlamlıdır.
TSK'ya açılan
savaş Türkiye'ye ve Türk Milletine açılmış bir savaştır. Küresel
oyunun karşısında durabilecek milletinin sinesinden çıkmış Türk
Ordusunu oyunun parçası haline getirmek isteyen koltuk
sevdalılarının hırsına, Türk Polis Teşkilatı alet edilemez.
EGM'nin dış
milliyetçi tarikatçılığı ve bölgesel milliyetçiliği tetikleyen,
geliştiren, besleyen bir mihrak haline gelen AKP ile ilgili elinde
biriken dosyaları yargıya teslim etme zaman gelmiştir.
Başbakan R.T. Erdoğan
Yunan Gizli Servisi'nin Elemanı Gibi Davranamaz!..
AKP iktidarının ve
arkasındaki dış güçlerin içeride TSK'yi yıpratma ve sindirme,
provoke etme gözden düşürme etkinliklerine denk düşen bir dış
gelişmede Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan ve bir süredir
devam eden gerginliktir.
Türkiye-Yunanistan
gerginliği de TSK'yı dışarıdan yıpratma ve saldırgan gösterme,
içeride ise gözden düşürmeyi amaçlamaktadır.
TSK'ya karşı hem içeride
hem de Yunanistan aracılığı ile dışarıda yürütülen faaliyetlerin
odak noktasında AKP iktidarı, yaşananlara, seyirci kalan her
fırsatta Türk Ordusu'nu hedef gösteren, Başbakan, Dış işleri Bakanı,
İç İşleri Bakanı ve maalesef Meclis Başkanı Arınç bulunmaktadır.
Görüldüğü üzere soru ve
sorun çok. Burada en kötü ihtimallerden birisi EGM'nin başka ülkenin
gizli servis elemanı ya da gizli servisince kullanılma ihtimali
olduğu iddia edilen siyasi seçkinlerin bireysel örgütü haline
gelerek Türk Devleti'nin kontrolünden çıkması durumudur.
Adı konulmamış bir
asimetrik savaş yaşıyoruz. Bu savaşta bizi yönetenlerin bir kısmının
düşmanın adamı olma ya da onlar tarafından kullanılma iddiası var.
Tüm yaşananları akıl süzgecinden geçirdiğinizde duygularının ve
hırsının kölesi olmayanlar "bu ihtimalde yüksekliği" görüyor.
Hepimiz,
hepimizin varlığını hedef alan son gelişmeler ve gerginlikler için
Başbakan'dan açıklama bekliyoruz!. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin
Başbakanlık koltuğuna oturarak ulaşılabilecek en şerefli makama
gelmiş Başbakan'a Türk Devleti'nin ve Türk Milleti'nin her şeye
vakıf olduğunu, elindekilerin onlarca kere sağlamasını yaptığını
hatırlatarak son kez soruyoruz.
-
Hukuken
Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanısınız. Ancak politikalarınız,
yaptıklarınız karşısında, siz Türkiye'nin Başbakanı mısınız?
-
Etrafınızdaki kadroya bakınca "karanlık ilişkileriniz" var mı?
Türk
Milleti'ni gerilime taşıyan demeçlerinizi sonuçlarının Türkiye'den
ziyade başka devletlerin işine yaraması nedeniyle soruyoruz. Bir
başka ülkenin gizli servisi veya çalışanları ile İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanlığı döneminden itibaren birlikte misiniz?
Türk Ordusu'nu
yıpratma çalışmalarına çanak tutan bazı EGM mensuplarının
yetkilerini aşmalarına ses çıkarmayarak "Türk Polis Teşkilatını
AKP'nin bir kolu haline getirmekle ısrarlı mısınız?"
Size bağlı
çalışan bir özel örgüt var mıdır? Soruyoruz ve uyarıyoruz.!
Son gelişmeden
gerginliklerin ve hükümet icraatlarının bilgi altyapısı oluştuğunda,
başta Başbakan Erdoğan olmak üzere; bazı bakanlar, bazı
milletvekilleri ve bazı üst düzey bürokratlar, yabancı bir ülkenin
gizli servisine çalıştıkları iddiasıyla ya da cürmü meşhut ile
gözaltına alınıp tutuklanabilir.
Bizden
hatırlatması"
http://www.millicozum.com/content/view/696/32/
|
.Şemdinli:
Devlet’e karşı savaşın adı!
Türksolu
Dergisi
Kuzey Fırat
Şemdinli ayaklanmasının üzerinden üç hafta geçmesine rağmen,
tartışmalar daha da artarak devam ediyor. Elbette bizler
tartışmaların bitmesini, olayın üzerinin kapatılmasını
beklemiyoruz! Çünkü baştan da söylediğimiz gibi bu uzun
yıllardır planları yapılan bir operasyon... Devlete karşı
yapılan bir operasyon.
Bu operasyonda, dışardan ve içerden PKK’ya yardımcı olan
güçler var elbette. PKK’ya dışardan yapılan yardımlar
konusunda hemen hemen herkes bir şey söylemekte; fakat
içerden yapılan yardımların, PKK’nın önünün kimler
tarafından nasıl açıldığının üzeri atlanmakta.
TÜRKSOLU’nun tespiti şudur ki, devlet içine yerleşmiş bir
PKK merkezi var ve bu merkez devlete savaş açmıştır. Kimi
devlet kurumları da, bu merkezle birlikte, bilerek ya da
bilmeyerek devlete karşı savaşmaktadır.
Şemdinli ayaklanmasından sonra yapılan tartışmalar, devlete
karşı bir savaşın sürdüğünü açıktan göstermektedir. Acı
olan, devletin bu saldırılar karşısında suskun kalmasıdır.
Devlet kendisini savunamamaktadır, devleti savunacak güçler
sindirilmeye çalışılmaktadır.
Başta Amerikancı medya olmak üzere, Şemdinli ayaklanması
vesilesiyle, toplumun tüm “duyarlı” kesimleri derin devlete
karşı savaşmakta, “demokrasi mücadelesi” vermektedir!
Hükümet devlete karşıdır, muhalefet devlete karşıdır!
Elbette bitmeyen sadece tartışmalar değildir; Şemdinli’ye
destek adı altında, PKK’nın büyük şehirlerdeki ayaklanma
provaları da artarak sürmüştür. İstanbul Küçükçekmece’de,
PKK bayraklarıyla, Apo posterleriyle sokağa dökülenler
polise saldırmış, bir polis panzeri yakılmıştır. Yine
İstanbul’un çeşitli semtlerinde PKK lehine gösteriler
düzenlenmiştir. Mersin’de PKK lehinde yapılan gösterilerde
bir kişi ölmüştür. Bir sonraki gün ölen kişinin cenazesi PKK
bayrağına sarılarak toprağa verilmiştir!
Tüm bu olanlar, demokrasinin bir gereği, insanların baskı ve
zulme karşı isyanı olarak kamuoyuna duyurulmaktadır! Oysa
her şey ortadadır. Tüm olup bitenler bir plan dahilindedir
ve uzun yıllardır hayata geçirilmeye çalışılmaktadır!
Yaşanan savaştır. Türk devletine karşı yürütülen bir
savaştır ve ne yazık ki Türk devleti bu savaşta sindirilmeye
çalışılmaktadır ve büyük oranda da başarılı olunmuştur.
Hükümetin
devlete karşı savaşı
Bizler, AKP iktidar olduktan sonra, AKP’nin devlete karşı
savaşa başladığını söylemiştik. Bu savaş günümüze kadar
süregeldi ve ne yazık ki bu süreç devlet aleyhinde gelişti.
Devletin en güçlü kurumları, kendisine yapılan saldırıları
sineye çekti. Şemdinli’de böyle bir olayın ortaya çıkmasının
sebebi de, yaşanılan bu süreçtir. Kendisine karşı
yapılanlara ses çıkarmayan devlet, Şemdinli olaylarını
yaşamak zorunda kalmıştır.
Şemdinli ayaklanması, devlete karşı savaşta, hükümetin
elinde önemli bir silah oldu.
Tayyip Erdoğan’ın, Şemdinli gezisi Amerikancı basında büyük
sevinçle karşılandı. Çünkü, bu gezi vasıtasıyla, bazı
güçlere mesaj veriliyordu. Mesaj verilen ilk kurumların
başında elbette Ordu gelmekteydi.
Amerikancılara, liberallere göre olayların çıkmasında ve bu
boyutlara ulaşmasında en büyük suçlu Ordu idi. İnsanların
sakinleştirilmesi, doğru çözümü bulmak hükümete düşmüştü.
Tayyip Erdoğan’ın “Olayların üzerine gideceğiz, olaylarda
sorumluluğu olan herkes hesabını verecek” yönündeki
açıklamaları, doğrudan Ordu’ya yönelikti. Çünkü Ordu dışında
suçlanan başka kurumlar, başka insanlar yoktu zaten.
Şemdinli olayları, yabancı basında da, AKP iktidarının
Ordu’yu siyasetten uzaklaştırması için önemli bir fırsat
olarak görülüyordu!
Tayyip Erdoğan’ın Şemdinli gezisi aynı zamanda, hükümet mi
yoksa Ordu mu meşru, tartışmalarına cevap niteliğindeydi!
Olayları Ordu çıkarmış, yatıştıran ise hükümet olmuştu! O
zaman hükümet meşru, Ordu ise gayri meşru idi. Tüm
Türkiye’de bu hava yaratılmaya çalışılıyordu.
Hele olaya karışan Ordu mensuplarının yargılanacağının
garantisinin verilmesi, hükümeti halk gözünde daha da
meşrulaştırıyordu!
Ordu karşısında meşru olan hükümet bu gezi sırasında başka
bir gerçekle karşı karşıya kalıyordu! Ortada kendisinden
daha meşru bir güç vardı; PKK!
Tayyip Erdoğan’ın gelişinden kısa bir süre sonra, kalabalık
bir kitle toplanmış ve protestolara başlamışlardı. Tayyip
Erdoğan protestocuları ikna edemezken, başbakanın yanında
bulunan, Hakkari ve Yüksekova DEHAP il ve ilçe başkanları
tek bir hareketle tüm protestoları durduruyorlardı!
Bu, tüm devlet kurumlarına bir mesaj olmasının yanında,
Başbakana da bir mesajdı! “Burada, otorite biziz, burada
insanlar bizleri dinlerler, bizler istediğimizi yaparız”
mesajıydı.
Başbakan, kendi dışındaki otoriteyi kabul etmişti; Apo’nun
“Demokratik Cumhuriyet” projesinin temelini oluşturan
Türkiyelilik fikrini, çözüm olarak dillendiriyordu. Belki de
Başbakan, Kürtleri ikna edeceğini umuyordu!
PKK’nın yayın organı Özgür Gündem gazetesi, hükümetin
tavrını olumlu bulmuş olacak ki, “Hükümet barış için iyi bir
fırsat yakalamıştır” diyordu! Barıştan kastı, Başbakanın
yaptığı gibi, PKK’nın siyasi taleplerinin dillendirilmesi ve
uygulanmasıdır!
“Atatürkçülerin” devlete karşı savaşı
Hükümet devlete karşı bu şekilde açıktan savaş yürütürken,
muhalefet de bu savaşta hükümete destek olmaktadır. Kimi
“Atatürkçüler” hükümetle birlikte devlete karşı savaş
açmıştır.
Olaylar sonrasında, bölgeye giden CHP Hakkari milletvekili
Esat Canan’ın ilk söylediği şey, olayın arkasında derin
devlet olduğudur. O da böyle bir şeyi PKK’nın yapabileceğini
aklının ucundan bile geçirmez!
Esat Canan, olayın hemen ardından, Susurluk’la bağlantı
kurmuş ve PKK’nın televizyonu Roj TV’ye demeç vermiştir.
Başbakan Tayyip Erdoğan’la aynı düşündüklerini ve Başbakanı
iyi niyetli bulduğunu açıklamaktadır! “Sayın Başbakan iyi
niyetlidir. Farklı etnik kökene sahip insanlar Türkiye’de
kardeşçe yaşayabilmelidir. Anayasa tarafından vurgulanan
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı herkes için bir üst
kimliktir. Bu iyi niyetli sözlerin gerektiğinden fazla
tartışılması yersizdir.” Bu açıklamayı yapan CHP’nin
milletvekilidir. Tayyip Erdoğan’ın açıklamasına “sert” çıkış
Deniz Baykal’ın kendi milletvekilinin bu sözlerine ses
çıkarmaması neyle açıklanabilir?
Roj TV tartışmaları da biraz buna benzemektedir. Roj TV’nin
yayınlarının durdurulması için adım atılmasını isteyen
Baykal, PKK’nın yayın organı Özgür Gündem gazetesinin
yayınlanmasına neden ses çıkarmaz. Sadece Baykal değil Roj
TV’nin yayınların durdurulması için kampanyalar düzenlemeyi
düşünenler neden kendilerine bu soruyu sormazlar? Tayyip
Erdoğan’ın Danimarka’da Roj TV var diye basın açıklaması
yapmamasını milliyetçi bir çıkış olarak görenler,
kendilerini bir kez daha gözden geçirsinler!
PKK’nın tüm siyasi taleplerini hükümet hayata geçirmektedir.
Özgür Gündem gazetesi, hergün Öcalan’ın talimatlarını,
siyasi yorumlarını yayınlamaktadır! Tüm bunlar olurken, Roj
TV üzerinden yapılan milliyetçilikle kendisini kandıranları,
saflığın ötesinde bir şeyle tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Yine benzer şekilde olaylar karşısında Cumhuriyet
Gazetesi’nin tutumu, gazetenin gerçekte kime ve nasıl hizmet
ettiğinin görülmesi açısından öğreticidir. Cumhuriyet
Gazetesi’nde daha olayların başından, bu işin derin devletin
bir işi olduğu sonucuna ulaşmıştır. Cumhuriyet ve Özgür
Gündem arasında çok fark yoktur. Cumhuriyet’e Öcalan’ın
demeçlerine daha az yer verilmesini küçük bir fark olarak
ortaya koyabilirsiniz belki. Cumhuriyet, hemen hemen bütün
yazarlarıyla hükümettin yanındadır. Derin devletin ortaya
çıkarılması mücadelesinde hükümetle birlikte, mücadele
yürütebileceğini açıklamaktadır! Hürriyet Genel Yayın
Yönetmeni Ertuğrul Özkök bile, “devletle PKK arasında tercih
yapacaksam neden terör örgütü seçeyim” diye yazarken,
ulusalcı geçinen Cumhuriyet gazetesinin PKK yanlısı yayını,
gazetenin devlete karşı girişilen kampanyanın içersinde özel
misyonla olduğunu göstermektedir.
Öcalan: Herkes Şemdinli halkının mücadelesini örnek alsın
Şemdinli ayaklanmasına derin devletin sebep olduğunu
düşünenlerin, Abdullah Öcalan’dan öğrenmesi gereken şeyler
var! Avukatlarıyla görüşen Öcalan, “Herkes Şemdinli halkının
mücadelesini örnek alsın” açıklamasında bulunmaktadır.
Öcalan, Şemdinli olayları sonrasında, “Kimin demokrasi
isteyip istemediği ortaya çıkmıştır” açıklamasını
yapmaktadır. “İnsanların o psikoloji ile devlet
yetkililerine çok büyük zararlar verebileceğini, ancak
sağduyulu davranıp çeteci zihniyeti ortaya çıkardığı için
başta Şemdinli halkı olmak üzere Hakkari ve Yüksekova
halkını selamladığını” söylemektedir.
Öcalan’ın bu açıklaması bile tek başına, olayların arkasında
gerçekte kimin olduğunu açık olarak göstermektedir. Bu işten
kimin kârlı çıktığı ortadadır. Öcalan ayaklanmadan
memnundur. PKK amacına ulaşmış, bölgede devletin değil,
kendi otoritesinin olduğunu göstermiştir.
Öcalan, bu açıklamasıyla devleti tehdit etmektedir. Devlet
yetkililerine zarar verilebilirmiş, ancak verilmemiş,
verilmesi önlenmiş! Devlet PKK’nın insafına kalmıştır.
Devletin geleceği Öcalan’ın iki dudağı arasındadır! Sırada
yeni Şemdinliler vardır! Seferi Yılmaz görevini başarılı bir
şekilde yerine getirmiştir!
Şemdinli’de her yol Seferi’ye çıkıyor!
Yukarıdaki başlık bizim değil, Şemdinli ayaklanmasının
“kahramanı” Seferi Yılmaz’la, Özgür Gündem gazetesinin
yaptığı röportajın başlığı! Gerçekten de her yol Seferi’ye
çıkıyor Şemdinli’de. Seferi Yılmaz Şemdinli’nin en çok
sevilen, sözü en çok dinlenen insanlarının başında geliyor!
Seferi Yılmaz daha önceden söylediğimiz gibi PKK’nın
Şemdinli sorumlusu! PKK’nın Şemdinli’ye ilk baskını yapan
ekibinin içinde yer almış, yargılanmış ve 15 yıl ceza
almıştır. Cezaevinden çıktıktan sonra, örgütle bağı
kopmamıştır. “Cezaevinden çıktıktan sonra aktif siyasete
giriyor” deniyor röportajda. Aktif siyaset yaptığı yer ise
DEHAP ve yeni kurulan DTH!
Seferi Yılmaz’ın Şemdinli’de başka bir iş yerine kitapçı
açması da ilginç! Şemdinli gibi yerde bir kitapçı! Kendisi
de kitapçıyı para kazanmak için açmadığını söylüyor zaten.
Şemdinli halkı yoksul diyor. Ama okumaya aç. Herkes okusun
diye böyle bir işe giriştiğini söylüyor!
Kitapçı, bir kitapçıdan çok buluşma yeri. İnsanlar orada
buluşuyor, tartışıyor bir şeylere karar veriyorlar! Hadi gel
de tüm bunlara inan ve altında başka bir şey arama!
Sadece kendi itirafları değil. Olaylar sırasında, yapılan
telefon konuşmaları kimlerin böyle bir planı
hazırladıklarını göstermekte. Olaylar öncesinde de Seferi
Yılmaz’ın, Murat Karayılan ile telefonla görüştüğü,
talimatlar aldığı kanıtlanmasına rağmen, hiçbir şey
yapılmıyor, suçlu telefonla konuşan değil de, telefonları
dinleyen oluyor!
Her şey ortada aslında. Olaya sebebiyet verenler kendi
ağızlarıyla bunu itiraf ederken, kimileri hâlâ gerçek
suçluları görmezden geliyor. Çünkü hedef gerçeğin ortaya
çıkarılması değil, devletin linç edilmesi. Herkes devleti
linç etmek için saldırıyor.
Neden Şemdinli sorusuna, Seferi Yılmaz’ın verdiği cevap
bile, kimlerin ne planladıklarının ortaya çıkmasına yetiyor.
“Hakkari, özellikle Şemdinli halkı, Öcalan’ın barış
manifestosuna bağlıdır” diyor Yılmaz!
Şemdinli: “Kuzey Kürdistan’dan, Güney Kürdistan’a” açılan
kapı
Olayın başka bir yönü, yine Seferi Yılmaz’ın
açıklamalarından ortaya çıkıyor.
Şemdinli coğrafi konumu nedeniyle Kürt örgütleri için kritik
önemde. İran ve Irak’la komşu olan bu bölgede büyük rantlar
dönüyor diyor Yılmaz. Rant dediği sınır ticaretinden yani
kaçakçılıktan elde edilen kâr. Herkes bu kâra sahip olmak
istiyor.
Bölgeye hakim olmanın ekonomik kaygılardan öte başka bir
anlamı daha var aslında. Şemdinli, Türkiye, İran, Irak
üçgeninde yer alıyor ve bu bölge bu üç devletinde en az
otorite sağladığı yer. Kurulması düşünülen “Büyük Kürdistan
Devleti”nin kesişme noktası.
Burada Kürt örgütler arasında iktidar mücadelesi, kimi zaman
üstü kapalı, kimi zaman açıktan devam ediyor. Özellikle
Barzani’nin burada faaliyetlere başlaması ve bölge Kürtleri
arasında etkili olması PKK’yı korkutuyor. PKK, Şemdinli
ayaklanmasıyla, bu bölgede otoritesini sadece devlete değil
Barzani’ye de kabul ettirmiş oluyor. PKK’nın Şemdinli’de
sağlam durması bölgedeki geleceği açısından önemli.
Devlete saldıran güçleri, biraz da bu hesaplara göre
değerlendirmek gerekiyor. Barzani’ye karşı çıkanlar, PKK’nın
bölgede hakim olmasından yana. Hattâ insanların önüne,
Barzani mi, PKK mı seçeneği her fırsatta çıkarılıyor. Acı
olan, devletin tüm bu hesapların dışında tutulması. Türk
devleti zaten baştan kaybetmiş kabul ediliyor.
Şemdinli operasyonunun, Türk Ordusu’nun K. Irak’a
operasyonun gündeme geldiği şu günlerde ortaya çıkması
tesadüfün ötesinde bir şey; bunu görmek gerekiyor!
Elbette bu olayın başka bir boyutu. Ancak bölgeye PKK da
hakim olsa, Barzani de hakim olsa Türk devleti açısından bir
şey değişmiyor. Otoritesini kaybeden yine Türkiye oluyor,
toprağını kaybeden yine Türkiye oluyor.
Ve askerler tutuklanıyor!
Ne yazık ki son gelişmeler, Türkiye’nin son olayda büyük
kayıplar verdiğini gösteriyor. Olaylar sonrasında ortaya
atılan taleplerin hemen hemen hepsi kabul ediliyor ve
uygulanıyor. Bunların başında gelen, olaylara adı karışan
askerlerin tutuklanması talebi ne yazık ki yerine
getiriliyor.
Tutuklamanın ne için yapıldığının bir önemi yok. Önemli olan
tutuklamaların olması!
Tutuklamalar sonrası, bölücü basında bayram havası esiyor:
“İyi çocuklar hapiste” diye. Bu tutuklama PKK’nın Ordu’ya
karşı kazandığı başka bir zafer oluyor.
Bu karar 50 tanık dinlenerek yapılıyor. Tanıklar yabancı
değil elbette! Bombalama olayından birkaç dakika sonra
toplanan ve “çeteyi” yakalayan halkın arasından kişiler!
Kuzuyu “kurde” teslim ediyorsunuz ve bunun adı hukuk devleti
oluyor!
Askerlerin yargılanacakları suç da ilginç: Askerler terör
suçundan yargılanacaklar. Yani devletin bölünmez bütünlüğüne
karşı harekette bulunmaktan!
Sadece tutuklamalar değil, bunun öncesi de var elbette. Vali
görevden alınsın diyorlar, alınıyor, kaymakam görevden
alınsın diyorlar, alınıyor. Şu kaymakam görevinden alınırsa
infial olur diyorlar yerinde kalıyor. Hükümet PKK’ya teslim
olmuş, devlet müdahale edemiyor!
Yanlış hesap Bağdat’tan dönsün artık!
Olaylar sonrasında ortaya çıkan tablo hiç de iç açıcı
değildir. Yaşananlardan sonra;
-PKK güçlenmiştir,
-Bölgede Barzani’nin kendisine güveni gelmiştir, fırsat
kollamaktadır. Karşısında şimdilik bir tek PKK vardır,
-Hükümet, Ordu’ya karşı bir zafer daha kazanmıştır,
-Teröre karşı mücadele eden güçler belli süreliğine
sindirilmiştir,
Yaşananlar ortada. Hayatını devletin geleceğine, vatan
bölünmezliğine adamış iki askerimiz tutuklanıyor. PKK
ayaklanırken, Ordu, “daha kötü sonuçlara yol açmamak için”
kışlasında bekletiliyor! Ordu’nun en önemli komutanlarından
birine çetecilik suçlaması yapılıyor ve buna kimse ses
çıkarmıyor.
Neden ve nasıl bu günlere gelindiğini birilerinin oturup
sorgulaması gerekiyor artık.
Ortada izlenen yanlış bir çizgi var. Devleti yok olmaya
doğru götüren bir çizgi!
|
http://www.turksolu.org/96/firat96.htm
|
Emniyetteki
örgütün adı: F (Fethullah) tipi Yöneten: Ramazan Akyürek
Adil Serdar
Saçan
Danıştaya yapılan saldırı sonrası yaşanan ‘kamuoyunu yönlendirme’
faaliyetini emniyet içindeki Fethullahçı yapılanma örgütledi. Bu
örgütlenmenin başında Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan
Akyürek bulunuyor.
İstihbarat Dairesi, Terör Dairesi, Kaçakçılık Dairesi ve Eğitim
Dairesi’nde örgütlenmiş durumdalar ve illerin istihbarat
teşkilatları bunların elinde. Teknik dinleme yapan polis birimleri
tamamen bunların elinde. Dinlemeyi polis mi yapıyor, yoksa polis
üniforması giymiş F tipi adam mı yapıyor? Bunu merak eden savcı
varsa ben onları isim isim veririm.
Şemdinli’de savcı iddianameyi yazmadan önce, Meclis Araştırma
Komisyonu’na İstihbarat Dairesi’nin Başkanı geliyor. Diyor ki,
“hırsız içeride dışarıda aramaya gerek yok.” Onu alıyorlar onun
yerine sicilinde “Fethullahçı” yazan birini atıyorlar. Adamlarda
hiçbir değişiklik yok. Şemdinli iddianamesi, F Tipi örgütünün
araştırmalarına göre yazıldı.
Devletin belirli kademeleri ele geçirilmiş. Bu örgütün başı, bir başka
ülkenin istihbarat servisi ne derse onu yapıyor. O ülke, o örgüt
vasıtasıyla bizim ülkemize operasyon yapıyor. Burada hem hükümete
operasyon yapılıyor, hem de bize yani ulusalcı güçlere…
Aydınlık, 28 Mayıs 2006
Türkiye’de ilk Kaçakçılık ve Organize Suçlar Müdürlüğü 1998 yılında
kuruldu. Müdürlüğün İstanbul’daki şubesinin kurucusu Adil Serdar
Saçan. Saçan, 5 yıllık görev süresince Ömer Lütfi Topal cinayeti,
Malki cinayeti, Korkmaz Yiğit, Albayraklar Holding, İGDAŞ, Akbil ve
İSTAÇ gibi operasyonlarını yürüttü. AKP’nin iktidar olmasıyla
birlikte görevden alındı. Nedeni, Emniyetteki irticai kadrolaşmaya
karşı olması.
Aydınlık Genel Yayın Yönetmeni Emcet Olcaytu, Dr. Adil Serdar Saçan’la
İstanbul’da bürosunda konuştu.
AYDINLIK:
Telefon görüşmemizde “Danıştay saldırısı sonrası yaşanan gelişmeleri
Emniyet içindeki Fethullahçı yuvalanmanın organize ettiğini”
söylediniz. Bu örgütlenmeyi ve bu olay içindeki rolünü anlatır
mısınız?
A. SERDAR SAÇAN:
Polis Koleji’ne 1978 yılında girdim. Birden Işık Evleri’ni buldum
karşımda. Bu yıllar Polis Koleji’nin bu örgüt tarafından ele
geçirilme dönemidir. Polis Akademisi’nden o dönem mezun ilk komiser
yardımcıları -seçilmiş bir grup Polis Koleji’ne gelmişti. Şimdi
kolejdeki örgütlenmeyi yapan bu kişilerin hepsi şu anda emniyet
müdürü. Bunlardan birisi de şu anki İstihbarat Daire Başkanı Ramazan
Akyürek.
İKİ YIL İÇİNDE İL EMNİYET MÜDÜRÜ OLACAKLAR
Komiserler, Kolej’deki öğrencileri Işık Evleri’ne götürmeye
başladılar. Bizim dönemimizden Işık Evi eğitimi almış birçok kişi
var. Önümüzdeki 2 yıl içinde onlar il emniyet müdürü seviyesine
çıkacaklar. Şu anda müdür yardımcısı durumundalar. O tarihten sonra
Polis Koleji ve Polis Akademisi, daha sonra Polis Okulları bu F Tipi
örgütlenmenin (Fethullah Gülen örgütlenmesi – Aydınlık’ın notu)
eline geçti. Ve emniyet örgütünün yönetici kesiminin büyük bir
bölümü, bunlardan oldu.
ÖZAL DÖNEMİNDE ÇIKAN ÖZEL YASA
1985 yılında, “Özel Sınıf” adı altında polis koleji değil,
üniversiteyi bitirmiş olan kişileri de aldılar. Bir sene eğitip,
1986 yılında amir yaptılar. Atatürk, Polis Koleji’ni, Cumhuriyet’e
bağlı bir polis teşkilatı yetişsin diye kurmuştu. Ama 1985 yılında.
Özal döneminde bir yasa çıkarıldı. Böylece; örneğin İlahiyatı
bitirmiş adam Polis Koleji’ne girmeden, sınavla Polis Akademisi’ne
girdi. 8 ay eğitim görüp, Kolej ve Akademi mezunları gibi yetki
sahibi oldular. Bunların büyük bir bölümü “F tipi”dir (Fethullah
Tipi). Bunlar şu anda il emniyet müdür yardımcısı düzeyindeler.
Önümüzdeki sene itibariyle birinci sınıf emniyet müdürü olacaklar.
Emniyet örgütlenmesi içindeki üst yapılanmanın büyük bir bölümü şu
anda ne yazık ki, örgütün kontrolüne geçti. Dolayısıyla emniyet
birimleri de F tipi örgütlenmenin kontrolüne geçti.
Işık Evleri eğitiminden geçmiş emniyet müdürleri, imam emniyet
müdürleri... Üzerlerinde resmi üniforma var ama üniformanın
arkasında çok ciddi bir örgütlenmeye bağlı emniyet mensupları var.
“SAVCILARA İSİM VERİRİM”
AYDINLIK:
Emniyet Genel Müdürü, Danıştay’a saldırı olayının arkasında, adı
belli olmayan bir örgütün varlığından bahsediyor?
SAÇAN:
Ben
F Tipi örgütten bahsediyorum. İstihbarat Dairesi, Terör Dairesi,
Kaçakçılık Dairesi ve Eğitim Dairesi’nde örgütlenmiş durumdalar ve
illerin istihbarat teşkilatları bunların elinde. Teknik dinleme
yapan polis birimleri tamamen bunların elinde. Dinlemeyi polis mi
yapıyor, yoksa polis üniforması giymiş F tipi adam mı yapıyor? Bunu
merak eden savcı varsa ben onları isim isim veririm.
F TİPİ ÖRGÜT SOKAKLARI İZLİYOR
Dinleme kapsamında MOBESE (Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu) diye
bir sistem kurdular. Bu sistem bütün sokakları izliyor. Yasal alt
yapısı yok. Her yere bir kamera koydular ama her sokağa kamera koyan
devlet Danıştay’a kamera koymayı unutmuş. MOBESE’yi kuran firma, bu
sistemi kuran örgüt, biraz önce bahsetmiş olduğum grubun
kontrolünde.
DANIŞTAY SALDIRISI VE ÖNCESİ
Son olayda Cumhuriyet’e doğrudan sıkılmış bir kurşun var. Atatürkçü
olduğu, Cumhuriyetçi olduğu, laik olduğu kesin olan bir üst yargıya
Cumhuriyet tarihinde ilk defa sıkılmış bir kurşun. Danıştay’a
yapılan saldırı sonrası yaşanan “kamuoyunu yönlendirme” faaliyetini
Emniyet içindeki Fethullahçı yapılanma örgütledi. Bu örgütlenmenin
başında Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek bulunuyor.
Ancak son olaylar yaşanmadan önce Türkiye’de bir takım olaylar oldu.
Bunlardan bazı örnekler vereceğim.
Bir terörle mücadele komiseri, 2001 veya 2002 senesinde Çağdaş Eğitim
Vakfı’nda bir kaset buluyor. Önce sızıyor oraya güya komiser. Ve
sonra arama yapılıyor vakıfta ve orada kaset bulunuyor. Kaseti bir
dinliyorlar. Fethullan Gülen’le ilgili soruşturma yapmakta olan Nuh
Mete Yüksel’in seks kaseti. Tesadüfe bakın şimdi. Kim yapıyor
operasyonu? Devlet yapıyor ama; devlete sızma, üniforma giyme budur
yani. Peşinden Nuh Mete Yüksel görevden alınıyor, sürülüyor.
YÜKSEK YARGIYA SALDIRININ MERKEZİ DE AYNI
Peşinden tekniğe dayalı bir istihbarat operasyonu daha. Yargıtay
Başkanı Eraslan Özkaya olayı. Yöntemi bildiğim için söylüyorum.
Özkaya laiklikle ilgili bir konuşma yapıyor, laikliği başka tarif
eden grup bunu beğenmiyor. Ve Eraslan Özkaya birden bire Alaaddin
Çakıcı ile ilişkilendiriliveriyor. Soruşturma yapılınca adamın
suçsuzluğu ortaya çıkıyor ama daha evraklar adliyeye gitmeden
basında çarşaf çarşaf yazıyor. Burada da operasyonu yapan istihbarat
ve kaçakçılık daireleri.
Danıştaya silahlı saldırı yapıldı. Fakat yüksek yargıya yapılan
silahsız saldırılar daha önemli. Yüksey yargıya Yargıtay Başkanı’nın
şahsında saldırı yapıldı.
Hemen devamında AKP’nin bir milletvekili (TBMM Dokunulmazlıkları
Araştırma Komisyonu Başkanı Hüsrev Kutlu – Aydınlık’ın notu) diyor
ki “yargıya güvenmiyoruz”. Akabinde Kaçakçılık, İstihbarat Daire
Başkanlıkları “Neşter” diye bir operasyon başlatıyorlar. Yargıtay’a
otomatik tüfekle saldırı gibi bir olay. “Yargıtay’ın yargıçları,
rüşvet aldı” diye telefon görüşmeleri yayınlanıyor. Yüksek yargıçlar
karalanıyor. Yargıtay Genel Sekreterliği topa tutuluyor. Sonuçta
hepsi beraat ediyor.
BDDK OPERASYONU
Bunun peşenden BDDK Başkanı Engin Akçakoca ele alındı. Adamın evinin
yanında bir depo bulunuyor. Evraklar bulunuyor ihbar gelmiş falan
filan. Adam “lanet olsun” dedi gitti. Hedef gösteriliyor. Polis
hazır. Polis dediğim, bizim Türkiye Cumhuriyeti polisi değil.
FERHAT SARIKAYA IŞIK EVLERİNE GİTMİŞ Mİ? ARAŞTIRILSIN
Devam ediyorum... Van 100. Yıl Üniversitesi meselesi. Orada hedef kim?
Üniversiteler. Neden Çete’ye sokuldu orada rektör. Çünkü o tarihteki
mevzuata göre telefonları dinlemek için çete mensubu olması lazım.
Hemen İstihbarat Dairesi ve malum örgüt faaliyete başladı.
Daha
enteresan bir şey. Rektör Aşkın’ın avukatı (TBB eski başkanı Teoman
Evren-Aydınlık’ın notu) Ankara’da, şimdiki Barolar Birliği Başkanı
Özdemir Özok’la birlikte aynı büroyu kullanıyor. Bu büroya
giriliyor, talan ediliyor. Bu da yüksek teknik kullanabilecek
kişiler tarafından yapılabilecek bir arama. Ondan sonra da Şemdinli
olayı meydana geliyor. Burada da askere kurşun sıkılıyor. Herkes bu
savcı yetkisini aştı falan filan dedi. Peki bu savcı kim? Son olayda
Muzaffer Tekin’in dedesine kadar araştırıyorsun. Bu savcıyı
araştırdılar mı? Bu savcı ışık evlerine hiç gitmiş mi acaba?
Şemdinli’de bir güç gösterisi var. TSK’nın en üst düzeydeki paşası
çetecilikle suçlanıyor. Bu güce kim sahip Türkiye’de.
Dikkat edin. Şemdinli’de savcı iddianameyi yazmadan önce, Meclis
Araştırma Komisyonu’na İstihbarat Dairesi’nin Başkanı geliyor. Diyor
ki, “hırsız içeride dışarıda aramaya gerek yok” Onu alıyorlar onun
yerine sicilinde “Fethullahçı” yazan birini atıyorlar. Adamlarda
hiçbir değişiklik yok. Şemdinli iddianamesi, F Tipi örgütünün
araştırmalarına göre yazıldı.
SAVCI İSTANBUL POLİSİ HAKKINDA SORUŞTURMA AÇMALI
AYDINLIK: Son soruşturmada da Bakan Mehmet Ali Şahin, “Süprizlere
hazır olun” dedi.
SAÇAN: Somut olay şu. Cumhuriyet Gazetesi üç defa bombalandı.
Birinci bombalamada, tamam, polis olarak bu eylemi yersiniz.
İkinciyi yemezsin, gazetenin önünde tedbirini alırsın. Bu olay
örneğin Zaman Gazetesi’ne olsaydı, ikinci eylem yapılabilir miydi?
İddia ediyorum yapılamazdı. Neden oraya bir izleme aracı
atmıyorsunuz. Üçüncüyü de attılar. Ekipler orada duruyor, adamlar
yürüyüp gitti. Aynı adamlar Danıştay’da Cumhuriyet’in hâkimini
katletti. Ondan sonra polis çıkıp “biz başarılıyız” diyor. Aynı
yerde üç olay oluyorsa bir kere bu görevlilerin yakasından
tutacaksın. Hiç soruşturma açıldı mı bunlar hakkında? Aksine ödüller
veriliyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın bu konuda soruşturma
açması lazım. En azından “görevi ihmal” var burada. Ondan sonra
Ankara adamı yakalayınca İstanbul polisi, “Ben bu adamları vermem,
bu adamlar Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba attı” diyor. Ankara’daki
eylem olmasaydı sen yakalayamıyordun ki bunu. Bence o adam oraya
yakalanmak için gitti zaten. Bu ya görevi ihmaldir, ya da acemilik
sebebiyle ölüme sebebiyettir. Bir komplo varsa komplo buradan
başlıyor.
İSTİHBARAT DAİRESİ’NİN OLANAKLARINI KULLANIYORLAR
AYDINLIK: Komplo, Fethullahçı yuvalanmadan sağlanan imkânlarla mı
yapılıyor?
SAÇAN: Tabii tabii. İstihbarat dairesi, kaçakçılık dairesi. Dikkat
edin hepsi tekniğe dayalı. Telefon görüşmeleri... Eraslan Özkaya
telefonla görüşmüş, bir avukatın bürosunda Nuh Mete Yüksel’le ilgili
kaset çekiliyor. Planlı...
Danıştay saldırısı öncesi de Başbakan, “Danıştay 2. Daire’nin kararı
şöyle böyle” dedi saldırı oldu. Polis Yargıtay’a operasyon yaptı.
BASIN İŞİN PSİKOLOJİK HAREKATINI YAPIYOR
AYDINLIK: Basın, polisten gelen bilgileri sorgulamadan bunun peşinde
koşturup gidiyor. Muzaffer Tekin bağlantısı diye bir şey ortaya
atıldı. Basının bilgi yetersizliğinden mi?
SAÇAN: Basın ne veriliyorsa onu yazıyor. O merkez aynı zamanda bu
işin psikolojik harekâtını da yapıyor. Onlar ne verirse basın da onu
yazıyor.
AYDINLIK: Tüm bunları kim planlıyor?
SAÇAN: Şemdinli olayıyla bu iki olaya baktığınızda bu olaydan zarar
görenlerden biri kabul etsek de etmesek de hükümet. İkincisi,
ulusalcı olan bir yargıç öldü, ulusalcı olan bir grup zarar gördü.
Bir de askere bağladılar işi. Bu iki gücü “İstediğim an kafa kafaya
tokuştururum” diyen üçüncü bir güç çıkıyor ortaya. Bu üçüncü gücü
destekleyen yer neresi? Biraz evvel bahsettiğim devlete sızmış olan,
“biz X imamına bağlıyız” diyen grup. Bunlar taşeron. Planlayan kim
peki? İran meselesinde hem hükümet hem ordu bir merkezin verdiği işi
yapmadılar veya geciktiriyorlar. Devletin belirli kademeleri ele
geçirilmiş. Bu örgütün başı, bir başka ülkenin istihbarat servisi ne
derse onu yapıyor. O ülke, o örgüt vasıtasıyla bizim ülkemize
operasyon yapıyor. Burada hem hükümete operasyon yapılıyor, hem de
bize yani ulusalcı güçlere…
O güç diyor ki, “siz biz ne dersek yapmak zorundasınız. Yapmadığınız
zaman biz artık sizin ülkenizde Danıştay’ı basacak güçteyiz. Yarın
kafamızı bozarsanız Milli Güvenlik Kurulunu da basarız” diyor adam
yani.
http://www.ip.org.tr/lib/pages/detay.asp?goster=haberdetay&idhaber=149
|
.Aslolan,
haritadan silme kararlılığını gösterebilmektir!
Kuzey
Fırat
Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde, 9 Kasım öğleden sonra Umut
kitap evine bomba atıldı. Bombayı attığı iddia edilen üç
kişi, kitap evi sahibi ve vatandaşlar tarafından yakalanıp
güvenlik güçlerine teslim edildi! Linç edilmek istenen bir
kişi, linçten polislerin yardımıyla kurtuluyordu.
Şemdinli’de son iki ayda, 16 bombalama gerçekleşse de, son
olay kadar ses getirmemişti bu 16 bombalama! Çünkü
bombalamaların tamamına yakınını askeri binalara ve kamu
binaları yapılmıştı.
Yine bombalamalar sonucunda 15 askerimizin şehit olmasına,
20’den fazla kişinin de yaralanmasına rağmen bu olaylar ne
Şemdinli’deki kadar “büyük tepkilerin” ortaya çıkmasına
neden olmuş ne de medyada yer alabilmişti!
Kitap evinin bombalanmasından kısa bir süre sonra, hemen
hemen Şemdinli’nin tamamına yakını toplanıyor, toplanan
kalabalık kamu binalarına saldırıyor, bu binalar tahrip
ediliyor, askeri araçlara saldırılıyor, yollara barikatlar
kurularak PKK kontrol noktaları oluşturuluyordu.
Medya ve Şemdinli tek ses tek yürek!
Bombalamayı gerçekleştirdikleri iddia edilenlerden ikisin
ordu mensubu, bir kişinin de PKK itirafçısı olması nedeniyle
herkes aynı soruyu soruyordu: İkinci Susurluk vakası mı?
Yine benzer şekilde, bu kişilerin tahrip edilen arabalarında
bulunan silahlar ve çeşitli dökümanlar “isim listeleri”,
resimler, “ikinci Susurluk”’a işaret ediyordu. Yani medyanın
deyimiyle kirli işlere bulaşan devlet görevlileri,
kendilerini devletin yerine koyan devlet görevlileri ve
bunlara destek olan, teşvik eden siyasiler, üst düzey ordu
mensupları! Her şey bu kadar basitti!
Ayaklanan Şemdinlililer, yıllardır terörden bıkan, barışı,
insan haklarını devletin kendilerine adam gibi davranmasını
isteyen garibanlardı!
Haklıydılar, devlet dairelerine saldırırken, bayrağı
yakarken haklıydılar! Devlet yıllardır kendilerine
zulmetmişti. Temiz Şemdinli’ler, kirli devlete karşı
savaşmaktaydı yıllardır ve son bombalama olayıyla birlikte
kirli devletin foyası ortaya çıkmıştı!
Medyada esen hava tam da buydu. Kirli devlete karşı temiz
insanların savaşı!
Bu olay kimilerine göre, devletin kendisini vatandaşına
affettirmesi için önemli bir fırsattı! Her köşeden aynı ses
yükseliyordu: Olayı örtbas etmeyin! Olaya karışanları
yargılayın, cezalandırın ve kendinizi affettirin! Başta
Şemdinliler olmak üzere bütün insanlar sizden bunu
beklemekte!
Orduya güvenmeyenler Başbakanı göreve çağırıyordu! Başbakan
olayın üzerine gitmeli ve “kirli ilişkiler” içersinde
bulunan devlet görevlileri cezalarını çekmeliydiler!
Yani, ordu suçluydu, polis suçluydu, devletini koruma
görevini kendisine misyon edinmiş vatanseverler suçluydu!
Şemdinli’nin
PKK için önemi ve Seferi Yılmaz
Herkes bu değerlendirmeyi yapıyordu. Ortada ne PKK, ne
PKK’nın şehit ettiği askerlerimiz, ne PKK’nın çağrısıyla
ayaklanan insanlar vardı!
Her şeyi devletin üzerine yıkma çalışanlara, PKK’ya karşı
mücadele eden insanları köşeye sıkıştırmaya çalışanlara
birkaç hatırlatmada bulunmak isteriz.
Herkes kendi kendisine şu soruyu sorsun öncelikle. Tüm bu
olayların özellikle Şemdinli’de yaşanması, arkasından
Hakkari’nin diğer ilçelerine daha sonra, PKK ile hala sıcak
çatışmaların olduğu Van gibi Ağrı gibi illere sıçraması bir
tesadüfün sonucu mudur yoksa başka bir şey midir?
Şemdinli’nin PKK için ayrı bir önemi vardır. Şemdinli
PKK’nın en güçlü olduğu yerlerin başında gelmektedir.
İlçenin kendileri için önemini de şu şekilde
açıklanmaktadırlar:
“(Şemdinli) Birincisi stratejik bir üçgende bulunmaktadır.
İran, Irak ve Türkiye’yi birbirine bağlayan siyasal ve
askeri bir odaktır. Burada (Şemdinli’de) diri, duyarlı bir
halk potansiyeli vardır. (PKK Şemdinli halkına istediğini
yaptırabilir, Şemdinli halkı harekete geçmek için PKK’nın
küçük bir işaret vermesi yeterlidir). Yanı başında
Yüksekova, yüzbinlerle gerilla cenazesini sahiplenmiş sıcak
bir kent. Kürt demokrasi hareketi (PKK) açısından ele
alındığında, halkın kitlesel eylemlilik ve hareketliliği
açısından oldukça faal bir zemin. Bu özelliğiyle diğer Kürt
bölgelerini etkileyerek tetikleyecek bir konuma sahip.”
Şemdinli’nin PKK için böyle bir stratejik öneminin olmasının
yanında tarihi bir önemi de vardır. 1984 yılında PKK, adını
Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla duyurmuştu. Bu baskında tüm
ilçe halkı PKK’nın yayında yer almıştı. Bugün olduğu gibi, o
günde kepenkler inmiş, kamu binalarına saldırılmıştı!
Tesadüfe bakın ki, bu baskını gerçekleştirenler arasında yer
alanlardan bir tanesi, kitap evi bombalanan Seferi Yılmaz’ın
ta kendisidir! Yılmaz her ne kadar, “15 yıl cezaevinde
kaldım, cezamı çektim” dese de, bölgede PKK’nın önemli
adamlarından bir tanesidir. Şu anda DEHAP’ın onursal üyesi
ve DTP’nin kongre delegesidir.
Devletin yalanlarından PKK’ya sığınırım!
Ne hikmetse Yılmaz’ın söyledikleri inandırıcı gelirken,
söyledikleri üzerinden devlet suçlanırken, subayımızın
anlattıkları daha başından reddedilmektedir. Herkes olay
açıklığa kavuşturulsun derken aslında, subaylarımızın ve
askerlerimizin cezalandırılmasını istemektedir!
Eğer bombayı PKK’nın attığı kanıtlanırsa olay açıklığa
kavuşmayacaktır!
Ne diyor subayımız; “Bombayı kendi dükkanına Seferi Yılmaz
atmıştır. Biz olay sırasında tesadüfen oradaydık ve patlama
sesinin duyduğumuzda bakmak için arabadan indik.”
Herkes bu olasılığı daha başından reddetmektedir. Ancak
kimse kendi kendisine şunu sormamaktadır. Bombalama sonucu
dükkanda bulunanlardan bir kişi ölürken, Seferi Yılmaz nasıl
kurtulmuştur? Bombayı attığını iddia ettiği kişiyi
yakalamakta kendisine yardımcı olan kişilerin olay yerinde
hazır bulunmaları düşündürücü değil midir?
Şemdinli, metropol değildir. Büyük sayılabilecek bir tane
caddesi vardır. Yine bombanın atıldığı pasaj, tek pasajıdır
ve bu cadde üzerindedir, günün tamamına yakının bu pasaj
önünde veya yakınında geçirmeniz büyük olasılıktır. Hele
Ordu mensubuysanız zamanınızın büyük çoğunluğu burada
geçecektir çünkü hayat olan tek yer burasıdır!
Tüm bu gerçeklerden soyutlayarak, olayı devletin üzerine
yıkmak, başta Ordu olmak üzere teröre karşı savaşan güçleri
köşeye sıkıştırmaya çabalamak ve tüm bunlara devletin göz
yumması Türkiye’nin terör karşında ne kadar acz içersinde
olduğunun bir göstergesidir. Terör örgütü, tüm gücüyle
saldırırken devlet, geri adım atmaktan çekinmemektedir.
Teröre karşı savaşma kararlılığından uzaktadır! Suçlu
olmadığı halde suçluluk psikolojisi içersindedir. PKK
psikolojik üstünlüğü neredeyse ele geçirmiştir.
İkinci Susurluk yaygarasının en önemli sebebi budur. Savaşan
güçlere karşı psikolojik üstünlük kurma çabasıdır. Eğer olay
ikinci Susurluk olarak kabul ettirilirse, PKK “Susurluğa
karşı” eylemlerin öncülüğünü üstlenecektir! Liberali,
şeriatçısı, saf ulusalcısı, devlete karşı savaşta PKK’nın en
büyük destekçisi olacaktır. Bu şekilde, teröre karşı savaşan
güçler sindirilecek, her alanda PKK hakimiyeti kurulacaktır.
Susurluk’un tasfiyesi dedikleri şey, devletin teröre
teslimiyetinin ta kendisidir aslında.
“Olay zihniyet meselesidir”
Tayyip Erdoğan’ın, “Asıl mesele zihniyet meselesidir, asıl
sorun zihniyet sorunudur” dediği şey teslimiyet zihniyetinin
hakim kılınmasından başka bir şey değildir.
Ne eleştiriliyor en çok? Kendisini devletin geleceğine,
vatanın bütünlüğüne adamış birileri çıkıyor teröre karşı
savaşıyor, kendisini devlet yerine koyuyor! Tayyip
Erdoğan’ın eleştirdiği zihniyet budur. Devleti koruma
zihniyeti. Devletin kendisini savunma olanakları ortadan
kaldırılmışsa, devlet kendisini koruyamayacak duruma
düşürülmüşse, elbette birileri çıkıp devletine sahip
çıkacaktır. Bundan daha normal bir şey yoktur. Devletini
korumak için elinden ne geliyorsa yapacaktır.
Nasıl Filistinli, Iraklı, vatanını korumak için, ölüme
gitmekten çekinmiyor, vücuduna bağladığı bombalarla vatanını
savunuyorsa, bu vatanı savunmak için birileri aynı yola
başvurduğunda bunun kim engelleyebilir? “Devletsiz
yaşamaktansa, vatansız kalmaktansa kendimi yakarım” diyen
insanı kim engelleyebilir? Başbakanın beğenmediği zihniyet,
milletin genlerinden kaynaklanan zihniyettir. Birileri
sonradan, insanların kafasına vatan sevgisini, millet aşkını
aşılamaz, bu aşk, bu sevgi doğuştan gelir. Unutturulmaya
çalışılsa da günün birinde mutlaka ortaya çıkar, eğer zamanı
gelmişse büyük bir silah olarak düşmanın karşısına dikilir.
Doğal olan budur. Bunun tersinin düşünmek, onca saldırıya
karşı eli kolu bağlı bir köşede ne olacağını beklemek, sesiz
kalmak, geleceğini karşı tarafın insafına bırakmak ihanetin
ta kendisidir. Vatansız ve devletsiz kalmanın ilk adımıdır.
Böyle yapıldığı için Türkiye bu noktaya gelmiştir. İlk
hareket hep karşı taraftan beklenilmiş, önceden önlem
alınmamış, düşmanın hareketine göre strateji
geliştirilmemiştir. Yaşadığımız süreç bu yanlışın sonucudur.
Komplocular nerdesiniz; kimin işine yaradı diye neden
sormuyorsunuz?
ABD’ye 11 Eylül saldırısı olduğunda, “bu saldırı kimin işine
yaradı” diye soran ve “11 Eylül saldırısı ABD’nin işine
yaramıştır, bunundan dolayı bu saldırıyı ABD yapmıştır”
cevabını verenler, gariptir ki, Şemdinli’de yaşananlar
karşısında aynı tavrı göstermekten çok uzaktadırlar.
Patlayan bomba, devlete karşı ayaklanmasının sebebi olmuş,
esnaf kepenk kapatmış, lise öğrencileri okulları boykot
etmiş, hemen hemen tüm devlet kurumlarına
saldırılmıştır.Yollara barikatlar kurulup, kimlik
kontrolleri yapılmış, devlet iradesinden bağımsız bir güç
ortaya çıkmış, “devlet” gibi davranmıştır!
Bu işten zararlı çıkan devletken, tüm bunların sebebi yine
devlet olarak gösterilmiştir!
İktidarı, muhalefeti herkes Ordu’yu, teröre karşı direnen
güçleri suçlamaktadır.
Dış müdahaleye zemin hazırlanıyor
Olayların arkasında yatan bir gerçek de, Türkiye’nin elinin
kolunu bağlamak, dış müdahale için zemin hazırlamaktır.
TÜRKSOLU’nun yıllardır söylediği, Diyarbakır merkezli özerk
bir Kürt bölgesi yaratılması ve bunu başta Avrupa olmak
üzere tüm dünyaya kabul ettirme çabası Şemdinli olaylarında
kendisini göstermektedir.
Halk devlete karşı önce Şemdinli’de ayaklanmış, bu
ayaklanmadan birkaç gün sonra, Diyarbakır’da yapılan “Kürt
Sorununa Demokratik ve barışçı Çözüm” mitingi Şemdinli’ye
destek mitingine dönüştürülmüş, on binlerce insan PKK ve Apo
lehine sloganlar atmış, devlete karşı savaş yemini etmiştir.
(Bu mitingin tarihi daha önceden bellidir. Şemdinli
olaylarının bu tarihe rastlaması, mitingin Şemdinli’ye
destek mitingine dönüştürülmesi de ayrıca üzerinde
düşünülmesi gereken önemli bir noktadır.)
Hemen arkasından Yüksekova’da, başını PKK’nın çektiği
ayaklanma girişimlerinde bulunulmuş, Van ve Ağrı’da benzer
olaylar yaşanmıştır. Devlet güçleri kalabalığı
durduramayınca, Kürtçe konuşan belediye başkanından yardım
istemiş ve kalabalık sakinleşmiştir. Bu şu demektir aynı
zamanda; Kürtçe konuşan belediye başkanı günü geldiğinde,
Kürtçe konuşarak durdurduğu kalabalığı, yine Kürtçe
konuşarak harekete geçirebilecektir. Çünkü insanlar devleti
değil, belediye başkanını dinlemektedir! Orada devlet
otoritesi değil, belediye başkanının otoritesi
tanınmaktadır!
Dışarıya verilen mesaj bellidir. Bu bölge, ayrı dilin
konuşulduğu, farklı bir yaşamın olduğu, insanların devlet
tarafından öldürüldüğü, ezildiği, isyan eden insanların
yaşadığı bir bölgedir. Şemdinli’ye Felluce benzetmesinin
yapılması boşuna değildir. Felluce’yi bombalayan işgalci ABD
ise Şemdinli’li bombalayan işgalci Türkiye’dir.
Fransa’da “varoşlar” neden isyan ediyorsa, Türkiye’de
Kürtler onun için isyan etmektedir!
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in “Brüksel
Şemdinli’deki sesi duy” feryadı, müdahale isteğinden başka
ne olabilir?!
Birilerinin önü kesilmeye mi çalışılıyor?
Yaşanan gelişmeler tüm bunların yanı sıra işin içinde başka
hesaplarında oluğunun göstermektedir. Özellikle hükümetin
geleceği ile ilgili çeşitli meseleler karşımıza çıkmaktadır.
Bu hükümetin bir darbeyle gideceğini ve bunun
hazırlıklarının yapıldığını aylar önce yine bu sayfalarda
yazmıştık. Hükümetin, ABD desteğini kaybetmesi, ABD’nin
hükümete güvenmemesi, çeşitli alternatifleri ortaya
çıkarmaktaydı. Hükümet için en büyük tehlike, Ordu içersinde
kendine karşı gelişecek bir hareketti. Kendisine karşı
gelişecek hareketi, şimdiki Genelkurmay Başkanı’yla
engellemeyi başaran hükümettin, Genelkurmay Başkanı’nın
değişmesi halinde önemli bir dayanağı ortadan kalkmış
olacaktır.
Ordu içersinde, Şemdinli olayları karşısında iki ayrı sesin
yükselmesi, ister istemez akıllara çeşitli sorular
getiriyor. Genelkurmay Başkanı’nın “Ben personelimi ne
suçlarım, ne de korurum” açıklamasına karşılık, KKK Komutanı
Org. Yaşar Büyükanıt’ın, olayda adı geçen Ali Kaya isimli
astsubaya sahip çıkması Ordu içerisinde yaşanan ayrımı
gözler önüne sererken, Tayyip Erdoğan’ın, Ordu ve
Cumhurbaşkanlığı ile “Temizlik anlaşması” yaptığını
açıklaması, olaya karışanların ergeç yargı karşısına
çıkartılacağının garantisini vermesi, ortada bir
hesaplaşmanın olduğunu göstermekte.
Genel kanı, bu olay üzerinden Yaşar Büyükanıt’ın
yıpratılmaya çalışıldığı ve Genelkurmay Başkanı olmasının
engellenmesi için çeşitli yollar arandığı yönündedir.
Şeriatçıların, “Bu olay mutlaka aydınlatılmalı. Eğer
aydınlatılmazsa, örtbas edilirse ikinci bir 28 Şubat’ın
arifendeyiz” kaygısı ile şimdiki Genelkurmay Başkanı’na
destek olmaları, kendilerine karşı olabilecek bir hareketi
engelleme çabalarının açık bir göstergesi.
Hükmetin, türban konusunda aldığı tavır, başbakanın yurtdışı
gezilerinin çoğunlukla şeyhliklere olması, herkesin aklına
“28 Şubat Müdahalesini” getiriyor! Hele AİHM’in türban
kararından sonra, “bu iş AİHM’in değil ulemanın işidir. din
meselesidir. Dinen bu mesele bizim istediğimiz gibidir”
yönündeki açıklamaları, şeriatçıların kaygılarını daha da
arttırmıştır. Hükümete yapılacak bir müdahale, Yaşar
Büyükanıt’ın Genelkumay başkanı olması, Tayyip Erdoğan’ın
Cumhurbaşkanlığı üzerinde yaptığı hesapların suya düşmesi
demektir!
Tüm bunlardan dolayı Şemdinli olaylarının, Yaşar
Büyükanıt’ın ipini çekmek için kullanıldığını söylemek çok
yanlış bir değerlendirme olarak gözükmüyor!
Musul’u nasıl kaybettiysek, K. Irak’a girmemiz aynı şekilde
engelleniyor: Şemdinli İsyanıyla
Olayın bir diğer boyutu da, Türkiye’nin geleceğini
ilgilendiren önemli kararların arifesinde böyle bir şeyin
patlak vermesi. Org. Yaşar Büyükanıt’ın “PKK yurt içersinde,
eski sayısına ulaşmıştır. Teröristler çoğunlukla K. Irak’tan
girmektedir. Bunu engellemek için çeşitli tedbirler
alınmıştır” yönündeki açıklamalarıyla birlikte, PKK’nın K.
Irak’ta imha edilmesi yönünde hazırlıkların olduğu
bilinmekteydi. Tam da bu hazırlıklar bitmek üzereyken böyle
bir olayın patlak vermesi, hele hele olayın Şemdinli’de
olması ister istemez, Musul’u nasıl kaybettiğimizi akıllara
getirmiştir.
İngilizlerle Musul görüşmeleri sürerken, aynı zamanda
Musul’u almak için askeri harekat planları hazırlanmaktadır.
Tüm hazırlıklar bitmiş, tam harekete geçilecekken Şemdinli
ve Şeyh Sait isyanı patlak verir! Ve Musul’u alma planı
ertelenmek zorundan kalınır. Bu plan hiçbir zaman hayata
geçirilemez.
1925 gerçekleşen bu isyanın bir benzerinin aynı ilçede, Ordu
Kuzey Irak’a girme hazırlıklarını tamamlamışken patlak
vermesinin bu anlada tarihi bir anlamı vardır.
Bu benzerliğe karşılık, 1925’te isyanda, isyanın elebaşıları
idam edilmiş, 2005 yılındaki isyanda ise, devlet kendisini
vatandaşına affettirme telaşı içine düşmüştür!
TÜRKSOLU haklıdır, herkes kendisini gözden geçirecek!
TÜRKSOLU’nu, izlediği Kürt politikası yüzünden eleştirenler,
yaşanan son gelişmelerle kendilerini gözden geçirme,
olayları tekrar değerlendirme fırsatı yakalamışlardır.
Hakkari merkezli yaşanan ayaklanma provaları, TÜRKSOLU’nun,
“Kürt istilası” tespitinin ne kadar doğru, önlem alınmazsa
nelere malolacağının görülmesi için önemli bir fırsattır.
Şemdinli’de başlayan ayaklanma, kısa sürede Hakkari’nin
diğer ilçelerine sıçramış, arkasından PKK’nın güçlü olduğu
diğer illerde benzer olaylar yaşanmıştır. Bu olaylar
karşısında devlet pasif durumdadır. Ayaklanmayı “engelleyen”
yine ayaklanmayı çıkartanlardır. Devlet, kendisini bu
adamların insafına bırakmıştır.
Eğer bu gidişe dur denilmezse, yarın bu bölgede çıkacak
isyanın büyük şehirlere yayılmasını kimse
engelleyemeyecektir. PKK, doğuda, bu ayaklanma ile gücücünü
sınama, aynı zamanda dosta düşmana gösterme fırsatı
yakalamıştır ve büyük ölçüde istediğini elde etmiştir. Bu
bölge, şimdilik PKK tarafından teslim alınmış gözükmektedir.
Buradaki gücünü pekiştirdikten sonra büyük şehirlere el
atması gecikmeyecektir. Devletin benzer bir olayda, yine
benzer bir şekilde kendisini bu adamların insafına bırakması
sonunu getirecektir.
İş o noktaya varmadan, devletin gerekli önlemleri alması,
her ne pahasına olursa olsun gelişmelere anında müdahale
etmesi kaçınılmazdır. Bu iş, hükümete, sivil toplum
örgütlerine, siyasi partilere bırakılmayacak kadar
hassastır. Devleti koruması gerekenler, görevlerini
yapmayacaklarsa, devleti koruyacak birileri mutlaka
çıkacaktır! Aslolan, haritadan silme kararlılığını
gösterebilmektir!
|
http://www.turksolu.org/95/firat95.htm
|
Büyükanıt Paşaya Miloseviç sonu hazırlanıyor
Ali Özsoy
Esas
hedef AB’nin son dayatması “Uluslararası Ceza Mahkemesi Yasası”nın
yıl sonuna kadar Meclis’ten geçirilmesi ve Van Savcısı gibilerinin
AB kanatları altında istedikleri TSK subayına saldırabilmesi.
AB’nin dayattığı bu yeni “uyum yasasına” göre “savaş suçu”yla itham
edilen herhangi bir komutan, hangi rütbede olursa olsun, kolluk
güçleri tarafından hiçbir ulusal merciden ve yargı organından izin
almadan tutuklanıp, yurt dışına çıkarılıp yargılanıp
cezalandırılabilecek.
Lahey’deki veya Roma’daki bir mahkemenin herhangi bir terör örgütü
üyesinin başvurusu sonucu alacağı kararla teröre karşı savaşan bir
Türk subayı yargılanabilir. Bu yargılama ve tutuklama kararına
Türkiye hükümeti uymak zorunda olacak ve uluslararası yükümlülükleri
çerçevesinde Türk subayını yakalayıp AB’ye teslim edecek.
ABD’nin
imzalamadığı bu sözleşmeyi, AKP iktidarı Türkiye adına imzalayıp,
yasalaştırmaya hazırlanıyor.
O
zaman sadece Büyükanıt Paşa değil, Türkiye’nin bütünlüğü için
savaşan tüm subay ve askerler “savaş suçlusu” damgasıyla
yargılanabilir. Esas hedef bu. Şemdinli “iddianamesi”ni kim
hazırlattı sorusunu soranlar, “Uluslararası Ceza Mahkemesi Yasası”nı
kim yasalaştırmak istiyor sorusuna yanıt versinler doğru sonuca
ulaşırlar.
Yargılanmak istenen, Türk Ordusu ve terörle mücadele
Şemdinli’nin Türk Ordusu’na karşı ABD, PKK ve ABD’nin Türkiye’deki
“derin” işbirlikçilerinin bir komplosu ve saldırısı olduğunu
TÜRKSOLU ilk günden yazmıştı. Bugün Türk Ordusu’na saldırının esas
amacı bütün boyutlarıyla ortaya çıkmaktadır.
Savcının “iddianame”sinde Büyükanıt ismi öne çıktı. Büyükanıt’ın
dosyasını Askeri Savcılığa gönderen Van Savcısı, Büyükanıt’ı ve
O’nunla birlikte bölgede terörle mücadele eden üst düzey yedi
komutanı çete kurmak, çıkar amacıyla görevi kötüye kullanmak,
yargıyı etkilemeye çalışmak hatta “devlet terörü” uygulamak gibi
suçlarla itham etti ve suç duyurusunda bulundu.
Org.
Büyükanıt’ın hâlen Kara Kuvvetleri Komutanı olması, esas yargılanmak
istenenin onun şahsında Türk Silahlı Kuvvetleri ve teröre karşı
verilen mücadele olduğunu açıkça göstermektedir.
Türkiye
bu noktaya adım adım nasıl geldi hatırlayalım.
Türk
Ordusu’nun Ortadoğu’daki gücünü ve manevra kabiliyetini ortadan
kaldırmak isteyen ABD, terörist başı Apo’yu Türkiye’nin ele
geçirmesine izin verdi. Ardından ABD ve AB dayatmasıyla salt Apo
için idam kararı kaldırıldı.
AB
süreci adı altında Kürtçü bölücülüğün yasallaşma süreciyle birlikte
Apo’nun yargılanması ve cezalandırılması AİHM tarafından adaletsiz
ilan edildi.
TÜRKSOLU’nun 2002 yazında öngördüğü süreç, yani Apo’nun salınıp
Meclis’e taşınması süreci, bir koldan ilerlemektedir.
Ancak
esas önemli süreç, Türk Ordusu’nun kuşatılıp tasfiye edilmesi
sürecidir. Kürtçü bölücülüğün yerelde ve merkezde iktidara taşınması
süreciyle paralel ilerleyen Türk Ordusu’nu tasfiye sürecinin adına,
AB ve sivilleşme süreci dendi. MGK’nın sivilleşmesi ve tasfiyesi,
Kıbrıs, Ege, Kuzey Irak’ta kırmızı çizgilerin terk edilmesi,
ulusalcı olarak bilinen paşaların tasfiyesi sürecin bir sonraki
adımıydı.
Şimdi
sürecin son aşamasına gelindi. Batı, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak
bütünlüğü için verdiği mücadeleyi gayri meşru, bölücülüğü ise meşru
görmektedir. Bu çerçevede Türk Ordusu en son, AB temsilcisi
Ladjendik’in ifadesiyle “kirli bir savaş yürüten”, “bu savaştan
çıkar elde eden”, “bu yüzden çatışmaları kışkırtan” bir “savaş
suçluları” topluluğudur.
Van
Savcısı’nın iddianamesinin temel tezi de budur. Bu “iddianame”ye
göre bürokrasi ve ordu içinde bir grup, terör tehdidini “gerçekte
olduğundan daha fazla” abartılarak devletin şiddetli önlemlere
başvurmasının yolunun açılması, bölgedeki idari sisteme olağanüstü
yönetim araçlarının hâkim olmasının sağlanması, birinci ve ikinci
halde bölgedeki güvenlik kaosunun siyasi otorite üzerinde baskı
unsuru olarak kullanılmasının yolunun açılması, son olarak ise bütün
bu sayılanların üzerinde Türkiye’nin temel politik yönelimlerinin
(modernlik projesi, AB süreci) akamete uğratılması ve merkezdeki
siyasi/bürokratik yönetim elitinin güç ve yerlerini muhafaza etmesi”
için şiddet eylemleri örgütlemiş ve çete kurmuştur.
Savcı
zaten Ladjendik’in Türk Silahlı Kuvvetleri’ne saldıran ifadelerini
doğrudan iddianamesine almakta ve esin kaynağını saklamamaktadır.
“Bürokrasinin bizzat kendisi devletin bekasını tehdit eder noktaya
gelebilir” diyerek savcı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm
bürokrasisini bir suç çetesine indirgemektedir.
|
Her şey açık. Van Adliyesi’ndeki Kürt-İslamcı, Nurcu
operasyon ekibini, AKP Adalet Bakanlığı yaklaşık bir
yıl önce atamayla oluşturdu.
“İddianame”nin temel dayanağı olan AKP iktidarı
boyunca trilyonluk kamu ihalelerini kapan
Diyarbakırlı Nurcu işadamı ve gazetesinde
Hizbullah’ı açıkça savunan Kürt-İslamcı Mehmet Ali
Altındağ’ın Meclis Komisyonu’nda verdiği ifadedir.
Altındağ’ı Meclis’e eskiden beri avukatı olan AKP
Diyarbakır Milletvekili Cavit Tosun çağırdı.
Altındağ’ın ruhsatsız silahla Van Adliyesi’ne
girmesini engelleyen polisleri sürgün eden,
Altındağ’ın telefonuyla hemen ulaştığı yakın
arkadaşı AKP’li İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu
bulmacanın diğer önemli ismidir.
AKP’li Milli Eğitim Bakanı Çelik’in abisinin yakın
arkadaşı Van Savcısı Sarıkaya, Altındağ’ın Meclis
Komisyonu’na verdiği ifadeyi yasadışı bir şekilde
AKP’li Komisyon Başkanı Musa Sıvacıoğlu’ndan
sızdırdığı gibi, iddianameyi mahkemeye sunmadan,
yine yasaları çiğneyerek e-mail ile Sıvacıoğlu’na
ilk önce gönderdi.
Gerçek şebeke ortadadır.
Tüm oklar “yargı göz bebeğimizdir” diyen Tayyip ile
“bağımsız yargı konusunda ders almalıyız” diyen
Gül’e işaret etmektedir.
Ordu’ya saldırının ABD, AB, PKK ayaklarının yanı
sıra Savcı’yı “fazla idealist” ilan eden AKP ayağı
da ortadadır.
Şeriatçı ve bölücü basının yayınları da açıkça bunu
göstermektedir.
|
|
|
PKK devlet, Türkiye Cumhuriyeti örgüt konumuna indirgeniyor
Bu
“iddianame” ile Van Savcısı Türk devletinin varlık nedenini
sorgulamaktadır. Bölgedeki terör ortamından doğrudan devlet
güçlerini sorumlu tutmaktadır. Öyle ki, Şemdinli’de son 6 ayda
onlarca güvenlik gücünün şehit edilmesine ve yaralanmasına neden
olan 17 bombalama olayından dolayı açıkça Bölge Jandarma Komutanı’nı
sorumlu tutmaktadır.
“Jandarma Komutanı Erhan Kubat göreve gelmeden önce bombalama
olayları yoktu” iddiasını ortaya atan savcı, 17 bombalamanın
yalnızca 2’sini PKK’nın üstlendiğini, zaten PKK’nın kendi kitlesine
zarar vermek istemeyeceğini, en fazla 2 eylemi daha PKK’nın yapmış
olabileceğini geri kalanın 14 eylemin ise kesinlikle PKK eylemi
olamayacağını iddia etmektedir.
Atatürk, Cumhuriyet savcılarının, isimlerinden anlaşılabileceği gibi
Cumhuriyet’ten yana taraf olduğunu belirtir. Ancak Van Savcısı
PKK’nın açıklamalarını objektif kabul etmekte, PKK’nın halka zarar
vermek istemeyeceğini iddia etmekte ve terör eylemleri için Jandarma
Komutanı’nı sorumlu tutabilmektedir.
Yine
Savcı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni Terörle Mücadele Yasası
çerçevesinde devletin kendi kendini terörist ilan edebileceğini
iddia etmekte ve şu yargıyı öne sürmektedir: “Yukarıda yapılan
tanımlardan ve tecrübelerden hareketle devlet dışı organizasyonların
devleti hedef alarak terör eylemi gerçekleştirebilecekleri gibi
devlet içerisindeki bir takım organizasyonların da terör eylemi
gerçekleştirebileceği kabul edilmektedir. Ancak bu noktada şu soru
kritik önem kazanmaktadır: Devlet içerisindeki odaklar neden terör
eylemi gerçekleştirmektedirler?”
Sorunun cevabını yine Savcı vermektedir:
“Cumhuriyet’in ilanında da kabul edilerek devam ettirilen modernlik
projesi Kürt milliyetçiliğinin ve siyasal İslâm’ın devletin temel
yaklaşımlarına hâkim olmasını temel tehdit unsurları olarak
belirlemiştir.”
Savcı’ya göre merkezdeki “bürokratik elit” çevreden gelen “Kürt
milliyetçisi ve siyasal İslâm” etkisine karşı durmak için
“çeteleşmektedir.”
Bu
noktada sanık sandalyesine oturtulmak istenenin sadece Büyükanıt ve
TSK değil, Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyetin temel ilkeleri olduğu
açıktır. Tıpkı Batılı emperyalistlerin ve bölücü beslemelerinin
iddia ettiği gibi devlet gayri meşru temellerde kurulmuştur, bu
yüzden kendini savunmak için sürekli suç işlemekte ve “savaş
suçluları üretmektedir.”
Türkiye Cumhuriyeti artık bir örgüt konumuna indirilmekte, PKK ve
her türden devlet düşmanı güç ise iktidar ve devlet olma konumuna
yükseltilmektedir.
Bu yol Lahey’e çıkar
Teröre karşı mücadele eden devlet görevlilerini suçlu ilan etmenin
varacağı son nokta Türk komutanlarının ve askerlerinin savaş suçlusu
olarak yargılanmasıdır.
Zaten
AB yetkilileri iddianameyi memnuniyetle karşılamış ve bir “dönüm
noktası olabilir” demiştir.
PKK’nın yayın organı, Van Savcısı’nı göklere çıkarmaktadır. Yine PKK
terör örgütünü K. Irak’tan yönlendiren Karayılan: “Büyükanıt savaş
suçlusu ve çete lideri olarak yargılanmalıdır” diyerek iddianameye
taraf oldu.
“İddianame” yıllardır PKK’nın “kirli savaş” ilan ettiği terörle
mücadeleye karşı propaganda olarak ortaya sürdüğü tüm uydurmaları
gerçek ihbar ve delil olarak ele alıyor. Kulp’ta ortaya çıkan
cesetlerden, Gaffar Okan suikastına kadar pek çok terör eylemini
Türk Ordusu’na ve Büyükanıt’a mal ediyor. PKK’nın internet sitesini
kaynak göstermekten çekinmiyor.
Son
günlerde PKK yanlılarının topladığı, 1 milyonu aştığı iddia edilen
imzanın temel talebi de Türk Ordusu’nun teröre karşı fiili görev
üstlenmiş tüm komutanlarının “savaş suçlusu” olarak yargılanması. Bu
imzalar Brüksel’e ve Lahey’e gönderiliyor. Teröre karşı mücadele
etmiş ve toplumda saygı gören paşalara yönelik, PKK taraftarları bu
çerçevede provokatif saldırılarda bulunuyor.
En
son Hurşit Tolon Paşa’nın Ege Üniversitesi’ndeki konferansını
basmaya kalkan PKK yandaşları “Savaş suçlularının yeri üniversite
değil, mahkemedir” pankartı açtılar.
İşte
AB sürecinin ve ABD’ye taviz çizgisinin geldiği nokta. Terörist başı
Apo’nun serbest bırakılması tartışılırken, TSK komutanları “savaş
suçlusu”, on binlerce şehit ve gazimiz ise “çete üyesi” ilan
ediliyor.
Esas hedef Uluslararası Ceza Mahkemesi Yasası
“İddianame” üzerine pek çok teori üretildi. Olayda AKP parmağından
ve TSK içinde 30 Ağustos öncesi çatlak yaratma çabalarından
bahsedildi. Bunların hepsinde gerçeklik payı var.
Ama
esas hedef AB’nin son dayatması “Uluslararası Ceza Mahkemesi
Yasası”nın yıl sonuna kadar Meclis’ten geçirilmesi ve Van Savcısı
gibilerinin AB kanatları altında istedikleri TSK subayına
saldırabilmesi.
AB’nin dayattığı bu yeni “uyum yasasına” göre “savaş suçu”yla itham
edilen herhangi bir komutan, hangi rütbede olursa olsun, kolluk
güçleri tarafından hiçbir ulusal merciden ve yargı organından izin
almadan tutuklanıp, yurt dışına çıkarılıp yargılanıp
cezalandırılabilecek.
Lahey’deki veya Roma’daki bir mahkemenin herhangi bir terör örgütü
üyesinin başvurusu sonucu alacağı kararla teröre karşı savaşan bir
Türk subayı yargılanabilir. Bu yargılama ve tutuklama kararına
Türkiye hükümeti uymak zorunda olacak ve uluslararası yükümlülükleri
çerçevesinde Türk subayını yakalayıp AB’ye teslim edecek.
ABD’nin imzalamadığı bu sözleşmeyi, AKP iktidarı Türkiye adına
imzalayıp, yasalaştırmaya hazırlanıyor. O zaman sadece Büyükanıt
Paşa değil, Türkiye’nin bütünlüğü için savaşan tüm subay ve askerler
“savaş suçlusu” damgasıyla yargılanabilir. Esas hedef bu.
Şemdinli “iddianamesi”ni kim hazırlattı sorusunu soranlar,
“Uluslararası Ceza Mahkemesi Yasası”nı kim yasalaştırmak istiyor
sorusuna yanıt versinler doğru sonuca ulaşırlar.
AKP
iktidarı ABD ve AB’nin Türkiye’ye yönelik son ölümcül darbesine
hizmet ediyor. Bu iddianamenin PKK, ABD ve AB’yle birlikte taraf
olan diğer gücü de, Van Savcısı’nın da belirttiği “bürokrasiye
rağmen ayakta durmaya çalışan siyasi otorite” yani AKP iktidarıdır.
Miloseviç’leştirme operasyonu
İşin
en acı yanı TSK’ya operasyonun, TSK içine sızmış bazı güçleri de
kullanma olasılığının belirmesidir. Şemdinli’ye o subayları
gönderip, PKK tuzağına düşürenler kimdi?
PKK’nın propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalıştığı sözde toplu
mezarların yerlerini bildirip kazdırtanlar kimler?
Ancak
TSK görevlilerinin bilebileceği sırlar nasıl olup da bölücü
odakların ve Türkiye düşmanlarının eline geçebiliyor?
Eğer
birileri kariyer ve komutanlık sevdasıyla ABD ve AB
emperyalistlerini de arkalarına alıp, Türk Ordusu’nun karalanması ve
bölücülüğün güçlenmesi pahasına bu tür eylemler içine giriyorlarsa
büyük bir gaflet ve hıyanet içindedirler demektir.
Çünkü
bu süreç tüm Türk Devleti’nin ve Ordusu’nun tasfiye edilmesi
sürecidir ki, bu işten kişisel çıkar ve gelecek umanlar en büyük
zararı görecektir.
Van
Savcısı iddianamesinde, Jandarma’nın yetkilerini artık Emniyet’e
(İçişleri Bakanlığı ya da meşhur Abdülkadir Aksu diye
okuyabilirsiniz) teslim etmesini talep ediyor. “Cumhuriyet’in
kuruluşundan beri devam eden olağanüstü güvenlik önlemlerinin” artık
aşırı kaçtığını ve bırakılması gerektiğini öneriyor. Bu,
Jandarma’nın ve Türk Ordusu’nun terörle mücadele mevzisinden
uzaklaştırılması demektir. Komutan yargılamaları da bu yüzden
gündeme geliyor. Bir sonraki aşama, PKK yandaşı yerel yönetimlerin
yerel iktidarı tamamen ele geçirmesi ve BM’yi savaş suçlularına
karşı müdahaleye çağırmasıdır.
Bu
noktadan sonra gelinecek nokta Büyükanıt Paşa dahil Güneydoğu’da
görev yapmış tüm komutanlarımızın “Sırp kasabı” denen ve binlerce
Müslümanın ölümünden sorumlu tutulan Miloseviç’in damgasını
yemesidir. Büyükanıt’la birlikte adı anılan başlıca paşalar Hurşit
Tolon, Aytaç Yalman gibi Güneydoğu’da yıllarca görev yapmış diğer
üst düzey komutanlardır. Zaten TSK’da kuvvet komutanı veya
Genelkurmay Başkanı olan son yıllardaki tüm isimler terörle
mücadelede yer almış komutanlardır.
İşin
ilginci bir tek şimdiki Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Güneydoğu’da
değil, yıllarca görev yaptığı yurtdışındaki NATO karargahlarında
sivrilmiştir. Ortaya atılan teorilerde AKP ile Hilmi Özkök’ün adının
yan yana anılması bu yüzden daha etkili olabilmektedir.
Batının kendi eli kanlı katillerini asla yargılamadığını biliyoruz.
Yine Batılı emperyalistlerin başlattığı Yugoslavya iç savaşının
sorumlularından gösterilen Miloseviç ise daha yargılanmadan
öldürüldü.
Türk
komutanlarını Miloseviç gibi bir soykırımcı olarak göstermek isteyen
Batının eline fırsat geçtiğinde, Türk Ordusu’na ve Türkiye’ye nasıl
bir kinle saldıracağı tahmin edilebilir.
Büyükanıt Paşa’nın 30 Ağustos’tan önce önü kesilmek isteniyor yorumu
hafif kalmaktadır.
Bu gerçeğin
sadece küçük bir parçasıdır. Esas olan, Türkiye’nin parçalanması ve
yok edilmesinde son adımların atıldığıdır. Türk Ordusu son kale
olduğu için hedefte. Son kale de direnmez veya içeriden düşürülürse
yük tamamen milletin omuzlarına kalacaktır.
Savcı iddianamesi değil sanki PKK bildirisi
Aslında Van Savcısı Sarıkaya’nın iddianamesinin dili, delil
ve ihbar olarak ortaya sürdüğü belgeleri ve fikir yapısı
bile pek çok şeyi ortaya çıkarmaktadır. Metin son derece
ideolojik bir metindir. Dili ideolojisini yansıtmaktadır.
Radikal ve Gündem gazeteleri bir komisyon kursa ve
iddianameyi kaleme alsalar ancak böyle bir metin ortaya
çıkabilir.
Savcı Şemdinli olaylarının devletin üst düzey görevlilerinin
çıkardığı bir provokasyon olduğu kanısının güçlü olduğunu
vurgularken PKK bağlantılı
“www.kerkuk-kurdistan.com/pdf/semzinan1105_2.pdf” internet
sitesini kaynak gösterebiliyor. Yine savcının 20 sayfalık
ifadesine yer verdiği Şemdinli olaylarıyla hiçbir ilgisi
olmayan baş “tanık” Altındağ ifadesinde PKK’lılara milis
diyor. Kendi işyerinde de “milislerin” çalıştığını kabul
ediyor. İşin ilginç savcının kendisi bile bu jargonu
benimseyip iddianamede yer yer terörist yerine “milis”
ifadesini kullanıyor.
Yine savcının iddianamesinde ihbarlar bölümünde PKK yandaşı
olduğu çok belli olan isimlerin ihbarları isimleri C.K. gibi
kısaltmalarla gizlenerek veriliyor. Savcının baş
tanıklarının hepsi PKK yandaşı DTP’li belediye başkanları.
Hatta Şemdinli Belediye Başkanı Hurşit Tekin PKK sempatizanı
olduğunu ifadesinde de gizlememektedir: “Bu olayı PKK’nın
yaptığını düşünmüyorum. Çünkü PKK’nın içerisinde de yer alan
insanlar bu yörenin insanıdır, bu vatanın evladıdır. Herkes
bu karmaşa ortamının sona ermesini ve demokratik bir ortamın
olmasını istiyor. Zirâ yapılacak etkinlik de bir barış ve
şenlik günüdür. Bu günde kanımca PKK’nın böyle bir eylem
yapacağını düşünemiyorum. Orada bulunan kişilerde barış
istiyor, karmaşa istemiyor.” Savcının tanıklarına göre
bölgede karmaşa ve terör istemeyen PKK’dır. Yine savcının
ifadesine ve tanıklara göre ise illegal bir örgüt ve
yapılanma olan JİTEM ve JİT (yani Jandarma İstihbaratı) ise
karışıklıktan esas sorumludur.
Savcı JİTEM’in bir terör odağı olduğuna kanıt olarak ise
yine PKK’nın yayın organına konuşan ve örgütün uzantısı Aram
Yayınevi’nden kitabı çıkan, İsveç’te yaşayan eski PKK
itirafçısı Abdülkadir Aygan’ın “itiraflarını” gösteriyor.
Yanlış anlamayın, bunlar Aygan’ın devlete yaptığı itiraflar
değil. PKK’nın ifadesiyle kendilerine yaptığı itiraflar.
Savcı için de bunlar suç duyurusu niteliği taşıyor. PKK
artık bu ülkede suç duyurusu yapabiliyor.
Savcıya göre her türlü PKK propagandası delil olabiliyor.
Ancak Şemdinli’deki PKK hükümlüsü eski bombacı Seferi
Yılmaz’ın dükkanına atılan el bombasının MKE yapımı standart
bomba değil, Alman yapımı PKK’nın kullandığı bomba çıkması
bir delil olamıyor. Çünkü “şüpheli Ali Kaya’nın savunduğu
şekilde MKE yapımı el bombalarının araç içerisinden karmaşa
ve karışıklık ortamında terör örgütü mensupları veya
yandaşlarınca değiştirmeleri gerekeceği, bu varsayımın ise
dosyadaki delil kapsamına göre gerçekleşmesi mümkün
değildir.” Yani Savcı’ya göre JİTEM’in her şeyi yapması
mümkün ama PKK’nın ve yandaşlarının terör ve provokasyonun
baş sorumlusu olması mümkün değil. Bundan olacak ki,
jandarma subaylarını linç etmeye çalışan gruptan olduğunu
açıkça itiraf eden isimler bile Savcı’nın huzuruna sanık
değil tanık olarak çıkabilmiş.
Savcı açıkça PKK’yı ve Türk Ordusu’nu eşitlemektedir: “Hem
terör organizasyonunun eylemi, hem de buna karşı yürütülen
operasyonun kendisi “toplumsal mühendislik” amacı
taşımaktadır” diyerek Türk Ordusu’nu terörün esas kaynağı
olarak göstermektedir. Ama zannedilmesin ki PKK’ya karşı
yeni bir terörle mücadele yöntemi önerilmektedir. İşte
Savcı’nın “Kürt sorununa” çözümü: “Yine belirtildiği üzere
yüzyıllardır akrabalık ilişkileri içerisinde harmanlanan
Suriye, İran ve Irak’taki yapılar, büyük ölçüde Türkiye’nin
Doğu ve Güneydoğusu ile benzerlik taşımaktadır ve etkileşim
içerisindedir. Dolayısıyla bölgeye yönelik çözümlerin
buraları da içine alacak bütüncül projeler üretmeksizin
mümkün olamayacağı düşünülmektedir.” Savcı, PKK’nın
Pankürdist “demokratik konfederasyon” programını
iddianamesinde resmen dile getirmiş. Ancak ne yalan
söyleyelim tam olarak Apo’nun terminolojisini kullanmamış.
Kullandığı jargon 80 öncesinin azılı bölücü terör
örgütlerinden “Beş Parçacılara” daha yakın.
Son olarak savcı PKK’nın K. Irak’taki şefi Karayılan’ın,
“Büyükanıt çetenin başıdır, yargılanmalıdır” talimatını
kendi duygusal üslubuyla dillendirdiği cümleyi seçiyoruz:
“Kan ve gözyaşı üzerinden politika üreten ve menfaatlerini
temin için devletin bütün mekanizmasını kullanmaktan
çekinmeyen güçlerin birtakım üst makamlara gelmesi halinde
ise Devletin bekası için son derece tehlikeli bir durum
ortaya çıkabilir.” Burada açıkça Büyükanıt kastediliyor. Ama
“devletin bekası” derken hangi devletten bahsediliyor
anlaşılamıyor. Barzani’nin ABD kuklası terör devletçiği mi
yoksa Apo’nun “Kürt konfederasyonu” mu?
|
http://www.turksolu.org/103/ozsoy103.htm
***
.Evin
içindeki hırsız yoksa Sabri Uzun mu?
Ali Özsoy
Evin içindeki hırsızlara bu sorularla ulaşın
Savcı
Sarıkaya’nın Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt şahsında Türk
Ordusunu çete iddiasıyla hedefe oturtan iddianamesinden sonra
TÜRKSOLU olarak gerçek şebekenin ve çetenin kaynağını ortaya
koymuştuk.
Şemdinli iddianamesindeki amaç, Türk Devletini örgüt, PKK terör
örgütünü ise yargılayan merci konumuna getirmekti.
Eğer
savcı, Meclis Araştırma Komisyonu üyeleri, Diyarbakır AKP
milletvekili Cavit Tosun, AKP’li bürokratlar, bölgedeki PKK taşeronu
belediye başkanları ve AKP iktidarının en tepesine kadar uzanan ağ
açığa çıkarılıp yargılanmazsa devlete yapılan saldırı yanıtsız
kalacaktır.
Türk
Devleti ya teröristleri ve işbirlikçileri yargılayacak ve
cezalandıracaktır ya da ABD ve AB’nin “savaş suçlusu terör devleti”
listesine dahil olarak kendini yargılatacaktır.
İşe
önce devlete sızan PKK ve yabancı devlet ajanlarıyla başlamak şart.
Devletin içi temizlenmeden, PKK temizlenemez, silinip yok edilemez.
Bu
açıdan baktığımızda Meclis Araştırma Komisyonu’na Büyükanıt ve ondan
önce bölgede görev yapan bütün komutanlara “çete” imasıyla
suçlamalarda bulunan, AKP’nin İçişleri Bakanlığı’na bağlı Emniyet
İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun’un “hırsız evin içindeyse
kilit işe yaramaz” açıklaması daha çok anlam kazanmaktadır.
Sabri
Uzun’un bu açıklamasını mercek altına alalım. Uzun, bu sözleri Türk
Ordusu’na çeteleşme ve sivil halka PKK süsü vererek bomba atma
suçlamaları dahil pek çok suçlama yönelttiği Meclis Araştırma
Komisyonu toplantısında söyledi. Bunlar aslında iftira
niteliğindedir, çünkü Emniyet istihbaratının başındaki kişi olarak,
tek bir belgeye dayanmaksızın, kişisel yorum olarak ortaya
atılmıştır.
Hırsız meselesine geri dönersek şu soruların yanıtları bizleri
gerçek hırsıza ulaştıracaktır:
1.
Sabri Uzun’un Meclis Araştırma Komisyonu’na verdiği ifadeyle Tayyip
Erdoğan’a sunduğu “bilgi notunda” kendi Emniyet Genel Müdürünü, 2004
tarihinden önceki tüm Jandarma Genel Komutanlarını, Org. Yaşar
Büyükanıt’ı suçluyordu.
Yaz
aylarından beri PKK’nın yoğunlaştırdığı bombalı saldırıları
jandarmanın gerçekleştirdiğini iddia ediyor, amacın siyasi iktidarı
yıpratmak ve 27 Mayıs tarzı bir darbe gerçekleştirmek olduğunu ifade
ediyordu. Başbakanın ve Genel Kurmay Başkanı’nın hedefte olduğunu
iddia ediyordu.
Sabri
Uzun’un iddialarının uzun süredir PKK yayın organlarında, Gündem
gazetesinde, Vakit gibi gerici yayın organlarda yer alan
propagandalarla birebir aynı olması ne anlama gelmektedir?
Sabri
Uzun’un istihbarat faaliyeti bölücü yayınları takip etmekten mi
ibarettir?
Nasıl
olur da PKK iddiaları devletin zirvesinde “bilgi notu”, “komisyon
ifadesi” olarak yer alabilir?
Devletin emniyet kurumunun istihbarat başkanı “hırsız” diye devlet
içinde çete varsayımıyla güvenlik görevlilerini karalarken, “hırsız”
olarak teröristleri ve işbirlikçileri kabul edecek istihbarat organı
hangisidir?
2.
Sabri Uzun’un bu iddiaları hemen hemen aynı cümleleriyle savcı
Sarıkaya’nın iddianamesinde yer aldı. Daha Sarıkaya’nın iddianamesi
basına sızdırılmadan önce komisyonda Uzun “Savcı doğru yolda”
demişti.
Sabri
Uzun’a kim tarafından Şemdinli iddianamesiyle ilgilenme görevi
verildi?
Tayyip Erdoğan’a sunduğu Türk Ordusu’nu suçlayan “bilgi notu”
aslında bir çalışma raporu mu?
Uzun,
AKP iktidarının Jandarma İstihbaratının görev alanını sınırlandırma,
şehir merkezlerinin dışına atma ve fiilen terörle mücadeleden
uzaklaştırmaya yönelik çalışmalarını desteklemekte midir?
Sıklıkla yaptığı siyasi yorum ve tahlillere bir ekleme yaparak
jandarmanın iç güvenlikten tasfiyesini savunan ve Uluslararası Ceza
Mahkemesi Yasası’nın onaylanmasını isteyen AB ile ortak görüşte olup
olmadığı konusunda kamuoyunu aydınlatabilir mi?
3.
Sabri Uzun Meclis Araştırma Komisyonu’nda niçin Roj TV ve PKK’yı
savundu? Devletin resmi raporunda bile Roj TV’nin 5 dakika içinde
Şemdinli’deki bomba olayıyla ilgili canlı yayına geçtiği yazılıyken,
Uzun niçin bunun yalan olduğunu, PKK’nın halka zarar verecek bomba
atamayacağını savundu?
Şemdinli’de bombalardan birinin Fethullah Gülen’e yakın bir
dershaneye atıldığını, bunu da PKK’nın yapamayacağını savunan Uzun,
niçin böyle bir iddia ortaya atıyor?
PKK-Roj TV-Gülen ve Sabri Uzun arasındaki bağlantı nedir?
Jandarma düşmanı, CIA ve FBI dostu
4.
Kendi başarılarını övmek için CIA ve FBI ile en sıkı işbirliği
içinde olan İstihbarat Daire Başkanı olduğunu, bu sayede El Kaide’ye
karşı Sakka operasyonu gibi çok başarılı işler başardığını savunan
Uzun, CIA ve FBI ile ne düzeyde ve hangi konularda görüşmektedir?
ABD
için El Kaide’ye karşı istihbarat toplamak dışında Türk Devleti için
terör örgütü PKK’ya karşı istihbarat çalışması yapmakta mıdır?
ABD
ile bu ülkenin El Kaide mücadelesine destek olmanın ötesinde başka
bir işbirliği de var mıdır?
PKK
örgütüne karşı ABD’nin kamuoyunca çok iyi bilinen gizli-açık destek
tavrını paylaşmakta mıdır?
5.
PKK’nın elinde devletin istihbarat raporları olduğu, JİTEM
raporlarının PKK’ya sızdırıldığı artık medya manşetlerine kadar
sızdı. Şemdinli’de görev yapan jandarma subaylarıyla ilgili bilginin
o gün PKK’ya ulaştırıldığı da ortadadır.
Subaylar nasıl tuzağa düşürüldü?
Devletin içinde PKK için çalışan “hırsızlar” kim?
6.
Kasım 2005’ten itiba-ren Jandarma’nın istihbarat raporlarına
atılması gereken üçlü imzadan MİT ve Emniyet istihbaratının imzaları
niçin eksiktir?
Jandarmanın tüm operasyonlarını yasadışı göstermek gibi bir gayret
mi söz konusudur?
Sabri
Uzun görevden alındı. Peki Meclis Araştırma Komisyonu’nda Jandarmayı
suçlayan bölge MİT görevlisi Ç. Ş. hâlâ görevde midir?
Hırsızlar ortaya çıkıyor
TÜRKSOLU’nun geçtiğimiz sayısında Orduya yönelik saldırılarda
PKK’nın eline geçen devlet içindeki gizli bilgileri sızdıran kaynağı
sormuştuk.
Artık
“evin içindeki hırsızların” kim olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
Emniyet istihbaratının artık terörle mücadelenin değil, ters yöndeki
amaçların hizmetinde olduğu açığa çıktı.
MİT’in durumu ise belli değil.
“Hırsızı eve sokan” ise bizzat sorumlu mevkide olan İçişleri Bakanı
Aksu ve Başbakandır.
Türkiye’yi istihbarat kurumları kendi aleyhine çalışan bir devlet
durumuna getirdiler.
Bir
kısım bürokratın ismi artık medyada açıkça ifade ediliyor. Hilmi
Özkök’ün geç de olsa gelen sert açıklaması ve Büyükanıt’ın Tayyip
Erdoğan ile görüşmesinden sonra sınırlı da olsa devlet içinde artık
kendini gizleyemeyen Kürtçü-İslamcı şebekenin üyelerinin üstüne
gidilmeye başlandı.
Sarıkaya Adalet Bakanlığı müfettişlerince soruşturuldu ve
cezalandırılması istendi.
Sabri
Uzun görevinden kızağa çekildi.
Şimdi
ise Tayyip Erdoğan’ın tüm suçlama ve iddialara karşın koruduğu ve
asla toz kondurmadığı bilimsel sahtekarlığı sabit, müsteşarı Ömer
Dinçer’in görevden alınacağı konuşuluyor.
Van’a
giden Meclis Araştırma Komisyonu üyeleri Ordu kışlasına sokulmadı.
Astsubay Ali Kaya’yı sorgulamaya kalkan Komisyon üyeleri adeta
kendileri sorgulandı.
Artık
süreç tersine dönmeli.
Eğer
devlet kendini savunmaz ve bu iş yarıda kalırsa Şemdinli operasyonu
PKK ve onu besleyen iç ve dış güçlerin başarı hanesine yazılacak.
İsminden çokça bahsedilen bürokratlar siyasi iktidarın uzantısıdır.
Kimse Ömer Dinçer, Sabri Uzun, Savcı Sarıkaya’nın durup dururken
irtibata geçip Orduya tertibe giriştiğini iddia edemez. Sabri Uzun,
Abdülkadir Aksu’nun bürokratıdır,
Sarıkaya’yı Van’a, Adalet Bakanı Çiçek göndermiştir.
Meclis Araştırma Komisyonu’nu, Ömer Dinçer’i, tüm bakanları seçen ve
bürokraside son üç yılda oluşturulan Kürtçü-İslamcı şebekenin
başında bulunan isim AKP lideri Tayyip Erdoğan’dır.
Türkiye’de hukuk devleti hatta devlet kaldı mı sorusunun yanıtı
ancak tüm bu sorumlu mevkidekiler soruşturulduğunda ve
cezalandırıldığında bulunabilir.
Yoksa her
gün şehit olan vatan evlatlarının kanı sadece yerde değil, devlet
içine sızan “hırsızların” da ellerinde kalacaktır.
http://www.turksolu.org/104/ozsoy104.htm
***
Sabri Uzun, Ferhat Sarıkaya yetmez
ABD'nin Kürt-İslamcı çetesi yargılanmalı
Ali Özsoy
Gizli
muhtıra var mı
Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un görevden alınmasından
sonra, meşhur Şemdinli İddianamesini yazan Van Savcısı Ferhat
Sarıkaya da Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) kararıyla
“meslek onuru ve şerefini lekelemek” suçundan dolayı meslekten ihraç
edildi. Medya bunu domino taşlarının devrilmesi olarak yorumladı.
Böylelikle Türk Devletinin kendini savunması ve yasaları uygulaması
için bir şans doğdu. Bu süreç bazıları tarafından Ordunun siyasete
yeniden ağırlığını koyması olarak adlandırıldı. Oysa tam tersine son
yaşananlar, 2002 yazında başlayan ABD-AB destekli sivil AKP
darbesine karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasal kurumlarının
yeniden normal bir şekilde işleyişinin müjdecisidir.
Hilmi
Özkök ve Yaşar Büyükanıt’ın AKP lideri Tayyip Erdoğan ile
görüşmelerinde verilen sert mesajlar, sonra kulislere AKP iktidarına
Ordu tarafından muhtıra verildiği şeklinde yorumlandı.
Akşam
gazetesi yazarı Şakir Süter’in iddiasına göre AKP’ye Ordu tarafından
22 orgeneralin toplanması sonucu 7 maddelik bir muhtıra verildi. Bu
muhtıranın ilk dört maddesinin de, Sabri Uzun, Ferhat Sarıkaya ve
Başbakan’ın meşhur danışmanı Ömer Dinçer’den başlayarak çeşitli
isimlerin Ordu’ya yönelik provokasyondan dolayı cezalandırılmaları
ve görevlerinden alınmaları olduğu iddia edildi.
Gerçekten de önce Uzun sonra da Sarıkaya’yla “domino taşları”
devrilmeye başladı. Bundan sonra gelmesi gereken isimler hakkında
herkes bir tatmin yürütüyor.
Atılması şart
hukuki adımlar
Sabri Uzun görevden alındı ve Savcı Sarıkaya meslekten
“meslek onuru ve şerefinden” yoksun olduğu için ihraç
edildiyse bu tasarrufların yasal sonuçları da olmalıdır.
Eğer şu hukuki adımlar atılmazsa sadece iki isim harcanmış
olacaktır ama ABD ve PKK’nın devlet içine sızmış
Kürt-İslamcı işbirlikçi çetesi aynen varlığını koruyacaktır:
1. Sarıkaya’ya destek veren Güneydoğu’nun 15 ilinin baro
yönetimi hakkında Adalet Bakanlığı soruşturma başlatmalıdır.
2. Sarıkaya hakkında bölücü terör örgütü PKK’ya yardım ve
yataklıktan soruşturma açılmalıdır..
3. Van Cumhuriyet Başsavcısı Kemal Kaçan ve vekili İbrahim
Özer, iddianameyi kabul eden Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi
Başkanı Hakim İlhan Kaya ve diğer üyeler de meslekten men
edilmeledir.
4. Sabri Uzun’un kendi ifadesiyle açığa çıkan CIA ve FBI
bağlantısı çerçevesinde hakkında soruşturma başlatılmalıdır.
5. DTP’li 57 Belediye Başkanı görevden alınmalı ve
yargılanmalıdır.
6.
DTP hakkında Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini, bölünmez
bütünlüğünü, Anayasal rejimini tasfiye etmek amacıyla
yasadışı faaliyetlerde bulunmak tan dolayı kapatma davası
açılmalıdır.
|
Başbakanlık Şakir Süter’i şiddetle yalanladı. Ancak Genelkurmay
Başkanlığı’nın açıklamasında Süter’in gazeteciliğin gereklerini
yerine getirmediği ve haberle ilgili Genelkurmay Başkanlığı’ndan
bilgi almadığı açıklaması geldi ki kimse bunu doğrudan bir yalanlama
olarak adlandıramaz.
Muhtıra olsun veya olmasın Türkiye yeni bir sürece girdi. Türk
Ordusu ve devletin direnen mevzileri, AKP iktidarıyla başlayan,
Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sarsan “sivil darbeye” karşı
“normalleşme süreci” başlattı. AKP’li vekillerin, gerici ve Batıcı
basının hatta AKP liderlerinin son günlerde yaşadığı telaş ve
çeşitli açıklamalarla kuyruğu dik tutma çabaları bu çevrelerde
yaşanan moral bozukluğunu gösteriyor. Çünkü AKP bugüne kadar, RP’den
farklı olarak hiç “adamlarını harcatmamıştı.” Şimdi AKP’nin Ordu’ya
karşı en ön safta kullandığı savaşçılar feda edilmek zorunda kaldı
ki bu gerçekten de Batıcı-gerici-Kürtçü medyanın da belirttiği gibi
geride kalan “sivilleşme kahramanlarını” sindirecek bir gelişmedir.
Rejim tartışmaları kızıştı, AKP liderleri hastalandı
Ancak
hem AKP hem ABD süreci manipüle etmek için pusuda bekliyor. Bu iki
güç de sürecin yeni bir 28 Şubat’a hatta 27 Mayıs’a evrilmesini
engellemek istiyor. ABD, AKP’nin güç kaybetmesine İran operasyonu
için AKP’nin iyice kıvama gelmesi veya alternatif bir Amerikancı
iktidar kurulması durumunda karşı çıkmayacaktır. Ancak Türkiye’deki
iktidar boşluğu PKK terörüne halk desteğini almış bir Ordu
inisiyatifine dönüşürse bu ABD için en büyük çıkmaz olacaktır.
ABD’nin Türkiye’den istekleri artık herhangi bir işbirlikçi
iktidarın karşılayamayacağı istekler. Tarihin en Amerikancı iktidarı
AKP bile yetersiz kalıyor. Bundan dolayı AKP’nin devrilmesi yerine
yeni bir Amerikancı iktidar hazırlanmadan ABD için son derece
tehlikeli olabilir.
Diğer
yandan Türk Ordusu’nun subaylarını savaş suçlusu ilan etmek ve
ileride Türkiye’yi terörist devletler listesine dahil etmek ABD’nin
temel hedefi. Şemdinli’de PKK eliyle yürütülen operasyonu ABD bu
yüzden gerçekleştirdi. AKP içindeki Kürt-İslamcı egemen kliğin
yönetimindeki operasyon belli bir aşamaya kadar da getirildi. Ama
silahları geri tepti. Türk Ordusu’nun teröre karşı inisiyatifi ele
alma olasılığı da son derece arttı. Bu yüzden ABD, AKP’nin içindeki
Kürt-İslamcı klikle yönettiği operasyonu askıya aldı. Aksi takdirde
ani bir yenilgi ve Ordunun erkenden inisiyatifi eline alması
gelecekte planladıkları Amerikancı darbe olasılığını da tamamen
ortadan kaldırabilirdi.
AKP
ise Türk milleti ve Ordusunun teröre karşı artan tepkisinin altında
kalmak üzere olduğunun farkına vardı. Kendi isimlerini harcamaya
başladı.
Sonuçta Türk Ordusu ve devletine karşı ABD ve PKK’yla ortak
operasyon düzenlemek ciddi bir iştir. Annan Planı için Kuzey
Kıbrıs’ta para dağıtmaya benzemez. Bu suçun altında kalmamak için
Tayyip Erdoğan meydandan tüymek zorundaydı. Nitekim her fırsatta ABD
ve AB talimatıyla yargının işine doğrudan burnunu sokan, Adalet
Bakanı Cemil Çiçek, HSYK’nın Sarıkaya’yı ihraç eden toplantısına
katılmaya cesaret bile edemedi. Zaten Cemil Çiçek ve Hüseyin Çelik
iddiaya göre Ordunun talep ettiği sıradaki “domino taşları”dır. Bu
iki isim de Şemdinli operasyonunun tam ortasında görülmektedir.
Türkiye’de bir önceki rejim krizi Ecevit’in “hastalanmasıyla”
başlamıştı. Bu sefer Türkiye’de rejim ve iktidar krizi başladıktan
sonra ne hikmetse Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan hastalanmaya
başladı.
ABD’nin AKP’ye fırçaları ve Zapsu’nun “bizi kullanın” yakarmaları
gündeme geldiğinde birdenbire Gül haftalarca süren bir rahatsızlıkla
ortadan kaybolmuştu. Tüm Türkiye Sarıkaya’nın görevden alınmasını ve
AKP’nin artık muktedir olup olmadığını konuşurken Tayyip Erdoğan
birden bire sırt ağrısını bahane ederek günlerce evinde saklandı.
“Şiir gibi geçinme” tablosu mazi oldu
Bu
aşamada AKP saflarında bile Sarıkaya’ya tek bir isim sahip çıkamaz
duruma geldi. Saflardaki yenilgi psikolojisini dağıtmak için en
sonunda Arınç 23 Nisan’da Meclis’te yaptığı konuşmayla bir çıkış
yaptı.
Arınç
rejim tartışmasını kasıtlı olarak başlatarak türbanı savunan, Milli
Güvenlik Siyaset Belgesine karşı çıkan ve milli egemenlik adına
laikliğin tartışmaya açılmasını isteyen çıkışlar yaptı. Dinci basın
“yüreğimize su serpti” başlıklarıyla açıklamaları verdi. AKP’liler
konuşmayı ayakta alkışladı. Oysa meclis locasında Cumhurbaşkanı
Sezer, Genelkurmay Başkanı Özkök, Kuvvet Komutanları, Anayasa
Mahkemesi Başkanı dahil kimse konuşmayı alkışlamadı bile.
Artık
Başbakan ile Ordu’nun “gül gibi geçindiğini” kimse iddia edemez.
Arınç’ın açıklamaları kuyruğu dik tutmak içindi. Son günlerde
Ordu’nun Tayyip Erdoğan’a Şemdinli ve terörle mücadele konusunda
bazı ilkeleri dikte ettirdiği şeklinde yaygınlaşan haberler
karşısında Arınç mecliste çoğunluk biziz, stratejik hedeflerimize
ulaşacağız mesajı vererek Tayyip Erdoğan’ın ortalıktan kaybolduğu
koşullarda kendi kitlesine sahip çıkmaya çalıştı.
Arınç’ın meclis çoğunluğuna gönderme yaparak “Anayasa’yı ve laikliği
tartışmaya açma” çabası ve meclisin “80 yıldır hiç halkın meclisi
olmadığı ve ilk defa milli egemenliği uygulama aşamasına geldikleri”
iddiaları ise AKP’nin köşeye sıkışmaya başladığı şu günlerde komik
kaçıyor. Gerçekten de meclis halkın meclisi değil. Özellikle
Arınç’ın kendi genel başkanı için ABD’de yapılan “onu kullanmaya
devam edin” görüşmeleri bunun en açık göstergesi. ABD ne emretse
yapan, IMF’nin emrettiği bütçeyi ve yasaları şip şak çıkaran, AB’nin
emrettiği bölücü yasaları bir günde meclisten geçiren bir meclisin
başkanı acaba hangi yüzle AKP’nin arkasında halk olduğunu iddia
ediyor.
ABD
isterse birkaç gün içinde bölünecek olan AKP’nin ancak laikliğe
karşı mücadele ekseninde bir arada tutulabileceğini düşünen Arınç,
milli egemenliği gericilik, devlet ve anayasa karşıtlığı gibi
tanımlamaya çalışıyor. Oysa Türk milleti kendi devletine değil, ABD
ve AB’ye düşmandır. Bunu herkes bilir. Biraz olsun milletin
egemenliğini yansıtmak istiyorsa buyursun Arınç, ABD ve Batı
düşmanlığı yapsın mecliste. Milli egemenlik nedir bir nebze bilgisi
olsaydı, koltuğunu ABD büyükelçisi, AB temsilcisi veya IMF
koordinatörüne bırakır; Batı’nın milli egemenliği ezme aracına
dönüşen meclisten hemen istifa ederdi. Tabii o zaman gevezelik
yapacak kürsüleri kalmaz.
Tayyip Erdoğan’ın sırt ağrıları sonunda geçti
Ortalıktan kaybolan Tayyip Erdoğan ise Arınç’ın çıkışlarından hemen
sonra sırt ağrıları sonunda geçmiş olacak ki kendini göstermeye
karar verdi. Tayyip Erdoğan, feda ettikleri isimler yüzünden kendi
saflarından yükselen şikayetleri yanıtlamak ve Kürtçü-İslamcı
çevrelerdeki moral bozukluğunu dağıtmak için Meclis grup
toplantısında takiye stratejilerini açıkça şöyle özetledi:
“Gelecekteki hedefler için, konuşmak gereken yerde susmayı tercih
ettiğimiz oldu… Yaşayanlar görecek, bir gün gelecek bugün üstü
örtülmeye çalışılan kimi gerçekler, Türkiye’nin gelecek 10 yılında,
20 yılında, 30 yılında millet tarafından hep bir ağızdan söylenecek.
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir sözü duvarda kalmayacak,
gerçekten millete geçecek.”
Tayyip Erdoğan taktik olarak geri çekildiklerini ama stratejik
olarak hiçbir hedeflerinden vazgeçmediklerini belirtti. Aslında
AKP’nin egemenliğinin sarsıldığının da bir itirafıdır bu.
Tayyip Erdoğan karşıt güçlere değil kendi saflarına mesaj
vermektedir. Buna siyasette kısaca ajitasyon denir. Zamanında “kanlı
mı olacak kansız mı” diyen Erbakan tükürdüklerini bayağı uzun bir
süre yalamıştı. Arınç ve Erdoğan’ın açıklamaları ancak ABD
kendilerini bir dönem daha kullanmak isterse kitlelerini biraz ajite
edebilir. Ancak aksi takdirde bu açıklamalar geri tepecektir.
Hem
Tayyip Erdoğan hem de Ordu’nun güçlenmesinden korkan Batıcı güçler
ilişkilerin gerilmemesi ve rejim tartışmalarının “ertelenmesini”
sürekli dillendiriyor. Kimisi ekonomi, kimisi AB kimisi ABD için
bunun şart olduğunu ileri sürüyor. Ancak ulusal güçler açısından tam
da şimdi AKP’nin üzerine daha çok gidilmelidir. Şemdinli olayı
devlet üzerindeki Kürt-İslamcı ablukayı kırmak için bir fırsattır.
Suç üstü yakalandılar.
Bu
süreci ABD’nin Türkiye’yi tamamen AB’den kopmuş ve ABD’nin elleri
içine düşmüş bir iktidar oluşturmak için kullanmak isteyeceği
açıktır. AKP Türk Ordusuna karşı direnmeyi seçerse çok daha güçsüz
bir şekilde ABD’nin kucağına kendini yeniden atacak.
Sarıkaya’ya üzülenler Şemdinli failleridir
Bunun
engellenmesi için bazılarının sürekli dediği gibi Şemdinli’nin
gerçek failleri açığa çıkarılmalıdır. Ancak gerçek failler şu
sorulara doğru yanıt verilmesiyle açığa çıkarılabilir:
1.
Jandarma subaylarını kim pusuya düşürdü? PKK’ya istihbarat bilgisini
Türkiye’de devlet içine sızmış hangi Amerikancı çete verdi?
2.
Emniyet’teki ve Van’da açığa çıkan yargıdaki Kürt-İslamcı kadroyu,
Şemdinli operasyonu için kuran Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanı’nın
süreçteki rolü nedir?
3.
Sarıkaya kimlerden emir alarak iddianameyi yazmıştır? Meclisteki
Kürtçü AKP’li milletvekilleriyle bağlantısı nasıl kurulmuştur?
4.
Sabri Uzun’un övünmek amacıyla ağzından kaçırarak itiraf ettiği CIA
ve FBI bağlantıları nelerdir?
5.
Tayyip Erdoğan’ı yönlendiren ve ABD’de yeniden kullanılması için
pazarlama çalışması yürüten Kürt-İslamcı danışman grubunun süreçteki
rolü nedir? Tayyip Erdoğan PKK’nın hüküm giymiş bir bombacısını
muhatap kabul ederek Şemdinli olayından hemen sonra niye ayağına
kadar giderek ziyaret etmiştir?
Bu
sorunların yanıtları Şemdinli’deki bomba olayıyla Türk Ordusu’na
yönelik provokasyonu düzenleyen çetenin üyelerini ortaya çıkarmak
açısından belirleyici olacaktır.
Aslında Sabri Uzun ve Savcı Sarıkaya için ağıt yakanlara
bakıldığında olayın arkasındaki siyasi güçler ortaya çıkacaktır.
Başta
AKP, DTP olmak üzere BBP ve MHP dahil Türkiye’de Amerikan beslemesi
ne kadar siyasi güç varsa Sarıkaya konusunda PKK’yla birebir aynı
tavrı aldı. Efendileri ABD olanların kılavuzları artık açıkça
teröristbaşı Apo’dur. Türkiye bu yüzden bir yol ağzına gelmiştir.
Eğer
bölücülüğe karşı mücadele edilecekse bunun tek yolu ABD’ye ve
Türkiye’deki uzantılarına karşı mücadele etmektir. Çatışma alanında
teröriste kurşun sıkan Mehmetçik bile attığı her kurşunda, “çete
üyesi” olarak kendisini sanık sandalyesine oturtmak isteyen bu
Amerikancı çeteyle de savaşmak zorunda kalmaktadır.
Tayyip Erdoğan’ın beklediği güne kadar beklemeyelim
Türkiye’de bu adımlar atılmadan Anayasal rejimin tekrar olağan
işleyişine kavuşması imkansızdır. Aksi takdirde ABD-AB desteğiyle
AKP’nin kurmuş olduğu yasadışı sivil darbe iktidarı yıkılmayacaktır.
ABD’nin Türkiye’yi işgali öncesi beşinci kol faaliyetleri devlet
bürokrasisinin her aşamasında devam edecektir. Dolayısıyla
Türkiye’nin sadece, ABD’nin piyonu olmaktan öteye gidemeyecek
bölücü-gerici domino taşlarını değil, Kürt-İslamcı iktidarı
devirmesi zorunluluktur.
Aksi
takdirde Türk Ordusu ve devletine karşı Şemdinli provokasyonu
başarılı olacaktır. Belki Kara Kuvvetleri Komutanı şimdi
yargılanmayacaktır. Ancak bu yol, gelecekte kendini daha güçlü
hisseden ve yeni provokasyonlara girişmeye hazırlanan ABD ve AB
piyonları için her zaman açık bırakılmış olacaktır.
Kürt-İslamcıların beklediği o “gün” gelmeden devlet kendini savunmak
için bugün harekete geçmelidir.
http://www.turksolu.org/106/ozsoy106.htm
***
Sabri Uzun’un solcuları!
Nur Arslan
Ferhat
Sarıkaya’nın hazırladığı iddianamenin ardından Türkiye’de çarpık bir
tablo ortaya çıkmıştı. Türk Ordusu’na karşı girişilen bir komployla
ismini duyuran Sarıkaya’ya destek verenler arasına, şeriatçı ve
Kürtçülerin yanına “solcu” parti ve gazeteler de eklenmişti.
Sağcısından, Kürtçüsüne, “solcu”suna kadar geniş bir ittifak
“darbecilerin, çetecilerin ve savaş suçlulularının yargılanması”
gibi ortak ifadelerde buluşmuştu.
Bu
çarpık tablo, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı
Sabri Uzun’un TBMM Şemdinli Komisyonu’na yaptığı açıklamaların
ardından daha da netleşti. Sabri Uzun’un görevden alınması ise bu
kutsal ittifakın “sol” tarafını çok kızdırdı. Ertesi günün “solcu”
gazeteler, “Şemdinli’ye ilk kurban”, “her konuşan gidecek mi”,
“çetenin üstüne gidenler yanıyor” gibi ifadeler kullandılar.
Aslında
bu tür komprador solcuların sözde çok “solcu” tavırlarının ideolojik
kılıfı hazırdır. Sadece Türkiye’de değil Irak’tan tutun tüm ezilen
dünyada, “Maksist-Leninist devlet teorisine” tutarlı bağlılık adına
emperyalistlerin saldırdığı tüm ulus devletlere ve ordulara, bu
sözde solcular “şablonculuk” maskesiyle saldırırlar. Türk Ordusuna,
Atatürk’ün ulus devletine karşı ABD, AB emperyalistleri ve onların
uşağı PKK’nın yanında tavır almaları güya çok “solcu” şablonlarından
kopmamalarındandır. Ancak “şablonculuk” konusunda bile tutarlı
olamadıkları ortaya çıktı. Çünkü Marksist devlet teorisine göre bile
Ordu nispeten bağımsız ve “Bonapartist” bir güç olarak tanımlanır.
Oysa istihbarat ve polis tam olarak kapitalist düzenin baskı
aygıtlarıdır. Hiçbir solcu, polis ve istihbaratı demokrasi için
desteklemez. Solun dünya tarihinde böyle bir kepazelik yoktur. Bu
zavallıların tutarlı oldukları tek nokta var o da emperyalizmin
kucağında olmak. Kendi “devlet teori”lerini bile ayaklar altına
aldılar. Yeter ki ABD, AB ve PKK’nın kucağına oturabilsinler. Bir de
tabii AKP’yi unutmamak gerekir.
Sonuçta siyasi tavrının hükümetten yana olduğu herkes tarafından
bilinen Sarıkaya’nın Cumhuriyete ve Ordu’ya savaş açması olağandışı
bir durum değil. Yıllarca sağcı ve gerici kadrolarla doldurulmuş
olan bir teşkilatın üst düzey bir yetkilisinin savcıyı desteklemesi
de karşılaşılması muhtemel olaylardan biri. Peki solcuların tavrını
neyle açıklamalı? Türkiye’de solcular ne zamandan beri polisi, hem
de bir istihbaratçıyı savunur oldular? Olur olmaz her eylemlerinde
“faşist polis” diye slogan atanlar, ne zamandan beri faşistlerin
yanında tavır alır oldular?
İşte
Atatürk’e, Cumhuriyete ve Cumhuriyetin yarattığı kurumlara olan
karşıtlığın ÖDP’yi, EMEP’i getirdiği nokta bu; polisle işbirliği
yapmak!
Öyle
ki Birgün, Evrensel gibi gazeteler, bu istihbaratçının iddialarını
veri kabul edip, birilerinin uluslararası mahkemelerce
cezalandırılmasını isteyecek kadar faşist bir tavır aldı. “68’lerin
hızlı devrimcisi” Oral Çalışlar ise bir sosyal faşist olduğunu
ortaya koymakta gecikmedi. Sabri Uzun’un görevden alınmasını, açık
sözlü ve sivri dilli bürokratların tasfiye edilmesi ve Avrupa
Birliği yolunda atılmış bir geri adım olarak yorumladı. En komik
yorum ise Kürtçü gazetenin yazarı Delil Karakoçan’a aitti. Delil
Karakoçan, toplumsal barış ve adaletin sağlanması için, demokrat
polis şeflerini, MİT’çileri, göreve çağırdı, bildiklerini anlatmaya
davet etti.
Ne diyelim,
bir kısım “sol”cuların “polis-gençlik el ele”, “Yaşasın
MİT-CIA-Kontragerilla”, “polis göreve” gibi sloganların atıldığı
eylemler yapacağı günler yakın olsa gerek!
http://www.turksolu.org/104/arslan104.htm
***
|
Türk-İslam
Sentezi’nden
Kürt-İslam Sentezi’ne
Kuzey Fırat
Kürt-İslamcıların amacı Türklüğü ve Cumhuriyeti ortadan kaldırmaktır
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Cumhuriyet’e karşı girişilen
isyanların başında kimler vardı ve hangi taleplerle ortaya
çıkmışlardı hatırlamakta fayda var.
Kurtuluş Savaşı sırasında da, Cumhuriyet ilan edildikten sonra da
Kuvayı Milliyecilere karşı isyan eden, devrimcilere başkaldıranlar,
hep Şeriatçılar ve Kürtçüler olmuştur.
İsyancıların taleplerine bakın, hem ayrı bir Kürt devleti istenmekte,
hem de insanlar “din elden gidiyor” diye, Kemalist hükümete karşı
kışkırtılmaktadır.
İstisnasız tüm isyanların talepleri aynıdır. Türklüğe karşı,
Kürtçülük hakim kılınmaya çalışılmakta, laik Cumhuriyet yıkılarak,
yerine Şeriat devleti kurulmak istenmektedir.
Kürt-İslam Sentezinin fikir babası, Atatürk ve Cumhuriyet’in amansız
düşmanlarından Said-i Kürdi’dir. Said-i Kürdi, arkasına batı
emperyalizmini alarak Cumhuriyet’e karşı ayaklanmış, ancak
Cumhuriyet’in devrimci iradesi karşısında başarılı olamamıştır.
Atatürk’ün ölümünden sonra batıcı siyaset kurumunun Kürt-İslam
çizgisiyle buluşması gecikmemiştir. Bu süreç aynı zamanda,
Türkiye’nin sağcılaşma sürecinin başladığı dönemdir. 1945’te
iktidara gelen DP’nin, arkasındaki en önemli güç Kürt toprak
ağalarıdır. Menderes’in başında bulunduğu sağcı iktidarın, Atatürk
Cumhuriyet’ine karşı giriştiği şeriatçı saldırı, devrimci gençliğin
tepkisiyle karşılaşmış, devrimci gençlik eylemleri neticesinde Ordu
sürece müdahale ederek Menderes’i ipe göndermiştir.
Sağcıların amacı Cumhuriyet’e karşı ayaklanan Şeriatçı ve
Kürtçülerin amaçlarıyla aynıdır. Türklüğü ve Türkiye Cumhuriyeti’ni
ortadan kaldırmak. “Hepimiz İslamız, Türklüğün bir önemi yoktur,
İslam birleştirici kimliktir” denilip Türklüğe saldırılarak, yok
edilmek istenen Türklüğün yerine Kürtlük konulmaktadır.
AKP iktidarı, Kürt - İslam çizgisinin ete kemiğe bürünmüş halidir.
Hükümette görev alan etkin bakanların hemen hepsi Kürttür ve
Şeriatçıların önemli temsilcilerindendir.
AKP iktidarı süresince bölücü hareketin güçlenmesi, devletin
laikliği savunan kurumlarına açıktan saldırılması boşuna değildir.
Çünkü bu hareketlerin arkasında olan güç AKP hükümetidir.
Bölücü
başıyla Şeriatçı başının buluştuğu nokta: Kimlik tartışmaları
Kürt İslamcılar, etnik kimlikler üzerinden saldırırlar. Arka plana
itilmek istenen Türklüktür. Bu hiçbir dönem değişmeyen bir
gerçektir. AKP’nin de Türklüğü hedef alıp özellikle Kürt kimliğini
ön plana çıkarma çabaları boşuna değildir. Onlara göre Türklük,
diğer kimlikleri baskı altına almakta, Türk olmayanları devlete
düşman yapmaktadır. O zaman çözüm, Türklüğün dışlanarak, etnik
unsurların hakları, kimlikleri için mücadele etmektir!
Kimlik tartışmaların temelini ümmetçilik oluşturur. Yalnız ülkemizde
bir fark vardır. Ümmetçiler, tüm Müslüman âlemini tek bir millet
olarak kabul ederken, bizdeki sentezciler sadece Türklüğü
dışlayarak, etnik unsurların önünü açmaktadır.
Özellikle Kürtlerin önünü açmak için, bu kimlik tartışması
yaratılmıştır. Kimlik tartışmasını ortaya atanların başında başında
Abdullah Öcalan gelmektedir.
Öcalan’ın, Demokratik Cumhuriyet, Kürtlere kültürel özerklik
tanınması yönündeki söylemleri bir süre sonra Tayyip Erdoğan
tarafından dillendirilmiştir.
Öcalan ve Tayyip Erdoğan’ın aynı cephede buluşması hiç de tesadüf
değildir. Birisi bölücülüğün başı, diğeri ise şeriatçıların başıdır.
Hem Türk-İslamcılar, hem de Kürt-İslamcıların dayanak noktası budur.
Amaç ikisinde de aynıdır. Kürtlüğü kabul ettirmek.
Kendilerini hem milliyetçi hem de Türk İslamcı olarak tanımlayan
ülkücüler, kimlik tartışmaları sırasında AKP’yle aynı tavrı
almışlar, Kürt kimliğinin tanınması için çaba harcamışlardır.
Birbirinden ayrı gibi gözüken bu iki sentezin de ortaya atılmasının
esas nedeni Türklüğün ortadan kaldırılmasıdır. İkisinde de dışlanan
kimlik Türklüktür. Türk-İslamcıların Türklüğü kullanmalarının nedeni
Şeriatçılıklarını, Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olan
düşmanlıklarını gizlemek içindir. Bunun için Kürt İslamcılarla aynı
noktada çok kolay buluşmaktadırlar. Sonuç itibariyle ikisi de
Şeriatçıdır.
Yeni Osmanlıcılık: Türk coğrafyasını küçültmek,Türklüğü bu
coğrafyaya hapsetmek
Türk ve Kürt İslam sentezcilerini bir başka ortak noktası Osmanlıcı
olmalarıdır.
Tüm sentezcilerin ortak düşmanı milliyetçiliktir. Bu tartışmalar
sırasında karşı çıkılan “her türden milliyetçiliğe karşıyız”
söylemlerine aldanmamak gerekir. Çünkü Türk ya da Kürt İslam
sentezcileri Türklüğü dışlarken Kürtlüğü ön plana çıkarırlar. Karşı
oldukları sadece Türk milliyetçiliğidir.
Dinci gericilikle, milliyetçileri engelleyemeyen emperyalistlerin
yardımına, etnik bölücüler yetişir. Böylece, emperyalistler, Türkiye
Cumhuriyeti’ne karşı dinci bölücülerle, etnik bölücüleri
birleştirmiş olur.
Atatürk’ün ölümünün hemen ardından hâkim olan ve sağcı siyasettin
temelini oluşturan çizgi işte bu çizgidir. Çıkış itibariyle doğrudan
emperyalizmin hizmetindedir. Türkiye’nin bu noktaya gelmesi,
Atatürkçü güçlere, ulus devlete pervasızca saldırılmalarının nedeni,
bu çizginin Türk siyasetine hâkim olması ve etnik milliyetçilerin
güçlenmiş olmasıdır.
Türk siyasi yaşamındaki partilere baktığınızda, en milliyetçisinden,
en şeriatçısına hepsi Kürt-İslam çizgisinde birleşmektedirler. Bunun
bir diğer adı yeni Osmanlıcılıktır.
Yeni Osmanlıcılar için Misak-ı Milli’nin bir önemi yoktur.
Türkiye’nin toprak kaybetmesi veya federasyonlara bölünmesinin de
bir önemi yoktur. Zaten yapılanların asıl amacı budur. Türkiye’nin
toprak kaybederek küçülmesi, küçültülen coğrafya içersine Türklerin
hapsedilmesi.
Emperyalistlerin yıllardır yapmak istedikleri budur. Bunu yapabilmek
için ülke içersinde dayandıkları güçlerde sağcı güçlerdir.
Sağcıların her dönem, bu çizgide ısrar etmesi emperyalistlerle olan
bağlarındandır. Siyaset yapabilmek için, batıya mahkûm oldukların
farkındadırlar. Batıyla düşüp kalkanlar vatan satıcılar olmakta,
Türk düşmanı olmaktadırlar.
Kürt-İslam çizgisi bölücülüğü güçlendirmiştir
Batıya karşı olanlar, ulus devleti savunanlar, Türklüğe sahip
çıkanlar, sağcıların her zaman hedefi olmuştur. Menderes’i ipe
gönderen Atatürkçü güçler, arkasına Batının desteğini alan sağcılar
tarafından ezilmişlerdir.
Sol’a, Atatürkçü güçlere en büyük darbenin vurulduğu 12 Eylül
darbesinden sonra güçlenen iki akım vardır. Şeriatçılık ve
Kürtçülük.
PKK’nın etkin şekilde ortaya çıkışı 12 Eylül’ün hemen sonrasıdır.
Özal iktidarının söylemleriyle, bu günkü iktidarın söylemleri bire
biri örtüşmektedir.
12 Eylül’den sonra Kürt İslam tezleriyle ortaya çıkan ilk isim
Özal’dır. “Kemalizm içersine biraz Müslümanlık katmak” söylemiyle
gericiliğin önünü açmıştır.
Kürt meselesine, federasyon çözümünü, ilk seslendiren Özal olmuştur.
Türkiye’nin ABD denetiminin en üst noktaya ulaştığı dönem Özal
dönemidir. Yani PKK’nın ve bölücülüğün, Özal döneminde hortlaması
tesadüf değildir.
Benzer şekilde, her türlü sol talebin şiddetle bastırıldığı,
Atatürkçülere saldırıların yoğun olarak yaşandığı ve şeriatçıların,
Nurcuların en çok güçlendiği dönemin Özal dönemi olması da tesadüf
değildir.
Dinci bölücülükle, Kürtçü bölücülük eş zamanlı büyümektedir.
Özal, Nakşi tarikatına mensuptur ve Nurcu bir kökenden gelmektedir.
O’nun için Kürtçülükle buluşması hiç de zor olmamıştır. Atatürk
karşıtlığının, ulus devlet karşıtlığının temeli budur zaten. ABD ile
arasının iyi olması, ABD denetiminin Özal döneminde artmasının en
büyük nedenlerinden biri, Özal’ın gericiliğidir. Gerici Özal, doğal
olarak ABD’nin kucağına oturmuştur.
Aynı çizgi Demirel tarafından devam ettirilmiş, 28 Şubat’a
gelindiğinde, şeriatçılar Cumhuriyet’i tehdit edecek güce
ulaşmışlardır. 28 Şubat sonrasında hem gericilerin üzerine gidilmiş,
hem de PKK’ya önemli darbeler vurulmuştur.
Tarih bize, bölücülükle dinci gericiliğin birlikte güçlendiklerini,
Kürtçü taleplerin arttığı dönemler, Şeriatçı taleplerin de arttığını
göstermektedir. İşin ilginç tarafı bu dönemlerde, hükümet Kürt
İslamcı çizgiyi en uç noktaya götürenlerden oluşmaktadır.
Kürt İslamcıların değişmeyen ismi: Abdülkadir Aksu
Özellikle 1990’lardan sonra, Kürt İslamcıların hükümet olduğu
dönemlerin bir önemli özelliği daha vardır:Adülkadir Aksu’nun
İçişleri bakanı olması.
Türt-İslamcılığın en yüksek aşamasına geldiği ANAP iktidarının
İçişleri Bakanı ile Kürt-İslamcılığının en yüksek aşamasına geldiği
ve devleti tehdit ettiği günümüz AKP iktidarının İçişleri bakanı
aynıdır.
Yine büyük bir tesadüf olacak, emniyette, devletin kritik
mevkilerinde, Kürtçü ve Şeriatçı kadrolaşmanın yoğun olduğu,
İçişleri Bakanlığına bağlı kurumların, devlete karşı gelme, devlet
düşmanlığı yapma cesaretini gösterdiği dönemler yine Aksu’nun
İçişleri Bakanı olduğu dönemlerdir. Polis içersinde Fethullahçı
yapılanmanın temellerini Aksu atmıştır.
Bir iki ay öncesini hepimiz hatırlıyoruz. DTP’li belediye
başkanları, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı, devletin aleyhinde ortak
bildiri yayınlamışlar ve hiçbir yaptırımla karşılaşmamışlardır. Doğu
illerinde devlete karşı ayaklanan insanları yönlendirenler yine bu
belediye başkanlarıdır. İnsanlar, devleti değil belediye
başkanlarını dinlemektedirler.
PKK’lıların cenazeleri, DTP’li belediyelerin tahsis ettiği
ambulanslarla kaldırılmakta, ölen PKK’lılar için yine bu belediyeler
tarafından anıtlar dikilmektedir. Ancak İçişleri Bakanı tüm bunlar
karşısında sessizdir. Tüm bu olup bitenlere göz yummaktadır. Tüm
bunlara göz yummak, devlete karşı PKK’lıyı desteklemekten başka
anlama gelir mi? Aksu Emniyet’i öyle bir hale getirmiştir ki, kendi
milletine düşman, Türk devletine düşman, Atatürk’e düşman insanlar
Emniyet’i doldurmuşlardır.
Hemen hatırlatmakta fayda var. Atatürkçü aydınlara karşı en çok
kimin döneminde saldırılar olmuştur, en çok kimin döneminde
Atatürkçü aydınlar öldürülmüştür?
Bu dönemlerde İçişleri bakanı hep Abdülkadir Aksu’dur.
Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu gibi
Atatürkçü aydınlar Aksu’nun İçişleri Bakanlığı döneminde öldürülmüş
ve hiç birinin faili bulunmamıştır.
Kürt-İslamcıların devlete karşı operasyonları
Son dönemde, yaşanan olaylara bir anlam veremeyenler veya olayları
açıklamakta yetersiz kalanlar, yanlış yönlendirenler, Cumhuriyet
tarihine baktıklarında bu olayların arkasında Kürt İslamcıların
olduğunu hemen göreceklerdir. Bu sonuca ulaşmak için derin
tahlillere girmeye bile gerek yoktur. Yaşanılanları alt alta
sıralamak, olayları planlayanların Kürt İslamcılar olduğunu hemen
görecektir.
En baştan başlayalım. PKK’nın siyasal talepleri, hangi iktidar
döneminde sesli olarak ifade edilmeye başlamıştır? AKP iktidarı
döneminde.
PKK’ya karşı silahlı mücadelenin dibe vurduğu, Ordu’nun elinin
kolunun bağlandığı dönem hangi dönemdir?
AKP dönemi.
Türklüğe en çok saldırının olduğu dönem hangi dönemdir?
AKP dönemi.
Eğitim’de Şeriatçı kadrolaşmanın olduğu, Atatürkçü üniversite
rektörlerine karşı en çok saldırının olduğu dönem hangi dönemdir?
AKP dönemi.
Milli Eğitim’in içersini gerici kadrolarla doldurarak, Cumhuriyet’in
temellerini kim dinamitlemektedir?
AKP.
Tabi en önemlisi, Türk Ordu’suna karşı bu kadar açıktan saldırma
cesareti gösteren, işi komuta kademesine, geleceğin Genelkurmay
başkanına komplo düzenlemeye kadar vardıran başka bir hükümet var
mıdır?
Türk Ordusu’na saldırmanın iki yönlü anlamı vardır. Ordu’ya
saldırarak hem Kürt bölücülüğün karşındaki silahlı güç
etsizleştirmeye çalışılmaktadır, hem de Şeriatın önündeki en büyük
engel kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Bu işten kârlı çıkan iki kesim vardır, birisi terör ögütü PKK
ikincisi Şeriatçılar. İkisinin de hedefi aynıdır. Bölücülüğün ve
Şeriatçılığın karşısında duran en büyük güç Türk Ordusu’dur.
Burada bir parantez açmakta fayda var. Şeriatçıyla, Kürtçüyü
birleştiren çizgi ortak düşman değildir. Onları birleştiren
emperyalizme olan bağlılığıdır. Bu bağ tarihi temelleri olan bir
bağdır. Bu bağ, Atatürk Türkiye’sine, Türk devletine duyulan kin
temelinde yükselir. Görevi Türk devletini korumak olan Ordu da doğal
olarak düşman olmaktadır.
Ordu düşmanlığının devamı olarak, Kürt İslamcı saldırının hedefi,
Türk milliyetçileri, Atatürkçü ve solcu güçlerdir. Bu güçler
emperyalizme karşı direnen, ulus devlete Atatürkçülüğe sahip çıkan
güçlerdir.
AKP hükümetine karşı yöneltilen İslam faşistleri suçlamaması boşuna
değildir. Kendileri, demokrasinin arkasına sığınırlarken,
Atatürkçüler, milliyetçiler, solcular, ulusal güçleri baskı altına
almaya çalışmaktadırlar. Atatürkçülerin konuşma hakkı dahi
ellerinden alınmaya çalışılmaktadır.
Başbakan kendisine muhalefet eden, kendisini eleştiren,
vatandaşından tutun da, devletin büyük elçisine kadar herkesi
fırçalamakta, davalar açarak susturup, yok etmeye çalışmaktadır.
Bu hükümetin Danıştay üyelerini hedef göstermesini kimse
unutmayacaktır!
Bedel ödeyen kim, AKP mi, devlet mi?
Şemdinli ile başlayan, Danıştay saldırısıyla devam eden operasyonun
arkasında Kürt-İslamcılar vardır. Başta hükümet olmak üzere
İçişlerine bağlı tüm kadrolar bu operasyonların içersindedir.
Şemdinli’den önce, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörü, Şeriatçılar
tarafından etkisiz hale getirilmeye çalışılmış, Şemdinli’de
patlatılan PKK bombaları ile Ordu etkisizleştirilmeye çalışılmıştır.
Genelkurmay Başkanı olması halinde PKK’ya karşı operasyonları
yoğunlaştıracağı bilinen Yaşar Büyükanıt, tutuklanarak ortadan
kaldırılmaya çalışılmıştır.
Bu operasyonlarda kimler vardır?
Emniyet yetkilileri bu operasyonun içersindedir, devletin savcısı bu
operasyonun içersindedir.
Ancak plan geri tepmiştir. Savcı ve operasyonun içinde olan emniyet
yetkilileri görevden alınmıştır.
Ancak operasyon durmamış, bu sefer Danıştay saldırısı
gerçekleştirilmiştir.
Danıştay’a saldıran güçle, Şemdinli’yi yapan güçle aynıdır.
Saldırıyı gerçekleştiren Alpaslan Arslan’ın kimliği bile, saldırının
arkasında hangi güçlerin olduğunu ortaya koymaktadır. Arslan
kendisini Kürt ve İslamcı olarak tanıtmaktadır.
Tüm bunları alta alta topladığınızda karşınıza, saldırıya uğrayan
bir devlet ve saldıran Kürtçü ve gerici bir yapı çıkar.
Bu dönemler herkesin safını belirlediği, gerçek yüzünü gösterdiği
kritik dönemledir. Tüm sağ, devlete karşı birleşmiştir. Bir tarafta
devlet bir tarafta sağıcı güçler vardır. Sağcı güç dediğimiz, Kürtçü
ve gerici güçlerdir. Hükümetin bakanlarına baktığınızda, hükümete
bağlı güçlerle devletin diğer kurumları arasında yaşanan savaşın
nedeni ortaya çıkacaktır.
İçişleri Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı gibi
bakanlıkların başında Kürtçülüğü ve gericiliği ile en çok ön plana
çıkan insanlar vardır. Sadece bu bile, hükümetle devlet arasında
yaşanan savaşın görülmesi için yeterlidir. İçişleri Bakanı Ordu’yla
kavgalıdır, Milli Eğitim Bakanı eğitim kurumlarının tamamına
yakınıyla kavgalıdır, Adalet Bakanı en büyük yargı kurumlarıyla
kavgalıdır!
Bu zamana kadar devlet, Kürtçü ve gerici saldırılar karşınında güç
kaybetmiş, Atatürkçü aydınlarını, devrimci gençlerini, Atatürkçü
hâkimlerini, Atatürkçü savcılarını yitirmiştir.
Son operasyonlarla devlete daha fazla bedel ödetmek istenmiştir.
Ancak bedel ödeme sırası sağcı, Kürt-İslamcı çetededir
http://www.turksolu.org/109/kfirat109.htm
Anzavurlar Eryaman’a dayandı
Gökçe
Fırat
Süleymaniye:İlk baskın
|
|
Anzavurlar
Eryaman’a dayandı.
Kurtuluş Savaşı’nda bu iktidarın ataları Polatlı’ya kadar
gelmişlerdi şimdi biraz daha yaklaştılar Karargaha.
|
Danıştay komplosu çöken Kürt-İslamcı çete tertiplerine devam ediyor.
En son Ankara Eryaman’da bir eve baskın düzenleyen polis burada Özel
Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli subayları gözaltına aldı ve
subayların Atabeyler adlı bir “çete” kurduğunu açıkladı.
Danıştay tertibi ile başlayan Ordu düşmanlığı böylelikle devam etmiş
oldu. Görülen o ki devam edeceğe de benziyor...
Peki
tüm bu tertipleri nasıl değerlendirmeliyiz?
Tertipçilerin hedefleri ne?
Bu
tertiplere nasıl engel olabiliriz?
Bu
soruların sağlıklı bir cevabını vermek için önce üç yıl öncesine
gidelim.
Hatırlanacağı üzere bundan üç yıl önce Kuzey Irak’ın Süleymaniye
kentinde görevli Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı bir Türk Özel
Timi, ABD’li işgalci askerler tarafından kuşatılmış, başlarına çuval
geçirilerek esir edilmişlerdi. Türk-ABD ilişkilerinde derin bir
krize yol açan bu olay “Çuval krizi” olarak belleklere kazındı.
Peki
ABD’liler bu davranışla ne yapmak istiyorlardı. Onlara göre Türk
Özel Timi, Kuzey Irak’ta, Süleymaniye, Kerkük ve Tel Afer gibi
Türkmen nüfusun bulunduğu bölgede bir yeraltı örgütlenmesi
oluşturuyordu. Bu, olası işgal ve iç savaşa karşı bir gerilla
direnişinin örgütlenmesi anlamına geliyordu. ABD işgal ordusu bu tür
bir hareketi bastırmak için Süleymaniye’deki Türk Karargâhını
basmıştı.
Baskın yapıldığı zaman tüm Türkiye büyük tepki gösterdi. Çünkü
“hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” anlayışı ile yetişmiş
asker bir milletin en seçkin birliğinin başına çuval geçirilmişti.
Fakat
olayın bu psikolojik tahribat boyutunun ötesinde değerlendirilmesi
gerekiyordu.
O olaydan
sonra 4 Ağustos 2003 tarihli Başyazımızda aklımıza takılan soruyu şu
şekilde sormuştuk:
|
|
|
|
Tüm bu
saldırılarda esas hedef Türk Ordusu’nun “gerilla” gücü
olarak tasarlanan Özel Kuvvetler Komutanlığı’dır. En son
Eryaman’da “Kuzey Irak” bağlantısından söz edilmesi, daha
önce Danıştay’da Muzaffer Tekin’le Kıbrıs Türk Mukavemet
Teşkilatı arasında bağ kurulmak istenmesi boşuna değildir.
ABD, Türk Ordusu’nun Kuzey Irak ve Kıbrıs’ta Türk nüfusu
koruyacak “gayrınizami” örgütlenmesini dağıtmak
istemektedir. Süleymaniye Baskını da Özel Kuvvetler
Komutanlığı’na karşı yapılmıştı. Tüm bu sözde çete
operasyonlarının en önemli destekçisinin PKK olması da elbet
boşuna değil.
|
“Çok
açık bir şekilde Süleymaniye’de Türk askeri, ABD-AKP ve
peşmergelerin ortak operasyonu ile basılmıştır. AKP’nin orada
baskına katılıp katılmadığını bilmiyoruz. Umarız bunu
yapmamışlardır. Ama bu baskına yardım ve yataklık ettiklerine adımız
gibi eminiz.
AKP
için bu baskın bulunmaz bir fırsattır. Bir yandan baş düşmanın Türk
Ordusu’nun prestijini sarsacaksın. Diğer taraftan Türk askerini ABD
ile karşı karşıya bırakarak Ordu’nun geri adım atmasına yol
açacaksın. Ve ABD’yi gösterip Ordu’ya bak onunla savaşmak zorunda
kalmak istemiyorsan ayağını denk al diyeceksin.
Süleymaniye’deki birliğimizin ne yaptığının çok büyük önemi yok
aslında. Türk askerinin Coni’ye teslim olması bizim için onur kırıcı
bir durum. Yine de askerimizi suçlamak istemiyoruz. Elbet bir
bildikleri vardır ve bunları açıklamalarını da kendilerinden
isteyemeyiz, çünkü bunlar Türk devletinin güvenliğini ilgilendiren
şeylerdir.
Ama
olayı soruşturan Genelkurmay yetkililerinin, oradaki Türk timinden
haberdar olan, ilişkisi olan ne kadar sivil görevli ve yetkili
varsa, hepsi hakkında yoğun bir soruşturma-araştırma yapmalarını
öneriyoruz.”
....
Süleymaniye baskınından sonra Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’taki
Türkmenleri korumak, gerekirse onları işgale karşı örgütlemek görevi
bitirilmiş oldu.
Bugün
Kerkük ve Telafer’de yaşanan Kürtlerin Türklere yönelik
soykırımları, istilaları ve ABD işgal kuvvetlerinin Türkmenlere
yönelik katliamları ancak bu Süleymaniye baskınından sonra mümkün
olmuştur.
Süleymaniye baskınının kimi rahatlattığı ise açıktır, Kuzey
Irak’taki Barzani-Talabani aşiretleri ile PKK çetesi. Bu olayla
birlikte Kuzey Irak’la Türkiye’nin Güneydoğusu arasında bir
bölücülük birlikteliği kurulmuştur.
Şemdinli: İhbar ve ihaneti gördük
Süleymaniye’den sonra ikinci baskın Şemdinli’deki Jandarma
İstihbarat kuvvetlerinedir.
Hatırlanacağı üzere Şemdinli’de önceden örgütlenmiş bir grup PKK
militanı halkı da sokağa çıkararak bir arabanın içindeki Jandanma
İstihbarat görevlilerimize saldırmıştı. Jandarma görevlileri linç
edilmemiş ama sözde “suçüstü” yakalanmışlardı.
Şemdinli’deki bu baskın da tıpkı Süleymaniye gibi garipti.
Bir
özel timin o dakikada orada olmasını örgütleyen ve bunu PKK’ya
bildiren birileri vardı. Şemdinli’den sonra olayın özellikle bu
yönüne dikkat çektik. İçerden birileri Türk özel timini ihbar
etmişti.
Daha
sonrasında iktidar Şemdinli’yi Ordu’ya saldırmak için önemli bir koz
olarak kullanmaya kalktı. Hatta saldırılarını Kara Kuvvetleri
Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt’ı suçlamaya kadar vardırdılar. Sözde
Şemdinli’de ortaya çıkarılan “derin devlet” propagandası ile hükümet
askeri hiyerarşiye müdahale edecek ve derin devleti temizleyecekti.
Fakat
tam tersi oldu. Ordu sağlam bir tavır alarak kendi komutanını
düşmana teslim etmedi. Şemdinli’nin bir PKK operasyonu olduğu ortaya
çıktı.
Şemdinli operasyonunda özellikle dikkat çekici bir sonuç Emniyet
İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un Ordu’nun isteği üzerine
görevden alınmasıdır.
Bu
görevden alma Türk askeri örgütlenmesine karşı polis içinde bir
Amerikancı yapılanmanın olduğunun, bu yapılanmanın düşmana bilgiler
sızdırdığının, ABD ve PKK ile ortak operasyon düzenlediğinin
kanıtıydı.
|
CHP son dönem
politikaları ile bizim bir süredir bu sütunlarda yazdığımız
önerileri dile getirmeye başladı.
En son CHP lideri Baykal’ın Hükümete sunduğu ve muhtıra olarak
nitelenen 7 maddelik planı TÜRKSOLU’nda yazılanlardan başka
bir şey değil.
CHP, bu yeni çizgisi nedeniyle Şeriatçı basın tarafından
“milliyetçilik”le suçlanıyor.
|
Danıştay
Hemen
ardından Danıştay Saldırısı geldi.
Bu
defa gözaltına alınan isim Muzaffer Tekin’di. Muzaffer Tekin kimdi
peki? Muzaffer Tekin Kıbrıs’ta olağanüstü kahramanlıklarda bulunmuş
bir Türk subayıydı. O da özel kuvvet eğitimi almıştı. Uzun süre
Güneydoğu’da görev yapmış PKK’ya karşı savaşmıştı.
Muzaffer Tekin’in ordu içinde hâlâ çok sevilen ve saygı duyulan bir
isim olduğu biliniyordu. Dahası Muzaffer Tekin’in, Susurluk’ta
pusuya düşürülen Özel Kuvvetler’de görevli Türk polis ve subayları
ile de irtibatı vardı. Sık sık Kıbrıs’a gidip geliyordu. Denktaş’ı
destekliyordu. Üstüne üstlük bir de TÜRKSOLU okuyordu.
Eryaman
Danıştay tertibi çöken ve zor durumda kalan iktidar içindeki
Kürt-İslamcı çete acele yeni bir operasyona girişti.
Hedef
bu defa Atabeylerdi. Ankara Eryaman’da bir evde, kendi flaması,
marşı olan bir Özel Kuvvetler Grubu, “Eryamanlar çetesi” denilerek
basına servis edildi.
Hem
de bu çetenin evinde Başbakan’a suikast krokileri bile bulunmuştu.
Hatta
sorgularında her şeyi kabul etmişlerdi...
Böyle
çete her iktidara nasip olmazdı doğrusu!
Burada çok dikkat çekici bir nokta da Atabeyler grubunun evinde
Kuzey Irak Türkmen Cephesi’nin bir ajandası bulunmuştu.
Eryamanlar’daki subayların Zaho ile bir bağlantısı olduğu
yazılıyordu.
Ancak
ertesi günden itibaren tıpkı Danıştay tertibi gibi Eryamanlar
olayının da tümüyle iktidar tarafından tertiplendiği ortaya çıktı.
Polis ifadeleri, krokiler vb. şeylerin tümünün uydurma olduğu ortaya
çıktı. Birileri kamuoyunu manipüle ediyordu. O derece ki büyük basın
bile hükümeti dezenformasyon yaptırmakla suçlamaya başladı.
Hedef Özel Kuvvetler Komutanlığı
Şimdi
burada duralım ve tüm bu operasyonları alt alta yazarak ortak nokta
ve hedefleri saptıyalım.
1-
Süleymaniye
2-
Şemdinli
3-
Danıştay
4-
Eryaman
Tüm
bu olaylarda bir baskın söz konusudur. Hükümet kuvvetleri tarafından
suçüstü gibi, hatta polisin iyi çalışması gibi sunulan olaylarda,
önceden belirlenen, hedef alınan, izlemeye alınan isimlerin,
provokatif bir olaydan sonra baskına uğradığı görülmektedir!
Bu
kuşku vericidir.
Demek
ki bu isimlere yönelik bir istihbarat faaliyeti uzun süredir
yürütülmektedir.
Bu
istihbarat çalışmasını yürüten ekip nerededir?
Bu
ekip çok açık bir şekilde Emniyet içinde yuvalanmıştır. Sabri
Uzun’un görevden alınmış olması bu ekibi tasfiye etmemiştir. Aksine
bu ekip daha dayanaksız ve pervasız operasyonlara başlamıştır. Ekip
adeta zıvanadan çıkmış, sağa sola saldırmaktadır.
Peki
bu istihbarat ekibi kimle birlikte çalışmaktadır?
Genelkurmay tüm bu operasyonları ancak basından takip ettiğini
açıklamıştır. Bu açıklama aslında Emniyet içindeki bu istihbarat
ekibinin, Genelkurmay’la ortak hareket etmediğini değil,
Genelkurmay’a karşı hareket ettiğini ifade etmektedir.
Peki
bir Emniyet istihbaratı nasıl olur da o ülkenin Ordusuna karşı
istihbarat ve operasyon yürütür?
İşte
bu sorunun cevabı da tüm bu olaylarda ortadadır.
Operasyonlar kime karşı yapılmaktadır?
Operasyonların hedeflerinin tümü istisnasız Özel Kuvvetler
Komutanlığı mensuplarıdır.
Peki
Özel Kuvvetler Komutanlığı ne iş yapmaktadır?
Özel
Kuvvetler Komutanlığı’nın görevi, ülkede bir işgal ve iç savaş
durumunda halk örgütlenmesini gerçekleştirmektir. Bu kuvvetler doğal
olarak gerilla kuvvetleridir. Eryamanlar’daki Atabeyler grubunun
kendisini gerilla grubu olarak tanıtması normaldir. Çünkü bir ülke
işgal edildiğinde, dikkat edin işgal gerçekleştikten sonra diyoruz
önce değil, işgalciye karşı düzenli birlikle değil gerilla ile
mücadele edersiniz.
Fakat
gerilla birden kurulmaz. Yani hele bir işgal olsun, düzenli
birlikler teslim olsun, o zaman gerilla kurulur lüksü yoktur
ordunun. Bu tür bir olasılığı göz önünde bulundurarak bu gerilla
harbini de örgütler. Bunun için özel birlikler oluşturur, bu
birlikler halk içine girerek taban çalışması yaparlar, ülke işgal
edildiğinde direnişçi olacak sivil unsurları tanır ve onlarla temasa
geçerler.
Tüm
bu faaliyet, ordunun resmi ve kanuni faaliyetidir. Ortada yasadışı
bir olay yoktur. “Derin devlet”, “kontrgerilla” vs. suçlamaların
dayanağı da yoktur.
İşte
şimdi hedefe alınan Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın görevi budur.
Peki
bugün için Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın özellikle hedef olmasının
bir nedeni var mı?
Bu
nokta en hassas noktadır.
Özel Kuvvetler neden hedef?
MGK
üç yıl önceki bir toplantısında Irak’taki gelişmeleri de göz önünde
bulundurarak, olası bir işgale karşı sivil savunma kuvvetlerinin
örgütlenmesi kararını aldı.
Bu
karar elbette TÜRKSOLU üslubu ve açıklığı ile yazılmamıştı. Ama
tespit ortaktı: Yarın öbür gün ABD Irak gibi Türkiye’yi de işgal
ederse, buna karşı bir gerilla harbini örgütlemek artık Ordu’nun
gündemindeydi.
Demek
ki ortada olası bir işgal senaryosu ve buna karşı Türk Ordusu’nun
tedbirleri vardır.
Süleymaniye’den başlayan ve Eryaman’a uzanan operasyonu bu çerçevede
ele almak gerekir. ABD, Türkiye’ye saldırmayı kafasına koymuştur ve
bu saldırı öncesinde Türkiye’nin gerilla harbi imkanını elinden
almak istemektedir.
Özellikle Şemdinli ile başlayan kontrgerilla ve derin devlet
tartışmalarının nedeni de tümüyle budur. Kimileri bilerek, kimileri
bilmeyerek, “derin devleti” gündeme getirerek ABD’nin öncü
kuvvetliğini yapmaktadır. Bizim uzun bir süredir “Derin devletimi
geri istiyorum” çığlığı atmamız boşuna değildir.
ABD
Türk Ordusu’na saldırmadan önce, ordunun direnişçi yapısını kırmak
ve dağıtmak istemektedir. Özel Kuvvetler bu nedenle ABD’nin
öncelikli hedefidir.
Burada ABD işgalinin dışında ikinci hassas noktayı da belirtelim.
Yine geçtiğimiz aylarda MGK bir iç göç raporu yayınladı. Bu raporla,
PKK’nın bilinçli bir nüfus hareketliliği yarattığı tespit
ediliyordu. Bu, iç savaşı hazırlamaktı.
İşte
ikinci hassas nokta olası bir iç savaşa ülkeyi hazırlamak, böylesi
bir iç savaşta halkın can güvenliğni korumak ve asayişi temin
etmektir. Ordu bu olasılığı da göz önünde bulundurarak bir hazırlığa
girişmiştir. Bu hazırlık da Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın görev
alanındadır!
Demek ki operasyonların Özel Kuvvetler Komutanlığı’nı hedef alması
boşuna değildir.
Bundan sonrası için planlama şudur:
1-
Derin Devlet suçlamaları daha da artırılarak Özel Kuvvetler
Komutanlığı’nın lağvedilmesi istenilecektir.
PKK ve yandaşları bunun propagandasına başlamışlardır bile.
2-
Jandarma İstihbaratı da Özel Kuvvetler’in istihbarat birimi gibi
algılanmaktadır. O nedenle JİTEM suçlamaları artırılacak ve Jandarma
İstihbaratı’nın lağvedilmesi istenilecektir.
3-
Özel Kuvvetler Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlıdır.
Kara Kuvvetleri Komutanı ise Yaşar Büyükanıt’tır.
Önümüzdeki dönemde Yaşar Büyükanıt’ı doğrudan zanlı konumuna
düşürecek yeni “çete” operasyonları başlayacaktır. Bilindiği üzere
Eryamanlar’daki subaylara üst kademelerden emir aldıkları kabul
ettirilmeye çalışılmıştır. Üst kademeden kasıt Yaşar Büyükanıt’tır.
Şimdiden hazırlıklı olalım, yarın öbür gün yine böylesi bir çete
yakalanır ve bu çete mensuplarının Yaşar Büyükanıt ile telefon
görüşmeleri yayınlanır!
Ergenekon büyüyor! Yakında dağı deler Kuzey Irak’a taşarız!
Burada tertipçilerin yapacaklarını yazdık ancak tertipçilerin başarı
ihtimali bulunmamaktadır. Çünkü ulusal güçler bu tür tertipleri
atlatacak kadar bilinçli, planlı ve kararlıdır.
Hemen
burada Ergenekon’a girelim.
Danıştay tertibi sonrası bazı gazeteler Türk kontrgerillasının
Ergenekon adıyla yeniden kurulduğunu yazdılar. Hatta bu Ergenekon’un
beyni olarak da TÜRKSOLU’nu gösterdiler.
Bu
haberleri yazanlar aslında böyle bir örgütlenme olmadığını çok iyi
biliyorlar. Ama Ergenekon adlı hayali örgütten bu kadar korkmaları
da ayrı bir gerçeğe işaret etmektedir.
Danıştay tertibi ile başlayan süreçte tertipçiler beklemedikleri bir
direnişle karşılaştılar.
En
önemli darbeyi hastanede Muzaffer Tekin’den yediler. Muzaffer Tekin
“Başıma çuval geçiremeyecekler” diyordu. Gerçekten de geçiremediler!
Üstelik Muzaffer Tekin’den istedikleri türde bir ifade de
alamadılar.
Aynı
şekilde Şemdinli’de Astsubay Ali Kaya’dan da istedikleri ifadeyi
alamamışlardı.
En
son Eryaman’da da Özel Kuvvet subayları bu tertipçilere konuşmadı.
Eğer
tüm bu güçler Ergenekon ise, tertipçiler Ergenekoncuların sağlam
direnişçi olduklarını görmelidirler!
Fakat
Ergenekon olarak hedef alınan örgüt bugün daha da büyümüştür!
Eskiden bu örgütün beyni olarak görülen bir tek TÜRKSOLU vardı.
Ancak son süreç değerlendirildiğinde CHP’nin de artık TÜRKSOLU
paralelinde siyaset yürüttüğü görülmektedir. Demek ki Ergenekon
büyümektedir!
Hele
biraz daha büyüsek, kalabalıklaşsak da şu dağdan çıksak!
Bakalım tertipçiler nereye kaçar o zaman?
Bizi
Kıbrıs’ta mı, Balkanlar’da mı, Kuzey Irak’ta mı durdururursunuz
şimdiden düşünün!
Mete’nin oğlu Attila biliyorsunuz Ergenekon’dan çıkışta tüm
Avrupa’ya kadar yayılmıştı!
Özel
Kuvvetleri hedef alan bu tertipler, Ordu’nun bütününü
birleştirmiştir. En halim selimler bile artık tertipçilerin
karşısına dikilmektedir!
Tertipçiler burada Ergenekonculara çete damgası vurmaya kalkmıştır
ama tüm Ordu’yu Ergenekon etrafına toplamıştır!
Bakın
Ergenekon’un bir de ordusu oluverdi!
Danıştay’da ulusal güçleri hedef tahtasına oturtanların aslında
Ulusalcı denilen bir düşmana karşı da çıkmadıklarını özellikle
belirtelim. Kimdir ulusalcılar ve bu son tertiplerde hangi ulusalcı
hedefe oturtulmuştur?
Yayınlanan çete şemalarından, iğrenç saldırı yorumlarına kadar
tümünde ulusalcı denilen kesim içinde bir tek adı geçen siyasal
çizgi TÜRKSOLU’dur.
TÜRKSOLU’nun dışında herhangi bir gazete, dergi, tv vs. hedef
alınmamıştır. Hatta o kadar ki saldırganın üzerinden Ulusal Haber
kartı çıkmasına rağmen İşçi Partisi hedef alınmamıştır. Tüm
yorumlarda Ergenekon’un beyni olarak TÜRKSOLU gösterilmiştir.
Demik
ki tertipçi Kürt-İslamcı çete için tehdit kaynağı TÜRKSOLU’dur.
Hedefe oturtulanlarsa, şu ya da bu ölçüde TÜRKSOLU yörüngesinde
olduğu düşünülen şahıs ve kurumlardır.
Vatansever Kuvvetler Güçbirliği TÜRKSOLU paralelinde faaliyet
yürüten bir dernek olarak suçlanmaktadır. Avukat Kemal Kerinçsiz
MHP’nin teslimiyetçi çizgisinin dışında biri olarak görülmekte,
TÜRKSOLU’na dahil olmasa bile TÜRKSOLU’nun direnişçi mantığını
sahiplendiği ve uyguladığı için özellikle hedef olmaktadır.
İşçi
Partisi bile olaya ancak TÜRKSOLU’na düşman olduğu için dahil
edilmektedir.
Görüldüğü gibi TÜRKSOLU’na düşman olmak bile bir siyasetçinin işine
yaramaktadır. Vay be diyoruz kendi kendimize, biz neymişiz de
haberimiz yokmuş! Bize düşmanlık dışında tek bir politikası olmayan
ve sadece bize düşmanlık yaptığı zaman basına çıkabilen bir
Perinçek’i bile meşhur edebiliyoruz!
Bu da
doğal bugün Özel Kuvvetler Komutanlığı’na ve TÜRKSOLU’na
saldırılırken birileri arşivleri karıştırsa, bugün TÜRKSOLU’na
saldıran Perinçek’in dün de, Özel Kuvvetler Komutanlığı’na, JİTEM’e
karşı büyük bir savaş açtığını görür. Perinçek dün orduya saldırdığı
için basına çıkıyordu;bugün TÜRKSOLU’na saldırdığı için.
Bu da
gayet normal, partisi kırk yıldır binde beşi geçemeyen bir adama siz
basın olsanız ne zaman sayfalarınızı açardınız ki?
Ancak ordu
ve TÜRKSOLU gibi etkin kurumlara saldırdığı zaman
http://www.turksolu.org/109/basyazi109.htm
***
Kürt-İslam Mahkemeleri
Gökçe Fırat
|
|
Kürt-İslam
adaleti şimdilik Paşalara kadar ulaşamadı ama asıl hedef bu.
Şeyh Said’in idamının intikamını Türk Ordusu’nun
paşalarından almak istiyorlar
|
Şemdinli tertibi nasıl gerçekleşti
Kürt-İslamcı AKP iktidarının devlet kadrolarını Kürt-İslamcılaştırma
çabasının çok yakın gelecekte Türkiye’ye nasıl bir “hukuk” düzeni
getireceği Şemdinli mahkemesinin kararı ile birlikte daha net
görüldü
Bilindiği gibi Şemdinli’de PKK üyesi olmaktan 15 yıl hapis cezasına
mahkum edilen Seferi Yılmaz’a ait bir “kitabevi”ne “bomba” atılmış,
“kitabevi sahibi” eski PKK’lı Seferi Yılmaz “bomba atılan”
kitapçıdan dışarı çıkmış, kapının önünde bekleyen bir sivil arabayı
görmüş, arabaya doğru ilerleyerek o sırada o caddede bulunan birkaç
yüz kişilik PKK’lı grupla birlikte arabaya, arabadaki astsubay Ali
Kaya ve iki istihbaratçıya saldırmış, arabasını yakmış, o sırada
yine orada bulunan Danimarka’dan yayın yapan PKK televizyonu Roj TV
Şemdinli’den naklen yayına başlamıştı.
Bu
olay neresinden bakarsanız bakın bir komploydu. Ancak komployu
yapanlar sanki bizlerle alay edercesine yapıyordu bu işi.
Olayın hemen ertesi günü gazeteler Susurluk manşetleri atmaya,
“derin devlet” yorumları yapmaya başlamış ve PKK mahkumu Seferi
Yılmaz’la röportaj kuyruğuna giren basın onu bir demokrasi kahramanı
ilan etmeye başlamıştı.
Şemdinli olayı olur olmaz TÜRKSOLU Türkiye’deki tüm basının tersi
bir tavır aldı, bunun Ordu’ya yönelik önemli bir komplo olduğunu
yazdı. Komplonun düzenleyicileri olaraksa AKP ve PKK’yı adres
gösterdik.
|
|
Ordu mensubu
astsubayın tutuklanması sürpriz değil ama PKK üyesi ve PKK
hükümlüsü Seferi Yılmaz’ın tutuklanması sürpriz! İşte
Kürt-İslam adaleti.
|
O
zamanlar ortada Şemdinli iddianamesi henüz yoktu, Ferhat Sarıkaya
yoktu, Orgeneral Büyükanıt’ın adı henüz geçmemişti. CHP ve
Cumhuriyet gazetesi dahil her çevre olayı Türk Ordusu’na yıkarken
bir tek TÜRKSOLU olayın bir komplo, bir provokasyon olduğunu
yazıyordu. Şemdinli bize göre AKP iktidarının önemli bir hamlesiydi.
Gerçekten de bir süre sonra Ferhat Sarıkaya’nın iddianamesi geldi,
Orgeneral Büyükanıt çete lideri olmakla suçlandı. O anda Susurluk,
“derin devlet” gibi bir oltaya atlayan kimi insanlar uyanıverdiler.
Şemdinli’deki araçta demek ki astsubay değil, Orgeneral Büyükanıt
linç edilmek istenmişti!
Saflar birden yer değiştirirken, Orgeneral Büyükanıt’ı suçlayan
Emniyet İstihbarat Daire Başkanı ve savcı görevden alındı. Kamuoyu
olayın Ordu’ya yönelik bir tertip olduğuna büyük ölçüde kanaat
getirmişti.
İddianame nasıl hazırlandı...
Fakat
bu sırada Şemdinli davası da başlamıştı.
Aslında iddianamenin hazırlanması, bu arada Meclis’te kurulan
Araştırma Komisyonu Türkiye’de bir şeylerin nasıl da değiştiğini
gösteriyordu. Ki bizce bu değişikliğin üzerinde durmak yarına hazır
olmak için son derece önemlidir.
Şemdinli olayı yargıya yansıdığı andan itibaren Meclis’te bir
araştırma komisyonunun kurulmasına kimse tepki göstermedi. Oysa
yargıya intikal etmiş bir soruşturmaya Meclis’in dahi karışma
yetkisi yoktur. Kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, yasama organı
olan TBMM yargıya müdahale edemez. Oysa Komisyon çalışması doğrudan
yargıyı yönlendirecek, baskı altına alacak bir çalışmaydı.
Komisyon üyeleri ne hikmetse hep Güneydoğulu milletvekillerinden
oluşuyordu ve tanık olarak da hep PKK’lılar dinleniyordu. PKK
mahkumu Seferi Yılmaz gibi bir bölücü itibar sahibi olmuş, Meclis
Araştırma Komisyonuna akıl veriyordu.
|
Ceza alan
astsubayın abisi kardeşini sahiplenerek alınması gereken
tavrı herkese gösterdi.
|
Fakat
yasama organının yargıya müdahalesinin bununla sınırlı olmadığı da
görüldü. Savcı Ferhat Sarıkaya Meclis Araştırma Komisyonu ile temas
halindeydi. Araştırma Komisyonu Başkanı, komisyondan bile gizlice
savcı Ferhat Sarıkaya’ya ifadeleri gönderiyordu.
Daha
da ötesi, savcı Sarıkaya idianamesini bitirdikten sonra bu
iddianameyi e-maille aynı komisyon üyesine gönderiyordu. Oysa
iddianameyi hazırlayan savcı bunu sadece mahkemeye sunabilirdi.
Buraya kadar olan düzenek iyi işliyordu.
Şemdinli’de yuvalanan PKK hücresi, TBMM Komisyonu, Adalet Bakanı,
İçişleri Bakanı, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı, Van Adliyesi
arasında inanılmaz bir eşgüdüm vardı.
Artık
ortada bir iddianame değil, senaryo vardı. Bu senaryonun baş
destekçisi ise Fethullahçı medyaydı.
Fakat
senaryo bir noktada kesintiye uğradı. Ferhat Sarıkaya meslekten
atılınca Şemdinli davasının iddianame sahibi ortadan kalkmış oldu.
Onun
görevden atılması ile birlikte normal bir hukuki işleyiş
başlayabilirdi ama olmadı. Yeni savcı iddianameyi aynen sahiplendi.
Oysa iddianameye siyaset karıştırıldığı ortadaydı. Normalde yeni
savcının tüm iddianameyi baştan, siyasal önyargıdan uzak bir şekilde
hazırlaması gerekirdi. Fakat bu yapılmadı. Dava aynı iddianame ile
başladı.
Bu nasıl mahkeme
Üstelik iddianame kısmından sonra dava kısmı tam anlamıyla bir hukuk
katliamı oldu.
Mahkeme önünde herkes eşittir. Devlet görevlisi de, sıradan vatandaş
da birdir. Ancak mahkemeler, hakimler, kanaat belirlerken tarafların
geçmişlerini göz önünde bulundururlar.
Örneğin bu davada bir tarafta PKK üyesi olmaktan 15 yıla mahkum bir
Seferi Yılmaz’la, diğer tarafta devlete hizmet etmiş, pek çok
takdirnamesi olan bir astsubay arasında kanaate hükmedecek hakim,
kendi siyasal tercihlerine göre hareket edemez.
Ama
bu davada böyle olmamıştır. Sanıklar aleyhine delil olmadığı için
hakimler kanaatle karar vermişlerdir.
Peki
o kanaat nedir? Devlet görevlilerinin suçlu olduğu!
Hakimler kanaat belirlerken Fethullahçı medyanın derin devletle
mücadele eden yazarları gibi hissetmiş ve o şekilde karar
vermişlerdir.
Fakat
sadece karar aşamasında değil önceki saflhalarda da büyük
hukuksuzluklar yaşanmıştır.
Örneğin devlet görevlileri, Jandarma Komutanlığının raporları,
mahkeme heyeti tarafından dikkate alınmamıştır. Oysa mahkeme
heyetinin bu tür devlet rapor ve elemanlarına öncelikle dikkat
etmesi gerekirdi.
Fakat
bu davada bir Türk mahkemesi, PKK’lıları ve yandaşlarını dinlemiş,
dikkate almış, onların beyanlarına göre kanaat oluşturmuş ama Türk
Ordusu mensuplarını dinleme zahmetine bile katlanmamıştır.
Sanık
avukatları olayın büyük bir provokasyon olduğunu, daha derinlemesine
bir soruşturma gerektiğini belirtmiş, yeni tanıklar bulmuş,
soruşturmanın genişletilmesini talep etmişlerdir. Normalde mahkeme
heyetinin sanık avukatlarının bu taleplerini dikkate alması gerekir.
Neden
gerekir? Çünkü sanıklar zaten tutukludur, yeni tanık dinlenmesi ya
da soruşturmanın genişletilmesi sanıklara bir yarar sağlamayacağı
gibi bu davanın uzamasından zarar görecek bir kişi de yoktur. Bu
noktada mahkeme heyetinin sanık avukatlarının talebini reddetmesinin
imkânı yoktur. Reddederek hukuk dışı hareket etmişlerdir.
Fakat
mahkeme heyeti açısından daha söylenecek çok şey var.
Aynı
mahkeme heyetinin Van Üniversitesi Rektörü’nü de aynı şekilde iki ay
tutukladığını biliyoruz. Ama rektör şu an görevinin başındadır!
Demek ki mahkeme heyeti güçlü hukuki delillerle değil kanaatle
hareket etmeyi alışkanlık haline getirmiştir.
|
PKK’nın gazetesi
19’undaki mahkemeyi ayın 13’ünde yazdı.
|
PKK’dan al haberi
Bu
davada ise mahkeme heyetinin ne yapacağını PKK’nın yayın organı
zaten bilmektedir!
13
Haziran tarihli Özgür Gündem gazetesinde aynen şunlar yazılmıştı:
“Kararın bugünkü duruşmada ya da yetişmemesi halinde en fazla birkaç
gün içinde çıkması bekleniyor. Bu arada mahkeme başkanının da
tayininin çıktığı ve 19 Haziran’da ayrılmadan önce Şemdinli davasını
karara bağlayacağı kaydediliyor.”
Şimdi
ne var bu haberde diyebilirsiniz. Haberin tarihi 13 Haziran. O gün
Şemdinli duruşması var. Henüz duruşma yapılmamış. Yani o günkü
duruşmada ne olacağı bilinmiyor. Belki mahkeme o gün karar
verebilirdi.
Ama
Özgür Gündem mahkemenin o gün karar vermeyeceğini biliyor. Daha da
garibi, mahkemenin bir sonraki duruşmasının 19’unda yapılacağını da
biliyor!
Yani
Özgür Gündem bir tek 19’undaki duruşmada sanıklara 39.5 yıl hapis
verileceğini yazmamış!
Peki
13’ündeki mahkeme neden son savunma için sadece altı gün sonrasına
karar kılar?
Normalde bu tür davalarda en az bir ay, hatta Erbakan’ın davalarında
3 aylık bir süre tanındığını biliyoruz. Yani son savunma önemlidir,
mahkemeler de son savunma için 6 gün süre vermezler. Burada da
hukukun doğruyu bulmak için değil infazı bir an önce gerçekleştirmek
için işletildiğini akla getiriyor.
Ama
daha önemli bir ayrıntı da var. Mahkemeden bir gün önce Ali Kaya
GATA’ya sevkediliyor. Bu durumda son duruşmaya katılamıyor. Ceza
davalarında ise sanığa son söz hakkı verilir ve bundan önce karar
verilmez. Bu durumda mahkeme heyetinin 19’unda karar vermesi
beklenemez. Nitekim PKK’lı avukatlar astsubayın kararı geciktirmek
için GATA’ya kaldırıldığını yazıyor. Ama mahkeme heyeti de PKK’lı
avukatlarla aynı kanaatte ki son sözü bile sormadan 39.5 yıl hapis
veriyor!
Dikkat edelim sıradan bir cezadan değil 39.5 yıl hapisten
bahsediyoruz.
Kürt-İslamcının adaleti
Hukuki ayrıntılardaki tutarsızlıklar, hukuksuzluklar ve çok açık bir
şekilde tertipler çoğaltılabilir. Fakat burada asıl meselemiz bu
değil.
Şemdinli davası açılışından kapanışına kadar tam anlamıyla adaletin
ne duruma geldiğini göstermektedir. Artık bu ülkede hiç kimsenin
adil yargılanma güvencesi kalmamıştır. Adalet Bakanlığı içindeki
kadrolaşma mahkeme seviyelerine ulaşmış, karar mercileri
Kürt-İslamcıların denetimine geçmiştir!
Mahkeme Yaşar Büyükanıt’ı yargılayamamıştır ama sadece şimdilik. Bu
ülkenin bir rektörünü suçsuz yere, gereksiz yere iki ay hapse
atabilecek kadar kendilerine güvenmektedir bu Kürt-İslamcı kadrolar.
Ferhat Sarıkaya’nın görevden alınması onları biraz ürkütse de
kanlarındaki Kürt-İslamcı devlet düşmanlığı geni ağır basmakta,
yargılayıp cezalandıracak bir Türk aramaktadırlar!
Ordu
mensubu aramaktadırlar!
Artık
adliyenin niteliği değişmiştir. Türk adaletinin yerini Kürt-İslam
mahkemeleri almıştır.
Danıştay’a yapılan saldırı burada anlam kazanmaktadır. Yine bir
Kürt-İslancı olan Başbakan, Danıştay’ı açıkça tehdit ediyor ve engel
olarak suçluyordu. Hemen ardından yine aynı bölge doğumlu bir
Kürt-İslamcı tetikçi Danıştay’ı bastı!
Şimdi
Şemdinli davası Yargıtay’a gidecek ve oradan geri dönecek. Bunu
kararı veren mahkeme heyeti de gayet iyi biliyor. Ama bilmesine
rağmen bu kararı veriyor. Çünkü devlete, yargıya ve Ordu’ya mesaj
veriyorlar!
Demokrasi, insan hakları, hukuk diye diye iktidara gelenler, artık
hukuku rafa kaldırmışlar, komplolar, baskınlar, infazlarla iş
görmektedirler.
Artık
Türkiye’de bir Kürt-İslamcı çete iktidarı vardır.
http://www.turksolu.org/110/basyazi110.htm
***
|
DERİN
HESAPLAŞMA VE MİLLİ JANDARMA
Milli Çözüm Dergisi
Mehmet DENİZ
MART 2007
Jandarma, CIA'nın
Jön Adamlarını Ürkütüyor
Dink suikastini araştıran
mülkiye müfettişleri, jandarma için özel bir rapor hazırlıyor.
İçişleri Bakanı Aksu, Pelitli'deki jandarma faaliyetlerinin
araştırılması talimatını veriyor. Trabzon'daki sorunlara mülkiye
müfettişlerinin iki yıl önce işaret ettiği ancak emniyet
yetkililerinin bu uyarılara önem vermediği belirlendi. Raporda,
hızlı silahlanmaya dikkat çekilerek işsizliğin arttığına dikkat
çekildi.
Hrant Dink suikastinden
sonra gözlerin çevrildiği Trabzon'un patlamaya hazır bomba haline
geldiği mülkiye müfettişlerinin geçen yıl hazırladığı "İl Performans
Raporu"nda ortaya kondu. Müfettişler yıllık raporlarında silahlanma
ve ekonomik zayıflama uyarısında bulundu. İçişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu ise müfettişlerden, tetikçi Ogün Samast ile azmettirici Yasin
Hayal'in yaşadığı Pelitli beldesinde jandarma faaliyetlerinin tüm
yönleriyle araştırılmasını istedi. Emniyet görev alanı ile jandarma
görev alanının ayrı olması, polis ve jandarmanın yetki kullanma
biçimi ve hiyerarşik yapılanmadaki farklılıklar müfettişlerce
sorgulanmaya başlandı.
Suç Jandarmaya
Yıkılmak İsteniyor
Halen Trabzon'da
çalışmalarını sürdüren mülkiye müfettişleri, Samast ve azmettirici
Yasin Hayal'in yaşadığı Pelitli beldesinin jandarma bölgesi olduğunu
dikkate alarak ayrı bir çalışma başlattı. Jandarma teşkilatının bu
bölgede görev ve sorumluluğunu ne ölçüde yerine getirdiği
inceleniyor. Bir jandarma müfettişinin de eşlik ettiği soruşturma
kapmasında askeri personelin yerel istihbarat çalışmasında hangi
bilgilere ulaştığına, istihbari bilgilerin ne zaman kimlerle
paylaşıldığına bakılıyor. Böylece jandarma suçlanmak ve yıpratılmak
isteniyor.
Polis Dinlemiş
Ayrıca 2004'de bir
hamburger restoranını bombaladığı için hüküm giyen Hayal'in, tahliye
olduktan sonraki ilişkileri, irtibatlı olduğu kişilere yönelik uyarı
yazısı yazılıp yazılmadığına bakılıyor. Öte yandan bombalama
olayından sonra emniyet istihbaratın Hayal ve bağlantılı olduğu
kişiler için mahkemeden dinleme kararı çıkardığı bildirildi.
Organize suç örgütleri ile ilgili başka bir dinleme kararı
kapsamında da Hayal'in telefon trafiği ayrıca kayda alındı. Ancak bu
konuşmalarda Dink suikasti ile ilgili ipucu içeren bilgilere
rastlanmadı.
Silahlanma Uyarısı
Geçtiğimiz yıl Trabzon'a
giderek ilin performansı ile sosyo-ekonomik durumu hakkında rutin
rapor yazan mülkiye müfettişleri özellikle silahlanmaya dikkat
çekti. Raporda, Trabzon'un son yıllarda ekonomik ivmesini
kaybettiği, ildeki dinamizmin zayıfladığı vurgulandı. İşsiz
sayısındaki artış, yatırımlardaki gerileme de diğer risk unsurları
arasında gösterildi. İstanbul ve Trabzon'daki incelemelere ek olarak
Samsun'daki güvenlik birimlerini de mercek altına alan mülkiye
müfettişleri, Samast'a kahraman muamelesi yapıldığı izlenimini veren
video görüntüleri ile ilgili çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.
Müfettişler, basına yansıyan görüntülerde polis kadar jandarmanın da
kusurlu olduğu sonucuna vardı ve hem polislerin hem de jandarma
personelinin açığa alınmasını istedi. Oysa bu olay tamamen, Emniyete
sızmış Fetullahcı şebekenin ve MOSSAD müritlerinin bir marifetiydi.
Jandarma kasıtlı olarak suça ortak gösterilmiştir. Ancak jandarmaya
görevden el çektirme konusunda İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin
tam yetkili olmadığı görülünce kamuoyundaki tepkilerin azaltılması
amacıyla acilen görev yeri değişikliği önerildi. Müfettişlerin bu
yöndeki görüşü Jandarma Genel Komutanlığı'nca da uygun bulundu.
Jandarmadan Kim
Rahatsız Oluyor?
AKP'nin ve arkasındaki
küresel akreplerin yalakası Yeni Şafak şöyle bir haber yazmıştı:
"Jandarma, Trabzon'un
Pelitli Beldesini kendi sorumluluk alanından çıkartıp polise vermeye
yanaşmıyor.
1997 yılında Trabzon
Güvenlik Kurulu, Çaykara ve Düzköy ilçeleri ile Pelitli ve Söğütlü
beldelerinden jandarmadan çekilerek polise verilmesi kararı aldı.
Ancak Pelitli'den jandarmanın çekilmesine yönelik karara Jandarma
Genel Komutanlığı izin vermedi. Mart 2006'da ise Pelitli'nin polise
bırakılmasına yönelik Trabzon Valiliği'nin yazısına Jandarma Genel
Komutanlığı cevap bile vermedi."
Nuh Gönültaş ise Jandarma
ile ilgili bazı gerçekleri saptırmaya çalışmıştı.
Acaba, Türkiye'de Ordu'nun
içinde Jandarma diye ayrı bir birim kurulmasının altında ne yatıyor?
Silahlı Kuvvetlerde Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Hava
Kuvvetleri dışında Jandarma Genel Komutanlığı'nın varlığı şuna
dayanıyor: Bir NATO ülkesi olan Türkiye'nin Silahlı Kuvvetleri NATO
gücünün bir parçası, ama jandarma buna dahil değil. Bir anlamda
Jandarma, Türkiye'nin yedekteki "milli ordusu" mantığını yansıtıyor.
"Nitekim NATO görevleri
dışındaki bir askeri yapı olan Jandarma, ilk dönemde Güneydoğu'daki
terör mücadelesinin bütün sorumluluğuna sahipti. Sonradan tehdit
büyüyünce devreye Kara Kuvvetleri girdi. Jandarma, tamamen "askeri
görevlere" dayalı bir yapı iken son zamanlarda Türkiye'de çok daha
değişik bir yapılanma ile karşımıza çıkmaya başladı.
Buna kısaca "jandarmanın
polisleşmesi süreci" diyebiliriz. Özellikle 28 Şubat sürecinden
sonra jandarma adeta polise alternatif bir yapılanmaya gitti. En
modern dinleme cihazları ile donatılmış bir jandarma istihbarat
mekanizması kuruldu. Öte yandan Türkiye'de polis birimlerinin henüz
yaygın olmadığı merkezlerde güvenliği sağlamakla görevli olan
jandarma, yasalar gereği zaman içinde polise devretmesi gereken bu
alanları da devretmiyor. O kırsal alanlar şimdi belediye oldu, ilçe
oldu, ama jandarma buralardan çıkmadı.;.
Antalya'da ata binmiş
jandarmanın sahillerde yaptığı gezinti, ne kadar iyi niyetli
düşünsek düşünelim, kumsalda güneşlenen turist üzerinde hiç de iyi
bir imaj bırakmıyor. Bugün İstanbul'un veya Ankara'nın göbeğindeki
pek çok yer hâlâ jandarmadan soruluyor. Şimdi, yavaş yavaş 28 Şubat
olağanüstü sürecinin etkisini üzerinden atmaya çalışan Türkiye'de,
jandarmanın askeri gereklerle bağdaşmayan bu pozisyonunu
sürdürmekteki ısrarını en azından ben anlayamıyorum." Diyen Nuh
Gönültaş ayarını ve rahatsızlığını ortaya koyuyor.
Alınan bilgilere göre
Başbakan Tayyip Erdoğan, jandarmanın polise devretmesi gereken
yerlerden çıkması için talimat veriyor. Ancak öte yandan Ankara'da
İçişleri Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı arasında ilginç
bazı görüşmelerin sürdüğüne dair de haberler geliyor. Bu haberlere
göre, jandarma adeta ikinci bir Emniyet Genel Müdürlüğü birimi
kuruyor.
Çünkü bu haberlere göre
jandarma, şehir merkezlerinde istihbarat ve operasyon yapabilme
yetkisi istiyor. Bu söylentiler yaygınlaşınca Jandarma Genel
Komutanlığı bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti. Ancak bu açıklama,
adeta bu tür haberlere güç katan cümleler taşıyor: "Jandarma, görev
alanını genişletme çabası içinde olmayıp, tam tersine yasal
görevleri ve genel kolluk sıfatıyla sorumlu olduğu hizmetleri daha
iyi yerine getirmek üzere AB normlarında organize olma ve kapasite
arttırma çalışmalarını sürdürmektedir." Ama bu Milli ve Haysiyetli
girişimler AB aşıklarının ve NATO uşaklarının canını sıkıyor. Ve Nuh
Gönültaş şöyle sızlanıyor: "Zaten jandarmanın görev alanını
genişletme çabası içinde olmasına gerek yok, çünkü şehir merkezleri
hariç Türkiye'nin yüzde 92'lik bölümünü kontrol ediyor.
Problemin temelinde
jandarmanın polisiye bir rol üstlenme talebinin olup olmaması
yatıyor. Bizim gözlemimiz, Jandarma Genel Komutanlığı'nda, özellikle
de 2003 Yüksek Askeri Şurası sonrasında yapılan yeni bazı atama ve
yapılanmalarla, polisiye çizgiye doğru hızlı bir kaymanın olduğu
yolundadır. Şu soruyu açıkça soralım: Jandarma'nın organize suçlarla
ve terör örgütleriyle mücadele etmesini gerektirecek bir durum
içinde miyiz? Elbette, nasıl ki Güneydoğu'daki terör mücadelesinde
jandarma yetersiz kalınca devreye polisin özel timleri ve Kara
Kuvvetleri birlikleri girdiyse; polisin de organize suçlarla veya
terör örgütleriyle baş edememesi halinde, jandarmanın yardımı
gerekebilir.
Ama şu anda Türkiye'nin
böyle bir ihtiyaç içinde olduğunu söylemek çok komik olacaktır.
Jandarma, Türkiye'nin ihtiyacı olduğu bir durumda "savaşmak" üzere
görev almış olan tamamen askeri bir yapı, Türkiye'nin yedek milli
ordusudur. Dolayısıyla her an böyle bir savaş görevi alacak şekilde
hazır olmak ve buna göre yapılanmak durumundadır.
Yedek milli ordunun
giderek polisiye bir görünüm kazanması, askeri ulusal çıkarlarımızla
da bağdaşmıyor. Eğer yarın bir gün polis de jandarmalaşmaya
heveslenirse, aynı şey polis için de geçerli olur. O halde noktayı
koyalım. Jandarmadan polis, polisten jandarma olmaz. Ve, bir köyde
iki muhtar, bir ülkede iki polis gücü olmaz." Diyor.
Ama MİT ve Emniyetteki,
CIA ve MOSSAD güdümündeki Fetullahcı ekibin gizli ve tehlikeli
kadrolaşmasına karşı, elbette Milli ve haysiyetli bir hesaplaşmanın
kaçınılmazlığını göz ardı ediyor.
Jandarmanın her yönden
güçlenip etkinleşmesi, masonik ve münafık güruhun böbrek taşlarını
oynatıyor!.
Gül'den
Washington'a, İran ve sınır ötesi için garanti veriliyor.
Hükümet Avrupa'da
yakalanan PKK'lıların teslimiyle Ordu'ya karşı bir adım öne geçmeyi
hesaplıyor. Gürün ABD ziyareti bu eksende gerçekleşti. Cheney,
Hadley ve Rice ile görüşen Gül, "sınır ötesi harekat gündemimizde
değil" ve İran konusunda 1 Mart gibi olmaz" taahhüdü verdi.
Dışişleri Bakanı Abdullah
Gül'ün cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler arifesinde gerçekleşen
Amerika ziyareti bir taahhüt ziyaretine dönüştü. İktidarının beşinci
yılında kilit konularda Washington'un istediği adımları atmakta
zorlanan AKP yönetimi, "bir şans daha" istiyor.
Gül'ün Amerikan
yönetimiyle görüşmelerinin başladığı 5 Şubat günü Paris ve
Brüksel'de PKK'ya operasyon başladı. PKK'nın Avrupa sorumlusu ve
kasası Rıza Altun Paris'te, askeri kanadından Canan Kurtyılmaz
Belçika'da tutuklandı. Eski DEP milletvekilleri Zübeyir Aydar ve
Remzi Kartal da sorgulandı.
Washİngton'da bulunan
Abdullah Gül, Avrupa operasyonunun Amerika'nın girişimiyle
yapıldığını söyledi. Sızan bilgiler, AKP yönetiminin seçimler
öncesinde Avrupa'da tutuklanan PKK'lıların teslimi ile Ordu
karşısında bir adım öne geçmeyi planladığı yönünde.
Sınır Ötesi
Gündemde Değil
5 Şubat'ta Başkan
Yardımcısı Dick Cheney ve Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı
Stcphan Hadley ile görüşen Gül, İran ve sınır ötesi harekat
konularında garanti verdi. Diplomatik kaynaklara göre Gül, sınır
ötesi harekatı kesinlikle düşünmediklerini ve işbirliğine
yanaşmaması durumunda Tahran'a karşı Amerika'yı destekleyeceklerini
söyledi. Hükümetin Amerikan yönetimi ile yeni bir gerginlik
istemediğini vurguladı. Dışişleri Bakanı, "1 Mart'taki gibi olmaz"
mesajı verdi.
Ankara İle Washington
arasındaki en dikenli konu Irak. Hükümet bu konuyu lehine kullanmak
için manevra yapıyor. Gül, kapalı kapılar arkasında yaptığı
görüşmelerde Kerkük'te önce nüfus sayımı yapılması durumunda
Türkiye'nin referanduma hayır demeyeceği sözünü Amerikalı
yetkililere verdi.
Ankara'nın Kerkük
referandumunu erteletmek için önerisi, nüfus sayımı ve normalleşme
komisyonunun engellenmesi üzerine kurulu. Kerkük için kurulan
normalleşme komisyonunun bir buçuk aylık sürede sonuç alamaması
durumunda referandumun erteleneceği hesaplanıyor. Ancak Amerikan
tarafı anayasal sürecin işleyeceğini vurguladı.
Kafkaslar Ve Orta
Asya Haritası Masada
Gül'ün Cheney İle
görüşmesinde masaya harita kondu ve üzerinden ortaklaşa neler
yapılacağı konuşuldu. Cheney, Türkiye'nin Kafkaslar, Orta Asya ve
Karadeniz'de Amerika ile işbirliğine gitmesi gerektiğini söyledi.
Gül; enerji ve güvenlik konularını kapsayan alanda işbirliğine hazır
olduklarını belirtti. Görüşme sonrasında yaptığı açıklamada ise
"Kafkasya ve Orta Asya konularında yararlı görüşmeler yaptıklarını"
vurguladı.
Beyaz Saray'da Cheney ile
gerçekleştirdiği görüşmede, enerji konuları özellikle gündeme geldi.
Cheney ve Gül, harita üzerinde boru hatları, enerji güvenliği
konularını ele aldılar. Amerikan tarafı, Rusya ile Türkiye
arasındaki enerji işbirliğinin sınırlanmasını istiyor.
Hadley'le yapılan
görüşmede ise Kosova ele alındı.
"Filistin'den
Uzaklaşıp İsrail'le Yakınlaşıyoruz"
Gül, 6 Şubat'ta meslektaşı
Condoleezza Rice ile bütün bu konulara ek olarak Ortadoğu sorununda
işbirliğini görüştü.
Gül'ün en tartışmalı
görüşmeleri ise Yahudi lobisiyle gerçekleşti. Yahudi lobisinden
William Daroff, kapalı kapılar arkasında Gül'ün ne söylediğini
basına açıkladı: "Bize 'HAMAS'la ilişkileri sınırlandırdık,
İsrail'le ilişkilerimizi geliştiriyoruz' dedi". Daha sonra Dışişleri
Sözcüsü'ne yaptırılan açıklama da bu sözlerin söylendiğini
doğrulamış oldu. Sözcü Levent Bilman, "geçmişe yönelik anlattıkları
böyle yorumlanmış olabilir" dedi.
Hrant Dink nasıl
vuruldu
Cinayetin üzerinden tam on
dört gün (Bu yazı 2 Şubat Cuma günü yazıldı) geçti. Ama en "kritik"
soru, halen cevapsız. Neredeyse Hrant Dink mezarından kalkıp,
o "kritik" soruyu polise, yakın arkadaşlarına, basın organlarına
kendisi soracak: "Yahu, beni gazete binasından dışarı çıkartıp,
tetikçilerin ayağına gönderen kişiyi niçin araştırmıyorsunuz?"
Elbette Hrant Dink, bunu
yapacak durumda değil. O halde, "üzeri örtülen" soruları biz
soralım: Hrant Dink, tam da tetikçilerin kendisini beklediği sırada
niçin "dışarı" çıktı?
Bunun cevabını, geçen
hafta yazmıştık: Cinayetten on dakika önce, Hrant Dink'e bir "dost"
telefon edip, acilen 2.500 (iki bin beş yüz) dolar bulmasını istedi.
Telefon Eden ya da
Parayı İsteyen Kim...
Bu kişi "kim" olursa
olsun. O telefon olmasaydı Dink dışarı çıkmayacak ve belki de
katiller onu öldüremeyecekti. Bu İhtimal, Dink'in yakınlarının ve
ailesinin "kafasını kurcalamıyor" mu? Özellikle Dink'İn "yakın
arkadaşları" telefon eden kişiyi merak etmiyorlar mı? Mutlaka merak
ediyorlardır. O telefonu "eden" kişinin iyi niyetli olduğunu
biliyorlarsa, kendileri açısından bu sorunun cevabı önemli
olmayabilir. Ne var ki, cinayete ilişkin bütün ayrıntıların ortaya
çıkmasını "herkes" istemiyor mu? Onlar bu sorunun cevabını
"saklamak" hakkına sahip değil, iki haftadır Türkiye, bu olay
nedeniyle çalkalanıyor... Tayip Erdoğan, bu olay nedeniyle "derin
devlet" korosuna katıldığına göre, bu önemli konuyu "merak etmek
zorunda" değil mi?
Diyelim ki, Dink'ten 2500
dolar isteyen kişi, "tesadüfen" o saatte telefon etmiştir. O zaman
ortaya çıkıp, bunu açıklaması gerekmez mi?
İkinci Tetikçi
Meselesi...
Ortaya çıkan bilgilere
bakılırsa, cinayet için üç ayrı senaryo üzerinde çalışılmıştı.
Bunların ikisini, geçen hafta aktarmıştık. Üçüncü senaryoya göre,
Dink'e, yine gazete binasında saldırı yapılacaktı. Çünkü, banka ile
gazete binası çok yakın. Dink, bu mesafeyi beş-altı saniye
içerisinde geçip, binaya girebilir, katiller o sürede "işlerini"
yapamayabilirlerdi. Belki de Dink, bu mesafenin çok kısa olduğunu
düşündüğü için tuzağa düştü.
Olaya tanık olduğunu
söyleyenler, katillerin birden fazla olduğunu söylüyor.
Bu söylenti, "üçüncü"
cinayet senaryosuna uyuyor. Çünkü. Dink'e telefon edip, onu tuzağa
düşüren kişi, muhtemelen; istediği parayı almak üzere, birisini
gazeteye, Dink'in yanına gönderecekti. Dink, kendisinden para
isteyen kişinin adını vermediği için, katil yakalansa da, o "dost"un
adı, şimdiki gibi gizli kalacaktı. Ogün Samast, daha önce kapıdan
çevrildiği için, gönderilecek kişi de "bir başka tetikçi" olacaktı.
Ama buna gerek kalmadı.
Kim, Kime Ne Kadar
Güveniyor
Dink'i tuzağa düşüren
telefonu eden kişi, kimliğinin ortaya çıkmayacağına nasıl güvendi?
Bu konuda, telefonu eden kişinin, "tetikçiler" bakımından içi
rahattı. Çünkü, tetikçiler, o kişiyi tanımıyordu. İsteseler de o
kişinin adını veremezlerdi. O kişi ile doğrudan görüşmemişlerdi.
Kimliğin açığa çıkması konusundaki tek "risk", Dink'in o kişiden,
gazetedekilere söz etmesiydi. Ama; işte Dink, o telefon
görüşmesinden sonra, "apar-topar" dışarı çıkarken, hiçbir şey
söylememişti. Demek ki, o kişi, bu riski de "sıfırlayacağını"
biliyordu. Dink'in gazetedeki arkadaşları, "görünüşe göre" bu mesele
üzerinde hiç durmuyorlar ama aralarında bunu tartıştıklarını tahmin
etmek zor değil. Onlar, bu cinayeti gerçekten, 301. maddeye
"bağlıyorlarsa" cinayetin aydınlatılmasını istediklerine kim inanır?
"Fetullahın
İstihbaratı Çok Kuvvetlidir"
10 yıldır ABD'de oturduğu
halde, Fetullah'ın eli-kolu o kadar uzun ki... Her yere yetişiyor.
Üstelik, Nazlı Ilıcak'ın açıkladığı gibi, "Fethullah'ın istihbaratı
çok kuvvetli" imiş. Bakın Fetullah neler söylüyor:
"Bundan 8-9 ay evvel bana,
bu türlü şeyleri bilen, çok üst seviyelerde vazife görmüş bir
insanın 'Önümüzdeki aylarda Türkiye'de yeniden kan gövdeyi
götürecek, seri cinayetler işlenecek' dediği nakledildi. Evet, o
uzman 'Kan gövdeyi götürecek' diyor."
Acaba o uzman kimdi?
"Bu tür şeyleri bilen"
kişi, acaba Emniyet teşkilatından mıydı?
Yoksa, polisin istihbarat
görevlilerinin yazdığı yazılar, Fethullah Gülen'in eline geçiyor da
bu neden ile mi önlem alınamıyor?
Bunun cevabını, "Fetullah
sicilli", üst seviyelerde "vazife" gören birine mi sormalı... Artık
o kadarını da, Hrant Dink'in "yakın" dostları düşünsün.
KOM Eski Şube Müdürü Dr,
Adil Serdar Saçan:
Cinayetlerin
arkasında "F Tipi Örgüt" var
Amerika'da ikamet eden
hoca, "ulusalcılığı aşacağız" demiş ve Türkiye'de kanlı olaylar
olacağını açıklamıştı. Bu açıklamaları takip eden süreçte, Şemdinli
olayları ve iddianamesi, Danıştay cinayeti, Atabeyler operasyonu ile
Türk Silahlı Kuvvetleri hedef alındı.
Hrant Dink cinayeti
öncesinde ve sonrasında gelişen olaylar üzerine, Kaçakçılık ve
Organize Suçlar İstanbul Şubesi'nin "daha önceki" müdürü Dr. Adil
Serdar Saçan, "cinayetlerin arkasında F tipi Örgüt var" diyor.
Dr. Adil Serdar Saçan,
Ulusal Kanal'ın bir saati aşan canlı yayınında, olayları şöyle
yorumladı:
Önce, Hablemitoğlu
cinayeti. Sonra; Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörüne karşı açılan
kampanya, Şemdinli olayları iddianamesi, Rahip cinayeti, Cumhuriyet
Gazetesine saldırılar, Danıştay saldırısı, Atabeyler operasyonu ve
Dink cinayeti...
Bu süreçte genel durumu
görelim:
Üç önemli konu var.
TSK'yı Yıpratmak,
İşbirlikçi Güçler Yaratmak
Türk Silahlı Kuvvetleri'ni
yıpratmak, ülke içerisinde etnik milliyetçiliği ve bölücülüğü
desteklemek ve İslamı yeniden "şekillendirmek"...
Sevr Antlaşması
sonrasında, yüzlerce Osmanlı paşasından sadece 9-10 tanesi Kurtuluş
Savaşı'na katıldı. Mustafa Kemal Atatürk, bu paşalardan ve onlara
bağlı kuvvetlerden bir ordu yaratarak emperyalist işgalcileri yendi.
Bu nedenle, günümüzün emperyalistleri olan "küreselciler", Türk
Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmak ve savaş yeteneğini zayıflatmak
zorundadır.
İkincisi; İngiliz,
Fransız, İtalyan, Yunan filan... Bu millet bunları her zaman yenmeye
muktedirdir, ama biliyorsunuz Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'nda,
emperyalistlerden daha çok, içteki gericilikle, iç isyanlarla
uğraşmak zorunda kalmıştı. Küreselciler, "içeride" işbirlikçi güçler
yaratmadan hedeflerine ulaşamayacaklarını biliyorlar.
Üçüncü konu İslam dininin,
kapitalizme, emperyalizme uygun biçimde değiştirilmesidir. Musa
Peygamber'in "On Emir"inde ne varsa, tersini uyguluyorlar.
Hıristiyanlığı, İncil'i de istedikleri biçime soktular. Şimdi, İslam
dinini değiştirmeleri gerekiyor. "Zekat", yani "karşılıksız yardım"
kapitalist-sermayeci zihniyete uygun değil. Müslümanların
"emperyalizmden korkmaları"nı sağlamaları da gerekir. Dinler arası
diyalog, buradan kaynaklanıyor.
Yaşadığımız süreçte, hedef
bunlardır.
Amerika'da İkamet
Eden Hoca, İşareti Vermişti
Amerika'da ikamet eden
hoca, "ulusalcılığı aşacağız" demiş ve Türkiye'de kanlı olaylar
olacağını açıklamıştı. Bu açıklamaları takip eden süreçte, Şemdinli
olayları ve iddianamesi, Danıştay cinayeti, Atabeyler operasyonu ile
Türk Silahlı Kuvvetleri hedef alındı. Rahip cinayeti, Trabzon'da
milli futbolcuların tehdit edilmesi, işyerleri ve otoların
kurşunlanması, Cumhuriyet Gazetesi'ne saldırılar, ve Dink
cinayeti... Bu olayların hepsinde de Ramazan Akyürek, önce Trabzon
Emniyet Müdürü olarak, sonra Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat
Dairesi Başkanı olarak sorumlu görevlerde. Yaşadığımız olayların
hepsinin arkasında, bu "F tipi" örgüt var.
Akyürek, Danıştay
Sonrası Görevden Alınmalıydı
Danıştay Cinayeti
sonrasında Aydınlık Dergisi'nde yayınlanan söyleşide, bu örgütü
açıklamıştım. Siz de o zaman Danıştay saldırısının sorumlusunun
İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek olduğunu yazmıştınız.
Ramazan Akyürek'in "Fethullah sicili olduğu" ortaya çıkmıştı. O
zaman derhal görevden alınması gerekirdi. Alınmadı. Hrant Dink
cinayeti ile ortaya çıkan gerçekleri herkes gördü. Görevden alınması
gerekenlere dokunulmazken, Hrant Dink cinayeti ile, "F tipi örgüt"
arasındaki bağlantıyı açığa çıkartabilecek olan emniyet müdürü Reşat
Altay, hemen görevden alındı. Çünkü Reşat Altay, "F tipi" örgüte
karşıydı.
Hrant Dink cinayeti
sonrasındaki olaylar da öğreticidir. Cinayetten sadece bir saat
sonra, "Hepimiz Ermeniyiz" bez pankartları açılıyor. Kendisine
vaktiyle, "solcuyum, komünistim" diyenler, ABD Büyükelçisinin,
Türkiye'yi soykırımcı ilan eden Ermeni diasporasının arkasından "Hepimiz
Ermeniyiz" diye yürüyor. Bizleri de, "Siz Hrant Dink'i
anlayamıyorsunuz" diye eleştiriyorlar. Oysa, cinayetten hemen sonra,
Hrant Dink'in kızı, gazetenin balkonundan, "şimdi kanınız temizlendi
mi?" diye konuşuyor. Demek ki, kızı da, babasının, "Zehirli Türk
kanından" bahsettiğini düşünüyor. O da mı babasını anlamamış?
http://www.millicozum.com/content/view/872/26/
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|